Cumartesi, Mayıs 31, 2008

Yiğit Özgür

HAYAL KIRIKLIĞI

"Filmlerin ustasıyım, şapkasının hastasıyım." diyerek vizyona girdiğinin ertesi günü izlediğim Indiana Jones serisinin dördüncüsünden keyif almadım.
Almadım işte.

Bu fikrimi kime söylesem, "Harrison çok mu yaşlanmış?" diye sordu. Yaşlanmış ama o değil nedeni..
Nicholas Cage'in de son zamanlarda yaptığı iki adet "National Treasure"larla bu tip filmlerdeki, kayıp bir hazineyi ya da uygarlığı veya bir kitabı arama konusu, bu arama sırasında artık iyice sıradanlaşan tuzaklar veya yerliler, hemen her filmin sonunda aranan şeyin saklı olduğu mekâna girilmesi ve oranın sallanarak yıkılması ve suyla dolması, finâlde ise kahramanımızın yanındaki kızla kurtulması şişirdi beni.
Gerçek şu ki; Spielberg ve Lucas ikilisinden, serinin sonu olduğunu tahmin ettiğim bu filmde, çok daha yaratıcı fikirler ummuştum.

Filmden aklımda kalan bir kaç şey;

"Hayatın artık bize birşeyler vermeyi bırakıp geri almaya başladığı yaşlara geldik.." sözü..

Finâlde, Indi'nin oğlunun yerdeki şapkayı alması, kafasına takmayı düşünürken ve tabîki bizlere de "Aaa.. Devam filmleri çekilecek ve Jones jr.'ı artık bu çocuk oynayacak.." diye düşündürürken, Harrison Ford'un şapkasını alarak, takması ve kapıdan çıkıp gitmesi..

Başka da birşey yok.. Bence tabi.

Bende 2009'da vizyona gireceği söylenen Spielberg filmi Tenten'i beklerim, n'apiim.

Perşembe, Mayıs 29, 2008

Akordeon

Gündüzün bir vaktinde Alsancak'ta dolaşıp, sonra da bir cafe'ye oturup, çay-kahve içen insanlara hep özendim ben..
Birkaç gün önce, doktor randevum var.. Alsancak'ta.. Annem de, sağolsun, yalnız bırakmıyor, O'da benimle beraber.. Arabayı parkettikten sonra, kafadan yarım saat vaktimiz olduğunu düşünerek, "Gel." diyorum. "Şurda bi yerde bi kâve içelim."
Yürümeye başladığımızda, çok sevdiğim bir abimi görüyorum. Annemle tanıştırıp, ayaküstü hoşbeşten sonra, O'nuda dâvet ediyorum, bir şeyler içmeğe.. Sağolsun, kırmıyor beni..
Az biraz yürüyüşten sonra, Reyhan'a giriyoruz ve cam kenarı bir masaya ilişiyoruz.
Çaylar, kahveler geliyor.. Tam o sırada tatlı bir melodi, bir akordeon sesi sarıyor ortamı.

İzmir'de şimdilerde bu yolla harçlık çıkarmaya çalışan çocuklar oluştu.. Göğsüne bi akordeon takan, iyi mi, kötü mü çaldığına bakmadan, caddelerde sokaklarda turalıyor. Bâzen, odamdan duyduğum iyi bir akordeoncu oldumuydu, çabuk gitmesin diye, hiç para vermediğim oluyor..

Bazen de, o kadar kötü çalanlar oluyor ki, çabucak tüysün diye, acele bir para atıp, "Hadi, naşla bakalım. Buradan başka ekmek çıkmaz sana.." diyerek, çocuğu gönderiyorum.
Kötü yapıldığı için, iyi yapandan daha çabuk kazandıran meslekler var işte, bu memlekette..




Neyse, pastanenin önündeki bu çocuk, iyi çalıyor. Kendimi Paris'te hissediyorum. Sanki bir Fransız Şanson(chanson)'u çalıyor gibi.. Vals ritmli bir şarkı.. Çocuk sol eliyle dım bap bap/ dım bap bap yaparak sağ eliyle de melodiyi çalıyor.. Melodiyi tanıyorum ama ne olduğunu düşünmüyorum o anda.. Çünkü saatime bakarak doktor randevuma ne kadar kaldığını hesaplıyorum.


İşte tam o sırada, bizim masaya bakan siyah giyimli, kulağında bir telsiz olan son derece modern görünümlü garson, akordeon çalan çocuğa "Cour-Vadis'i biliyormusun?" gibisine bir şey soruyor.
Ya da o psikolojide ben öyle anlıyorum. Çocuk "Bilmiyorum." diye yanıtlıyor.
Garson şaşırıyor. Ben de şaşırıyorum. Bir garsonun, bir çocuğa böyle, (ayıptır söylemesi benim bile bilmediğim) bir şarkıyı sormasına..
Fakat garson israrlı, bir kez daha yineliyor isteğini, çocuksa "bilmiyorum." yanıtını..

Bu kez ben, garsona "Ya şarkının tam adını bir daha söylermisin?" diyorum.
Garson "Kurtlar Vadisi, abi." diyor.
Lan, ne alâka.. Alsancak'ın göbeğinde, Fransız ambiyansında ne ilgisi var diye, tabi daha kibar bi şekilde soruyorum.
"E abi, Hatırla Sevgili'yi çalıyor, onuda bilir diye düşündüm.." diyor, garson.
Anaaa, hakket lan, çalan şarkı "Hatırla sevgiliiiii, dım bap bap/dım bap bap.."
"Tamam Polat, hesabı alalım." diyorum garsona..

Ve doktor Rendez-Vous'ma yetişmek üzere kalkıyoruz hep birlikte..

Çarşamba, Mayıs 28, 2008

Güven Kıraç ve Fındık Fıstık

Televizyonda, "Artık Usta oldu." diyebileceğimiz Güven Kıraç'ın bir çerez markası için oynadığı reklâmı izliyoruz.
"Fıstığın taze mi değil mi olduğunu nası anlıycaz?" diyor.
Cümlenin doğrusunun "Fıstığın taze olup olmadığını nası anlıycaz?" şeklinde söylenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Tiyatro eğitimi almış birinin, ya da milyonların gözüne sokulan reklâmların metin yazarlarının bunu bilerek yapıp yapmadığını merak ediyorum.
Ya da Onlar gibi söylemek gerekirse; "Bunun bilerek mi değil mi yapıldığını merak ediyorum." :)

Salı, Mayıs 27, 2008

Koku

Geçenlerde Lina'yı öptüğümde, kokusu acaip güzel geldi. Farklıydı ama tanıdıktı..
Şöyle bir kaç saniye düşündüm.. Bulamadım ne olduğunu. Ama kesin geçmişten gelen bir şey hissettim.
Bir kaç saat sonra, yine kucağıma aldığımda tekrar kokladım kızımı..
Hayret.. Sanki ben de çocukmuşum gibi, garip bir his..
Döndüm, A.W.'a, "Lina çok farklı kokuyor, çocukluğumu ve geçmişi hatırlatıyor." dedim.
A.W. yanıtladı; "Eveli akşam Babaannesinde kaldığında, altına kaçırmış, üzerindeki elbise annende yıkandı."
* * * *
Yirmiyedi yıl önce ayrıldığım evin, tahta mandallarla asılmış çamaşır kokusunun, belki daha da doğru bir deyişle ana kokusunun, hâlâ hafızamızın bir yerinde duruyor olması ne inanılmaz bir şeydi.

Pazartesi, Mayıs 26, 2008

Yalancı Petrol..

Arabaya benzin aldıktan sonra, kredi kartını çektirmek için içeri girdiğimde, kasadaki kızdan başka kimse yoktu ortalarda.
"Ne kadar?" dedi, söyledim.
Tam kartımı çekerken çaldı telefonu..
"Buyrun, bilmem ne petrol.."
Bir kaç saniye dinledikten sonra, "kim arıyor diyelim?" diye sordu..
"Bi saniye efendim." dedi ve beklemeye alarak diğer hatta geçti.
" Erkan bey, Selim bey diye biri arıyor sizi.."
Bu kez bir kaç saniye patronunu dinledikten sonra tuşlara dokunarak ilk arayana, Selim beye döndü.
Büyük bir soğukkanlılık ve profesyonellikle;
"Erkan bey dışarı çıkmış efendim. Gelince söyleyelim aradığınızı.." dedi.
Telefonu kapatıp, benim işlemime döndüğü sırada,
"İlk kez bu kadar yakından on-line yalancılık görüyorum.." deyiverdim.

Abi, kıza bi gülme geldi.. Hafif kızarmayla beraber..

Pompacının slipini bana, benimkini pompacıya filân derken.. Çıktım.
Bu da benim bööle bi anımdı.. Kaldı ki ben anılarıma çok değer veririm.

Pazar, Mayıs 25, 2008

ALINTI

Medeniyetlerin buluşması,
Kültür başkenti tamam da,
Senin sadece kalbinin başkenti olan
Ayrı gizli bir yerin olsun
Aklına ve Pazar sabahlarına
Gidip orada özgürlük tanı..
Şehirde kalıp da
Başkalarının günahlarını üstlenme..
Orada kendi başkentinde
Kendi günahlarını yaşa
Korkularından ve takıntılarından kurtul..
Giderken Çiçek pazarından alacağın
Sarı laleleri götür..

Sen kendi gezi rehberini çıkart
Bırak şehir rehberlerinden
Gittiğin yerleri tanımayı..
Dolaşırken ve yaşarken
Hemen öbür tarafa geçebileceğin
Ara kapıların,
Değişik parkurların olsun..

Günü ve şehri
Farklı yerlerinden yakalayıp sev..
Uzaklaşsan bile
İstanbul ruhunu kaybetme..
Esnaf lokantaları, sahaflar
Semt pazarları ve çay bahçeleri
Seninle yaşamalıdır...

Belirsiz bir Pazar sabahı
Beceriksiz bir gün yaşama
Sıkıştırılmış,amaçsız saatlerden kurtulup
Erguvani bir tur düzenle kendine..
Bir gül oluştursun gizemli baharı..
Denizin alçalması,
Sonra kabarması var ya
Öyle gel-git’lerin olsun işte...

Bir şehir,bir müze daha vardır
Gördüklerinden başka..
Bir sır da vardır, bildiklerinden başka
Yapamadığın bir iyilik de vardır
Yaptıklarından başka..
Hiçbirinle yetinme geç öteye
Çünkü başka bir yaşam,
Başka bir umut yok
Yaşayacağından ve umduğundan başka..

Şimdi Paris şarkı söylüyor ve eğleniyordur..
Biz orada değiliz...
Zaten ilk ölüm de budur işte;
Yaşarken olmadığın yerde ölmek !
Orada şarkılar söylenip eğlenilirken
Senin yaşadığında sağlıksızlık,sevgisizlik
Sorunlar ve şansızlık olabilir..
Kendinden kaçma,yılgınlık başlayabilir
Hiç bitmeyen bir yarım kalmışlık
Hiç bitmeyen bir eksiklik duygusu
Çöreklenebilir...

Eğitimli ve deneyimli insan
Bu duygulardan nasıl kurtulabileceğini
Kendisini nasıl yenileyebileceğini
Öğrenmiş insandır..
Hayata moral birikim olarak hazırdır ve
Geleceğini belirleme yeteneği vardır...

25 Mayıs 2008 Pazar ;
Yalnızca kendi geleceğini değil
Vatanının da geleceğini belirleme
Yeteneğine sahip olarak
Gericilik ve bağnazlığa karşı
Cesur yüreğinde
Çağdaşlık yeniden filizlenmeli
Tek ve hür bir ağaç olup
Yurdunun ormanlarıyla
Kardeşçe yaşamalıdır...


Yazarını bulamadım..


Baba olmak - Koku almak..

Cumartesi, Mayıs 24, 2008

EspreSSSo..

9 Mart 2008 tarihinden beri hiç bir haber alamadığımız Espy, o tarihte gönderdiği son mailinde şunları yazmıştı;



Sana bu maili bir netcafe koğuşundan yazıyorum
Burası iki türlü de soğuk, burası basık, burası yabancı kokuyor
Hani çoğu çoğu merak ediyorum da
Blog'da çiçekler açıyor mu hala?
Anlat bana Abi'm, seslenmişsin zaten "uzun oldu" diye..
Haklısın.. Bloğa ve bilgisayara dolayısıyla sana hasretim..
Beni buraya neden zorladılar biliyor musun?
Geçim derdi, emekli maaşı, zamlar.. vesaire, vesaire..
Ben ki bloğumuzdaki şırıl şırıl akan dereleri, denizleri
Ve, ve o gölleri hala çok seviyorum Abi
Halbuki şimdi biraz daha zor oldu hayatım ve satırlarla size ulaşmak
Ve, ve o dertli insan iniltilerine ben biraz daha yakınım
Güzelliğe hasretim, ülkemin refah günlerine, çocukluğumdaki gibi
Emekli parasıyla anne/babaların ev alırım planlarına hasretim
Bir insan her şey güzel olacak cümlesini unutacak kadar umutsuz olabir mi?
Teşhis bu !
Ama, ama ben güzel abi'mi bilmeyecek kadar nasıl yok olabilirim?
Sesini, bloğu, dostları, komşuları unutmadım
Sayısal, şans topu, on numara oynuyorum arada..:))
Dağlarda çiçek açıyor mu hala?
Evde arada açtırdığım çiçekleri, şu an olduğu gibi
Basık soğuk ve yabancı kokulu netcafelerden ulaştırabilirim belki
Blogdaki güneşe, yağmura, ağaçlara, toza, toprağa susadım
İyileşmek istiyorum ben, iyileşmek istiyorum..
Bilinçli bilgili eğitimli tamahkar olmayan halk istiyorum ben..
En büyük gündemi türban olmayan, erdemli insanların yönetip, yönetildiği
Barış huzur eğitim refah akıl zengini bir vatan istiyorum ben..
Millet ile, onların vekillerinin arasındaki Dağların
Hafif tümsekli çiçekli ovalar olmasını istiyorum ben..
Çiçekler açıyor mu hala?
Güzelliğe hasretim, doğrulara hasretim...


Başka hiç bir haber yok..

Perşembe, Mayıs 22, 2008

Bir Foto, üç haber..Yorumsuz..

Bir memleketin tek kareyle târifi;
(Teşekkürler BroTev.)


1- ISLEDIGI SUCLARI FILME ALIP INTERNETTE YAYAN INGILIZ'E ''EN APTAL SUCLU'' UNVANI LONDRA (A.A) - 21.05.2008 -


INGILTERE'DE, ISLEDIGI SUCLARI FILME ALIP, INTERNETTE YAYIMLAYAN ANDREW KELLETT, ''EN APTAL SUCLU'' UNVANINA LAYIK GORULDU.
LEEDS KENTINDEKI MAHKEMENIN, SUC ISLERKEN KENDISINI KAYDA ALAN VE 80'DEN FAZLA VIDEO KAYDI INTERNETTE YAYINLAYAN 23 YASINDAKI ANDREW KELLETT'IN, ISLEDIGI SUCLARLA OVUNMESINE GECICI OLARAK YASAK GETIRDIGI BILDIRILDI.
KENT BELEDIYESI YETKILILERINDEN LES CARTER, ''KELLETT, LEEDS'IN EN APTAL SUCLUSU SECILMEYE ADAY. BIZE INTERNET ARACILIGIYLA KENDI ALEYHINE KANITLARI VERDI'' DIYE KONUSTU.
GENC ADAM, KIMI ZAMAN BASKALARIYLA OLMAK UZERE, UYUSTURUCU KULLANIRKEN, KUFREDERKEN YA DA INSANLARIN EVLERINE KAPILARI TEKMELEYIP GIRERKEN KENDISINI FILME ALMIS. KELMLETT'IN, LEEDS'TEKI MAHKEMEDE GORULEN DAVASI SIRASINDA BILE KENDINI FILME ALDIGI BELIRTILIYOR.
(AFP-HND-IN)

2- Kaybolan papağan adresini söyledi
Japonya’da kaybolan papağan, sahibinin adını ve adresini söyleyerek yuvasına geri döndü.
When Yosuke adlı gri Afrika papağanı 2 hafta önce Nagareyama’da bir evin çatısında polis tarafından yakalandı. Geceyi karakolda geçiren papağan polislerin yanında tek kelime konuşmadı. Ancak ertesi gün götürüldüğü veterinerde birkaç gün kaldıktan sonra çenesi düştü. Gevezelik ederken sahibinin adını ve ev adresini ağzından kaçırdı. Polis, papağanın verdiği adresi bularak hayvanı sahibine teslim etti.
Dış Haberler

3- Amerikalı keskin bir nişancının Kuran'a ateş ederek talim yapması Irak'ta infiale yol açtı. Aşiret liderleri ile buluşan ABD'li komutan, "Lütfen beni ve askerlerimi bağışlayın" dedi..
ABD, Kuran'ı hedef tahtası olarak kullanan askerinden dolayı Irak'tan özür diledi. Başkent Bağdat'ın kenar semtlerinden Razvaniya'da Şii ve Sünni aşiret yetkilileriyle bir araya gelen ABD'nin Bağdat'taki güçlerinin komutanı General Jeffrey Hammond, ismi açıklanmayan bir keskin nişancının 9 Mayıs'ta yaptığı bu davranışın kabul edilemez olduğunu belirtti.

Bağdat'ta meydana gelen skandal olay, Iraklı bir polisin kurşunlanmış Kuran'ı bulması ile ortaya çıktı.

"Redaktör Emeklisi" Fetoşum

Fethullah Gülen İzmir’de!
Sağlık sorunlarını bahane ederek ABD'de yaşayan Gülen'in İzmir'de izi bulundu.

Sağlık sorunlarını bahane ederek 1999 yılından bu yana ABD’de yaşayan Fethullah Gülen’in, aynı dönemde İzmir’de, sadece ajanda ve defter üretilen Nil Basım Yayım Dağıtım Matbaacılık Ambalaj Sanayi ve Ticaret AŞ adlı şirkette “redaktör” kadrosuyla çalışıyor gibi gösterildiği ve sigortalandığı ortaya çıktı.

Edinilen bilgiye göre Gülen, SSK’den 2101372215 tahsis numarasıyla yaşlılık aylığı alırken, İzmir’in Gaziemir ilçesine bağlı Sarnıç beldesinde bulunan ve ajanda, defter basımıyla uğraşan şirkette 18.10.2002 tarihinden itibaren sigortalı işe başlamış gibi gösterildi.

İşe girişi ve sigorta işlemleriyle ilgili yasal prosedürün vekâleti bulunan kardeşi Mesih Gülen üzerinden yürütüldüğü, Gülen’in bu dönemde şirkette “redaktör” olarak görev yapıyormuş gibi gösterildiği anlaşıldı.

Gülen’in, bu dönemde faks ve internet yoluyla gönderilen metinleri “redakte” ettikten sonra yeniden İzmir’e gönderdiği ve bunun karşılığı kazandığı ücreti de kardeşi Mesih Gülen’in aldığı ortaya çıktı. Gülen’in sözleşmesinin 01.01.2003 tarihinden itibaren sona erdirildiği anlaşıldı.

Daha sonra konuyu inceleyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanlığı Sigorta Teftiş Kurulu Başkanlığı müfettişleri, gerek Sarnıç, gerekse İstanbul’daki şirket merkezlerinde inceleme yaptılar. Müfettişler Gülen’in işyerinde bulunmadığını tutanaklarına yansıtırken, işyeri yöneticilerinin ve Mesih Gülen’in de ifadelerine başvurdular.

Şirket Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Hasan Kahveci ifadesinde, Gülen’in ücretinin vekâleti karşılığı Mesih Gülen’e ödendiğini belirtirken, Nil AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Salih Sarıgül de “Gülen’in şirket tarafından basılacak kitap ve dergilerin bir kısmının tahsis işlemlerini yaptığını, iletişimi faks ve internet aracılığıyla sağladıklarını, Gülen’le şirketleri arasında yazılı bir hizmet sözleşmesinin bulunmadığını, sözlü anlaşma kapsamında ücretin Mesih Gülen’e ödendiğini” söyledi.

Sarıgül ayrıca Gülen’in 1994 yılından bu yana İzmir’deki işyerinde Güvenlik Destek Primi’ne bağlı olarak çalıştığını öne sürerken, merkezin İstanbul’a taşınması nedeniyle İzmir’deki fabrikanın 09.10.2002 tarihinde kapandığını, Gülen’in yeni işe giriş bildirgesinde “yanlışlıkla” tüm sigorta kollarında çalışıyormuş gibi gösterildiğini savundu.

Sigortalı olabilmek için işverenle çalışan arasında hizmet sözleşmesi yapılmasının yeterli olmayacağını vurgulayan müfettişler, ayrıca çalışmanın işverene ait bir işyerinde yürütülmesinin de zorunlu olduğunu vurguladı.

Gülen’in yaptığı gösterilen redaktörlük işinin, işyerinin niteliğiyle uyumlu olmadığını raporlayan müfettişler, “Fethullah Gülen’in işyerinde fiilen çalışmadığı gibi redaktör olarak çalışmasının da mümkün olamayacağı açıktır. İşverene bağımlı hizmet edimi bulunmadığı ve bu bağlamda hizmet akdi unsurları gerçekleşemeyeceğinden, adı geçen 506 sayılı yasanın 2. maddesi gereği sigortalı olarak kabul edilemeyecektir” görüşünü ortaya koydular.

Cumhuriyet
22.05.2008

Çarşamba, Mayıs 21, 2008

Banu Avar

Pek haz etmediğim bir program yapımcısı ve sunucusu olan Banu Avar'ın TRT'den atılmasına üzüldüm. Nasıl Avrupalı ve Amerikalılar Türkiye'deki sorunları incelerken bazen önyargılı beyanatlar, raporlar, görüşler bildirirlerse, Banu Avar da röportajlarında aynısını "gelişmiş" ve "medeni" bildiğimiz Avrupa ülkelerine karşı yaptı. Tepki çekmesinin nedeni konulara tam bir kızıl elmacı, Türkçü, milliyetçi, örfçü, sofu ve tamamen duygusal bakış açısıyla yaklaşmasıydı. Oysa daha bilimsel ve tarafsız bakış açısıyla, ajite etmeyen sorularla da Avrupalıların insan hakları ve özgürlükler konusunda kendi göçmen ve azınlıklarına çektirdiklerini yüzlerine vurmayı becerebilirdi. Ama bunu yapmadı, yapamadı. Öyle olsaydı kendisine daha büyük bir saygıyla yazı yazıyor olacaktım. Yine de programlarından epeyce faydalanmıştım.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8986807.asp?gid=229&sz=40278

Cuma, Mayıs 16, 2008

Bilgisiz Bilginler Toplumu..

Arkadaş, nereye kafanı çevirsen kavga var..
Sokağa, Trafiğe, Siyâsete, Meclise, Spora, Televizyona, Gazete köşelerine, Derneklere, Şirketlere, Bloglara, Sanat'a, Sahneye, Sinemaya, Tiyatroya.. Nereye göz atsan cıngar var.
En masumâne olanında bile birbirine lâf sokma var.
Ya ne hasta ruhlu bir toplum olduk biz ya..
Birisi bir siteye bir video koyuyor, altında birbirini hiç tanımayan yüzlerce insan birbirinin anasına avradına, hayatımda duymadığım (ki hayli bilgiliyimdir) küfürler ediyor.

Alttaki satırları tesâdüfen okudum.
Yazarın adı: Kemal Kocatepe..
Duygularını yansıttığı yazısının tamamına
burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Ben yazısının başından bir bölümü ve ortasından bir bölümü keserek buraya aldım.
Toplumun önünde gitmesinin gerektiğini düşündüğümüz Sanat âleminde bile bir sanatçıya bu duygular yaşattırılıyor ve bu satırlar yazdırılabiliyorsa, diyecek fazlaca bir lâfta kalmıyor.
Buyrun;

Öyle ki, en yakınında durduğunu sandığın kişilerin bile bazen aslında ne kadar uzakta durduğunu görebilmek için bir iki küçük çıkar sayılabilecek meseleye dokunman yeterli oluyor. Ki; Çoğunun ağdalı cümlelerle sanatı ve sanatçıyı kucaklama çabasının gerçekte çıkarlarını koruma çabası olduğunu, yine ağdalı cümlelerle Türk Tiyatrosu'nun kalkınması ve ilerlemesi için büyük fedakarlıklarda bulunma vaatlerinin yine gerçekte kendi küçük çıkarlarını oluşturma sürecinin uzantısı olduğunu eş zamanlı olarak görebiliyorsun. Bu işe gerçek anlamda baş koymuş, üreten, yaratan, emek harcayan insanların nasıl da yaralandığını bilmek, onların her geçen gün bu tarzdan küçük çıkar gruplarının orta yerinde güç ve kan kaybına uğradığını görmek, kaybedilmekte olan bir davanın yeniden savaşılarak kazanılabileceğini görmeme yardım ettiği içindir bu yazıyı yazma gereği duyuyorum. En azından kendime ve benim gibi düşünenlere henüz yok olmadığımızı kanıtlamak için bunu yapmak zorundayım. Bu yok oluşa giden akıntının yataksız, dayanaksız ve cılız olduğunu bilmek, bunun durdurulabileceği yönündeki fikrimi güçlendirdiği içindir ki onların karşısında üreten, yaratan ve de emeğini karşılık beklemeden verebilenler olarak, ürettiklerimiz ve emeğimizle set oluşturabileceğimizi biliyorum. Ve yine biliyorum ki, düşlemek yaratmanın anasıdır. Yılgınlıksa yaratmanın anasını belleyendir. Yaşadığım 2 yıllık İ.B. Şehir Tiyatroları Yöneticiliği döneminde de yılgınlığa düşmeden doğru bildiğimi yapmak en büyük düsturum oldu. O doğrunun da birileri için yanlış olduğunu bilerek ama yine de o doğrunun birilerinin isterlerine göre hareket etmek değil, Tiyatro'nun kendi isterlerine göre hareket etmek olduğunu da bilerek. Ne ekersen onu biçersin misali. Ben geleceğe fırtına ekmeye kalktım fakat bu, birilerine fena halde dokundu ki üflemeyi bile beceremedikleri şu dünya içinde haklı olarak bir korkuya kapılıp yakıp yıkarak tozu dumana katar oldular. Kısacası at izi ile it izini birbirine karıştırmayı başardılar. Alışılagelmiş, kemikleşmiş çıkar gruplarının tekerine çomak sokuldu çünkü. Bizde devrim sözcüğü herkesin ağzındadır ama gerçekte devrim yapmaya kalktığınızda ilk o devrimciler sıvışır ya da onlar çıkar karşınıza. Adıyla müsemma bu zatlar alıştıkları üzere başarılı olan ne varsa ona kulp takarak, onu amorf hale dönüştürme ve onu öğütmek üzere kurdukları tezgahlarında korkarak ve korku üreterek çalışırlar. Ki bunlar, her zaman kendilerine –göz boyamayı iyi başardıkları için olsa gerek- aynı çıkar grubuna hizmet edecek yandaşlar bulmayı başarırlar. Kısacası aynı kabın yolcuları aynı kabın etrafında buluşurlar. Yani Tiyatro'daki devrimin önündeki en önemli engel yine o devrim sözcüğünü ağızlarından düşürmeyenler olur. Korkaklar yalancıları bulur, iftiracılar hainleri, hainler de bezirgânları. Bezirgânlar da tabii ki parayı. Ve size düşen bunlar arasında ya Tiyatro yapmaya devam etmek ki, bu Tiyatro yapmak fiili gerçek anlamındadır, ya da sinip bir köşeye çekilip, meydanı onlara bırakmaktır. Benim durumuma getirilenler için genellikle ikincisi yeğlenir. Yani çekilmek. Çünkü yıldırılmıştır. Çünkü örselenmiştir. Çünkü yok sayılmıştır. Çünkü beyazlar arasında beyaz bir zencidir o. Onun sanatı sanat değildir. Onun yazmaları yazma değildir. Onun yöneticiliği yöneticilik değildir. Çünkü o bir beyaz zencidir. Çünkü o, o bile değildir. Dünyanın yalanı, dünyanın iftirasına katılır, hainlikle bulandırıldıktan sonra, “ödenekli kurumlarımızı siyasetten uzak tutalım” nutukları atılarak gidip siyasilerin kucağına “onu alma beni al”, “o kaka çocuk” gibi soruşturma istemli şikayet dilekçeleri ile bir güzelce otururlar. Hakkınızda hiç yoktan davalar açılır.

* * * *

Bu bilgisiz bilginler, bu görgüsüz görüşlüler, bu kendi bindikleri dalı kesenlerin önünü kesmek için, bu yok oluşa giden akıntının yataksız, dayanaksız ve cılız olduğunu bir kez daha yineliyorum, bunu durdurabilmek için onların karşısında üreten, yaratan ve de emeğini karşılık beklemeden verebilenler olarak, ürettiklerimiz ve emeğimizle set oluşturabileceğimizi biliyorum. Ve yine biliyorum ki, düşlemek yaratmanın anasıdır. Yılgınlıksa yaratmanın anasını belleyendir. Türk Tiyatrosu'nun varolabilmesi için, artık uyanın! Tekrar tekrar söylüyorum; Bildiğinizi yeniden sorgulayın. Bilmediğinizi öğrenmenin peşine düşün. Ölülere yazılmış mektuplardan değil, hayatta ve dipdiri duranların ortak üretme gücüne, birlik olma potansiyeline inanlara sesleniyorum; Ölülere değil, hayattaki kendi mevcudiyetinize güvenin, içinizdeki temiz devrim ülküsüne, değiştirebilme kabiliyetine. Üzerinize serilmeye çalışılan karanlık örtüyü yırtın artık, ışığı içeriye alın.

Perşembe, Mayıs 15, 2008

ALT..

Sadece sıra numaralarının değiştiğini gösteren "dink" sesinin duyulduğu büyük bankada, arkalığı olmayan sıralarda oturan sekiz on kişiydik.
Dip taraftaki odalardan çıkan kısa boylu bir kadın memurun, kapı tarafındaki güvenlik memuruna "Çanta gitti mi, burada mı hâlâ?" diye bağırması bozdu sessizliği..
Aralarında hemen hemen onbeş metre vardı. Ben de, yaklaşık, ikisinin ortasında oturuyordum.
Uzun boylu ve otuz yaşlarında bile olmayan güvenlik memuru, bir anlık tereddütten sonra, önce "Gitti." dedi. Bir kaç saniye sonra ise "Yok yok. Burada.." diye yanıtladı, kadına doğru yürürken.
Kadın, çok keskin bir tavırla "Sana bir soru sorduğumda, tereddütsüz cevap isterim." dedi, bankadaki herkesin duyabileceği şekilde.
Yanyana geldiklerinde, kadının, kendisinin neredeyse iki katı olduğunu gördüğüm bu erkeğe, hangi duygularla böyle davrandığını,
ve güvenlik memurunun kadının bir adım arkasından yürümeye başladığında, neden parmağının ucu ile silahının namlu ucuna dokunduğunu anlamaya çalıştım.

Çarşamba, Mayıs 14, 2008

Yılmaz Özdil'den..

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Kont, Dük filan...


Kayseri eşrafından tornacı hacı Ahmet Hamdi efendinin oğlu Abdullah, dün akşam, Windsor hanedanının várisi, Kral 6’ncı George’un kızı, Birleşik Krallık Hükümdarı, İngiltere Kraliçesi 2’nci Elizabeth Alexandra Mary ile birlikteydi.

*

Rize Güneysulu taka kaptanı Ahmet reisin Kasımpaşalı oğlu Tayyip ise, Yunan Kralı 1’inci George’un torunu, veliaht Galler Prensi’nin babası, Greenwich Baronu ve Edinburgh Dükü, Prens Philip Mountbatten ile sohbet etti.

*

Atatürk işte budur.

*

Devrimlerine savaş açılan Mustafa Kemal, takunyalıların öve öve bitiremediği saltanatı kovmasaydı... Abdullah ile Tayyip, ofis olarak kullandıkları Dolmabahçe Sarayı’nda bahçıvan bile olamazdı! Çünkü, bahçıvanlık makamı bile babadan oğula geçiyordu.

*

Homongoloslar bugün hálá "smokin caiz mi, değil mi" diye tartışırken, Mustafa Kemal, Batı standartlarını aşan bir vizyonla, Anadolu insanının önünü açmış; tornacı çocuklarına, taka reisi çocuklarına "fırsat eşitliği" sağlamıştı.

*

Eminönü esnafı imam Ahmet Bey’in kızı "first lady" Hayrünnisa Gül, balkabağının faytona dönüştüğü "peri masalı"nı andıran gecede, Kraliçe’yle göz göze geldiğinde neler hissetti, bilmem...

Ama 105 parçalık yenilmez armadayla Çanakkale’yi geçemeyen İngiltere’nin Queen Elizabeth’i, dün, hayranlığını özetleyen şu kelimeleri yazdı Anafartalar Kahramanı’nın özel defterine...

"Mustafa Kemal’e saygılarımı sunmak benim için büyük onurdur."

Cuma, Mayıs 09, 2008

Bir kaç haber.

Ben "Şampiyonluk Kupası"nın bir F-16 ile, İstanbul-Trabzon arasında turalamasını öneriyorum.

Şöyle, Karabük ya da Çankırı semâlarında.. Ortalarda yani.

Sonucun kesinleşmesi durumunda F-16'nın şehirlerden birine inmesi ve her iki alanda da bekletilen iki helikopterden birine alınması, o helikopterin konfetilerle sahaya inişi ne muhteşem olur. Topçular seremoni kürsüsüne gelmeden kupa ulaşmış olur, böylece..

İki kupa hazırlamaktan daha az mâliyetli değil mi, bu çözüm?

Maçlarda 80'li dakkalar..

Kule: alfa, charlie, victor 009, Hakan penaltı kullanacak. İstanbul yönünü baş al, alçalmaya başla..

Pilot: Roger.(Annaşıldı.) Vay a.k. Keşke Arda kullansaydı.

* * * *

Milliyet'te yayınlanan bir haber, yapılan araştırmada, en etkili iknâ yönteminin çok konuşmak olduğu yazıyordu.

Bir münâkaşa sırasında, çok konuşan tarafın, karşı tarafın zihin pillerini tükettiğinin anlatıldığı
bu yazıyı, arkadaşım C.'e ithaf ediyorum.

* * * *

Çok sevdiğim Sayın Unakıtan yine
müthiş bir söz etmiş. Kendisine Davos'ta neden otel odasında görüşme yaptığını soran gazeteciye;

"Görüştüm arkadaş! Ne o, otel odasında görüşmüşüm? Lan, Davos’ta her yer eksi 20, otel bahçesinde mi görüşeyim?"

* * * *

Öyle babana güvenip
dangalaklık, zeybeklik, kural tanımazlık yaparsan, ne baban kalır, ne kaymakamlık..

Allah'tan tanıklar var da.. Öğretmenin haklılığı ortaya çıkmış.

* * * *

Olduğun gibi görün mü? Göründüğün gibi ol mu?
Yoksa hepsi yalan mı?

* * * *

Bir gazata, iki karar. Burada ve Burada.. Gazete değil, yön tabelası mübarek. (teşekkürler Andelib.)

* * * *

Ha, bu arada, yıllardır bir gsm şirketi tarafından kertilmekten kurtulmamıza az kaldı..
Valla bak
buna gerçekten sevindim.

* * * *

Son olarak piyasanın çok durgun olması yüzünden işleri azalan erkeklere "Altın Günü" yapmayı öneriyorum.
Benden başlasın. Güzel börek yaparım. Ortaya karışık bir şeylerde hazırlarım.
Beklerim.

Çarşamba, Mayıs 07, 2008

Aranıyorlar mı, Yaşatılıyorlar mı?

Yer Kayseri'nin Erkilet ilçesi... ortam Erkilet Belediyesi web-sayfası... Web yöneticim eski belediye başkanlarından resimlerini bulamadıklarının robot resmini çizdirmiş sanki. Bunlar suçlu mu? Gülelim mi korkalım mı? Hadi bakalım...

http://www.erkilet.bel.tr/eskibelediye.htm


Erkilet bir ki, erkilet...

Persepolis

14 Mayıs Çarşamba günü CNBC-E'de 22.15'te gösterilecek Persepolis adlı filmden bir bölüm.

Salı, Mayıs 06, 2008

Emredersiniz Pikselansları!!?ÇXzzz

Biz de işler önce absürd başlar sonra doğruya evrilir, çevrilir, hatta bazen apar topar rafa kaldırılır ya, işte öyle bir hikaye bu da... Konu Vestel'in Pixellence'ı...Adından anlaşıldığı üzre piksel ile mükemmeliyetin buluştuğu bir ürün tanıtılıyor. Karakterlerin hepsi çatlak, gerçekdışı. O konuya girmeyeceğim. Bu reklam filminde ürün için bir işaret üretmeye çalışmışlar ki, çatlak doktor o işareti yapınca tam anlamıyla pot kırıyor.

O elinin tersiyle yaptığı "iki işareti", belki biz Türkler için bir şey ifade etmeyebilir, ama geniş anlamda İngilizce konuşanlar dünyasında kaba tabiriyle "ziktir git, nah" anlamlarına gelen bu işareti seçen reklam yönetmeni bu ayrıntıyı nasıl atlamış anlayamadım. Bir hatırlayalım; bizim el şaklatarak yaptığımız bir başka hareket de aynı anlama geliyor, ama yabancılar için bir şey ifade etmiyor. İşte bu durum onun tersi :) ...Anladınız siz anladınız...

İşte size o işaretin benim söylediğim şey anlamına geldiğini kanıtlayan bir resim:



Geçen senelerde Petrol Ofisimiz de benzer bir kazanın kurbanı olmuş, Po-man diye bir karakter üretmişti. Aslanlar gibi reklam yapmışız, bol alkış alıyoruz, çocuklar şen falan derken, yazın bizim Almancılar tatil beldelerine düşmeye, benzinliklerde depo doldurmaya başlamışlardı. Muhtemelen bir hiphop ağızlı üçüncü kuşak Türko-Alman gencin: "Hey baba bak reklam yapmış, yazıyor Po-man, ahhahahah.... Die Türken sind unglaublich(Türkler inanılmaz)" diye dalga geçmesiyle başlayan ve ilk kuşak göçmen dedenin "aboooov köt adam diyo leeen" diye utanca çeken bir kahkaha atmasıyla devam eden pot kırma hadisesi, Petrol Ofisimiz Genel Merkezine ulaştığında yöneticilerinin boyunlarından başlayan kırmızılık gözlerde ve kulaklarda zirve yapmış, şah damarları ar damarını taklit edercesine patlamaya, çatlamaya çalışıyordu.

İşte Po-man reklamını çakan bir gazetecinin olaya ucundan değindiği bir makale. Bu reklamlar arkadaşın dediği gibi ne fazla yerel ne de fazla küresel olmalı. O ayarı yapacak kişi de biraz genel kültür sahibi olmalı diye düşünüyom. Köt adam Po-man'ın logosunu görmek, hatırlamak isteyenlere tavsiye olunur bir link:

http://arsiv.sabah.com.tr/2006/01/09/akoz.html

Al işte, bugün TDK da tüm idealistleri ülkücü yapmadı mı?

Bence tüm bu olanlara o çatlak doktor tarzı "kurşun dökmek" gerek.

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

Yine sobeledim Fetoşum

Azılı fetoş Hakan Şükür'ün ku(r)tlu doğuş haftasını kutlamasını müteakip ortaya bir Fetoş haberi daha atıldı. Pakileri eğite koymuş gennisi. Pakistan'da fakir aileler parasızlıktan çocuklarını medreselere yazdırmak zorunda kalıyorlarmış. Burdan zaten müsbet ilimler eğitimi veren okullara alternatif okullara izin verildiği anlaşılıyor. Orda çocuklar radikal islamla tanışıyorlarmış. Ama Fetoş'un PakTurk(AkPak:)) okulları ılımlı islamcı eğitimiyle onları güya radikal islamdan koruyormuş. Pek makbul bir reçete olan bu çözümü Mr. Kalkavan destekleye koyarmış. Pervez Bey'e kolay gelsin diyor, onun da bana kolaysa başına gelsin dediğini duya koyuyorum. Cevaben de henüz gelemedi, Amerika'da diyorum.

http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=SonDakika&Kategori=dunya&ArticleID=524175&Date=05.05.2008&ver=80

İlk ağızdan okumak için her-halt dürbün ecnebi linki:

http://www.iht.com/articles/2008/05/03/asia/04islam.php?WT.mc_id=newsalert

Perşembe, Mayıs 01, 2008

Gaflet,Rahmet,Zahmet

Sevgili Türkekırgın’ın blogda ilgili habere link verdiği üzere malum, Vakit gazatasının (özellikle gazete yazmadım, zira gazete dediğin azmettiricilik yapmaz ) , pek dindar , dolayısıyla olması gerektiği üzere aynı zamanda da edepli olması beklenen yazarıymış , bir komploya kurban gitmiş. Ben gazetelerin ve kendisinin yalancısıyım, bilmem aslını astarını. Vakit okumaz , kendisini de tanımazdım ama son günlerde pek meşhur oldu,mecburen tanıdım.Ne cevhermiş kendisi meğer, ben ne yazık ki bu iğrenç komploya kurban edildikten sonra tanıdım.Herhalde kendisi bu işten sıyrılıp,gerçekler gün ışığına çıktıktan sonra da yazmaya devam edip , bizleri engin birikiminden faydalandırmaya devam edeceklerdir.

Hani ilkin fotoğraflara , olayın anlatılan ve basına yansıyan ayrıntılarına bakınca mazallah neredeyse cinsellikten soğuyacaktım. Ama kendileri ilim, irfan , usul,erkan bilen biri olduğu için eskiden verdiği bir beyanatıyla , elimden tutup beni içine düşmek üzere olduğum cinsellikten soğuma gafletinden kurtardı. Kendilerinin rahmet, gaflet, zahmet üzerine döktürdüğü görüşlerinden söz ediyorum. O ne engin bir edebi yetenek öyle. Düz yazı içinde bile kafiye yapmış, seci mi deniyordu buna edebiyatta, bu da ayrı bir övgü konusu…Lakin konumuz bu değil. Kendileri buyurmuşlar ki “eşlerimizle yatarız, neler neler yaparız”


Nasıl yani? Adama bak , o yaşındaki iddiasına bak. Sevgili Jubelum’un son yazısında bahsettiği üzere, biz o yaşlardaki insanların şekerdi, tansiyondu, romatizmaydı, bu tür dertlerden bahsetmesine öyle alışmışız ki, hem şaşırdım hem de utandım kendimden. Yani ayıptır söylemesi , düşünüyorum düşünüyorum , altı üstü kaç çeşit pozisyon olur ? Beş mi, on mu ? Yirmi???

Sayıyorum sayıyorum çıkamıyorum işin içinden. Kırk yıl düşünsem, benim muhayyilem şu “neler neler” kavramının içini dolduramaz gayrı. Kendi deyiminle gaflete fazla dalıp ,gafleti rahmet değil zahmet yapmışsın ya, şu bir tek cümlenle bu genç yaşımda bitirdin beni Emmi ya, ne diyim ben sana!