Çarşamba, Nisan 29, 2009

SIRADAN BiR ALBAY

"Tanrı'ya bu kutsal yemini ederim ki; Alman İmparatorluğu ve Halkının "Lider"i Silahlı Kuvvetler'in Başkomutan'ı Adolf Hitler'e kayıtsız şartsız itaat edeceğim.
Cesur bir nefer olarak, bu ant için her zaman canımı vereceğim."

Valkyrie adlı film bu cümlelerle başlıyor.
...ve devam ediyor;

"Hitler'in barış ve refah için verdiği sözler unutuldu..
ve geriye yıkımdan başka bir şey kalmadı.
Hitler'in Muhafız Alayı tarafından yapılan vahşet Alman Ordusu'nun onurunu zedeliyor.
Subaylar arasında Naziler'in işlediği suçlara karşı alabildiğince nefret uyandı.
Sivillerin katli, işkence ve açlıktan ölen esirler ve toplu Yahudi infazı."

Tom Cruise, filmde Albay Stauffenberg adlı sıradan bir subayı canlandırıyor. Gidişatın farkında olan sıradan bir subay karakteri...
... ve diyor ki;

"Bir subay olarak Hitler'e karşı koyacak cesareti kendinde gören bir tek general bulamıyorum.
Çevremi gerçekle yüzleşmeye isteksiz ya da yüzleşemeyen adamlarla sarılmış buldum.

Bir değişime gidilmeli.

Ya Almanya ya da "Lider"e hizmet ederiz, ikisine birden edemeyiz.

Ancak bu savaşın içinde, şimdi anlıyorum ki, Almanya'ya hizmet etmenin sadece tek yolu var.
Ve bunu yaparak hain olacağım.
..ve bunu kabul ediyorum..."

* * * *

Albay Stauffenberg, ideallere hizmet etmenin, kişilere hizmet etmekle mümkün olmayacağını anlayan bir subay olarak,
kimi zaman kendisiyle birlikmiş gibi görünüp arkasından kuyusunu kazan,
kimi zaman ilişkilerinden korkarak, gördüklerini görmemezliğe gelen,
kimi zaman "herşey bittiğinde kazanan tarafta olabilmek için" her türlü dans figürünü ustalıkla sergileyen insanlarla çalışmak zorunda kalıyor.

Albay ölüyor mu, kalıyor mu onu burada yazmayayım ama, tümüyle gerçek olan bu hikaye,
bizlere filmin sonunda, Berlin Direniş Anıtının üzerinde yazan bir kaç kelime ile veda ediyor.


Başını utançla eğmedin.
Adalet,
Özgürlük
ve Şerefin için
hayatın pahasına direndin.



Pazartesi, Nisan 27, 2009

SARIŞINLAR ve HAMAM

Geçtiğimiz hafta, yemekler, misafirlikler açısından yoğun günler geçti. Her akşam başka bir işkembe türünde yani.
Bunlardan bir tanesinde, Cuma akşamı gittiğimiz bir yemekte, açık olan televizyonda, M.Ali'nin bilmem kaç sarışın adlı programı vardı. Evin sahibi abim, öyle fazla tv seyreden biri olmamasına karşılık bana "Allah aşkına, şunu seyret, şu kızların cevaplarını gör." dedi bana. "İyi" dedim, öyle bakıyoruz işte.
Yarışmanın formatını bilmeyenler için, M.Ali'nin yanındaki yarışmacı ve programın eylemli sarışınlarına aynı soru soruluyor. Bilemeyen sarışınlar her soru sonunda, yarışmadan çekilirken onların puanları yarışmacıya yazılıyor, gibi bi şey işte. Neyse efenim, sorulardan biri "4 yılda kaç hafta vardır?" idi.
M.Ali yarışmacıdan cevabı aldıktan sonra, sarışınların cevaplarını almaya başladı.
Bunların içinde iki tanesi, dünyada sarışınlıkla ilgili genel kabul görmüş bir anlayışı öyle net bir şekilde ortaya koydu ki, bunun bilerek yapılıp yapılmadığını filan düşündüm.
Kızlardan biri önündeki tabloya 36 * 3 = 108 yazmıştı mesela. Tamam hesap doğru. İyi de, hadi bir yılda 36 hafta var diyelim. Ulan 3 nereden çıktı?
Bir diğeri ise yapmış olduğu hesabı anlatırken, "Bir çarpı dört yıl yaptım, dört çıktı." diye başladı.

Kısaca, gecemiz çok neşeli geçti.

* * * *

Çeşme Süzer otelin spa ve sağlık merkezini işleten bacanak, sağolsun, ne zamandır bana "Gel" deyip duruyordu. Cumartesi günü tek başıma çıktım yola. 25 Nisan, saat 16 civarında deniz sezonunu açmış bulundum. Yalnız var ya, suya atladığımda dıhandım. Kaldı ki, soğuk suyu acaip severim ama bu suya soğuk sıfatı yakışmaz. İki üç dakika sonra vücudumda karıncalar geziyor gibisinden bir hisle çıkıp bir saat kadar güneşe bıraktım malı mülkü.
Daha sonra, beni özel bir jakuziye aldılar. Etrafına, mumlar, çiçekler, tütsüler konmuş bir havuzda, loş bir mekanda, kendimi acaip müzikler eşliğinde kükürt kokulu fokurdayan bir suda beklettim. Böylelikle yumuşayan pandispanyamıza... (pardon çalışan annenin tariflerine gitti aklım.)

Akşam çıktık, Germiyan yalısında, Fethi'nin yeri denen balıkçı barakasından bozma salaş meyhanede, sütledik kendimizi. (Ara ara kollarımı kokluyom, haa diyorum bu kükürt kokusu benden geliyor. Kalamarda filan bir şey yok.) Sonra dönüş yolunda bir çorba, otelde yatmadan evvel acık arpa suyu ve yatış.

Pazar sabahı 11'de aktım normal insanların ortamına. Çenelerden akan erimiş kaşar peynirli domates çorbasından sonra, yine loş mekana indik abi.
Ulen, bu hamam, cakuzi, kese, masaj, kükürt işlerinin ne çok meraklısı var arkadaş.
Her dinden, her ırktan, her yaştan adem oğulları ve havva kızları, ellerde havlu, kafalarda bone girip girip çıkıyo bi yerlere...

Bana da verdiler abicim bir peştemal. Bacanak "hadi hamama" dedi...
İlk kez girdim ben öyle bir yere... Girer girmez, içeride adının Nazmi olduğunu sonradan öğrendiğim tellak çocuğa "evladım burası kaç derece a.q." diye sordum. "70" dedi abi. Nefes alınmıyo lan. İnsan kaç yaşında olursa olsun atasözlerinin doğruluğunu teyid edebiliyor. İki dakkada "uyhh, tirledim" oldum yani.
Nazmi bana bir kese yaptı, sonra böyle balon gibi yaptığı bişeyler kullanarak her tarafımı köpükledi, en sonunda da sabun (Hacı Şakir'miş, sordum) ile pür-u pak yaptı beni. Dışarıda bir beş dakika kadar nefeslenip, kendime geldikten sonra bu kez masaj odasına aldılar. Kafayı dayadık mı deliğe abicim. Masör bir de orada yoğurdu beni... Portakal yağları bilmem ne... "N'apıyon olm?" diyom. "Kulunç arıyom beyefendi..." diyo. Yaşınıza göre çok iyisiniz iltifatları arasında ayrılıyorum masaj odasından...

Bacanağın talimatlarına uyup, bir müddet öyle yağlı biçimde dolanıyorum ortamda. Sadece peştemal ve terlik. Haso İvedik durumu.

Bir müddet sonra bu kez büyük bir termal havuza giriyoruz. Tesadüf, o sırada kimse yok... İstediğim gibi kullanıyorum o koca sıcak havuzu...

Ve günün bitimine yakın, giyinip İzmir'e dönüyorum. (Bir müddet yıkanmamayı düşünerek.)

Biraz önce A.W. ile konuştuk. "Hafta sonu Bodrum'da bir tatil köyü, ultra herşey dahil inanılmaz bir fiyata tanıtım yapıyor, gidelim mi?" diye sordu.

"Herşey dahile hamam da dahil mi?" oldu ilk sorum.

Çünkü Otel'e peştemal ile giriş yapmayı planlıyorum. Arabadan öyle inip resepsiyona öyle giricem yani. Direk. Ne var ya, Allah Allaaah..

Pazar, Nisan 19, 2009

Teyyare...



Bu yazıyı yazıp yazmamak arasında hayli tereddüt ettim.
Valla bak.
Çünkü (ya da çünki) bâzı yazılar, blog sâhibinin karizmasını çizebilir.
Meselâ bir bayan, "ulen, bu abi denen adam nasıl biridir?" filân diye düşünürken siz öyle bir şey yazarsınız ki, kızın bi daha sizin bloğa bakası kalmaz. Ya da tam tersi. "Abi, bu bloğun sâhibası evlerden içeri bi kız herıld" diye düşünen bir adamın, tüm hayâli bir cümleyle yerle bir olabilir.
İşte, tam da bu bakımdan, hakkımda iyi şeyler düşünen insanların alttaki satırları okumamalarını ister(d)im. Böyle bir şeyin mümkünâtı olmadığını bilerek ve yine de insanların beni kafalarında canlandırdığı şekilde kalabilmem adına son kez uyarımı yineleyip, sabah başımdan geçen kısa hikâyeyi yazıyorum.

Önce gereken bilgiyi veriyorum.

Olayda adı geçen kişiler:

1- Volkan... Karşı komşumuz. Karısı hâmile. Evlerinde tâdilât var.
2- Lina... Geniz etinin büyüklüğü dolayısı ile, kulaklarında sıvı biriken ve bu sıvılar dolayısıyla da duyma güçlüğü çeken, ancak iki gün önce geçirdiği operasyon sonunda kulaklarının normâlden iyi duyduğunu yaptığım minik testlerle kendi kendime kanıtladığım kızımız...
3- Tabî ki ben...

Zaman:
Bu sabah...

Yer:
Evimizin banyosu...

ve olaylar gelişir;

Sabah kalkmışım... Karnımda acaip bir gaz... Kelimenin tam anlamı ile zaarrt diye osurmak istiyorum.
(Bak, hâlâ vazgeçebilirsin okumaktan. Çünkü bitircem gözündeki karizmamı...)
Ancak karşımda, bir kaç metre önümde, kulaklarının son derece iyi duyduğuna inandığım kızım Lina...
Ve dayanamıyor, salıyorum içimde ne var ne yoksa...
Çıkan sese ben bile şaşırıyorum ama Lina'nın garip bakışlarını sezerek ve salağa yatarak "Allah Allah. Bu ses de ne?" diye soruyorum.
Lina'nın yanıtı beklediğimden farklı oluyor;
"Volkan amcalayda tamiyat vay... Onun güyültüsü baba..."

Bittim şimdi ben senin gözünde... Di mi?

Okuma abi sen de burayı bi'daha...

Salı, Nisan 14, 2009

ZAT-I MUHTEREMLERiN TETiKÇiLERi

Dün akşam 90 dakika adlı programda, Haşmet Babaoğlu 'nun değindiği bir konuyu yazmak istedim.

Türk futbolunun bugün geldiği noktada, çok büyük bir tehlikenin varlığını anlattı sayın Babaoğlu.

Kulüp başkanlarının kendilerini ilâh görmesi, kendilerinden üst bir makam tanımaması,
o kulüpte oynayan gencecik çocukları tetikçi olarak kullanmaları üzerineydi, söylemleri...

Bu aslında sadece futbolla ilgili değildi bence... Toplumdaki tüm örgüt, dernek, kuruluşların yarasıydı.

Şöyle diyordu Babaoğlu;
"Kulüp başkanları, Federasyon başkanları, Hakemler, Futbolcular, Taraftarlar, hepsi birbiri ile kavgalı. Ama en tehlikeli olan şey, Kulüp başkanlarının henüz çok genç olan futbolcuları, borazanları, tetikçileri olarak kullanmaları, Onlara (Şimdi çık şöyle de... Şimdi bir daha çık, böyle de...) diyerek konuşturmaları... Zât-ı Muhteremlerin tetikçileri oldu bunlar."

Spor ve sevgi düşleri içinde bu işe soyunmuş gencecik beyinlerin yıkanarak, birer hiddet, hırs ve öfke makinesi hâline gelmeleri, birbirlerine "Kardeşiz biz..." demelerine rağmen, işi fiziksel tâcize kadar götürmeleri...

Bu gerçekten, spor gibi, içinde sevgi, saygı, kardeşlik, sevinç, hüzün gibi erdemleri barındıran bir olgu için en büyük tehlike.

Ancak suç, o gencecik çocukların, gencecik beyinlerin ve gencecik kardeşlerin değil...

Sırça kulelerinde bu işleri tetikleyen zât-ı muhteremlerin.

Ve bunu biraz aklı olan herkes biliyor.

Cumartesi, Nisan 11, 2009

Gelios/Gidios...

Bu yazıyı okumadan önce lütfen bir önceki yazıyı okuyun...




Operasyon için sabah 6,30'da kalkmayı plânladığımızdan, dün gece hayli erken yatmak üzere hazırlık yaparken çalan telefonda, Lina'nın KBB doktoru sevgili Lütfü Apaydın kardeşimin mutsuz sesini duyduğumda anladım bir terslik olduğunu...

" Abi bi sorunumuz var. Kayın birâderimi kaybettik şimdi..."
" ... Ne oldu? Nasıl oldu? "
" Kalp krizi... Çok ani oldu herşey. İstersen başka bir doktor ayarlayayım sana."
" Olur mu öyle şey Lütfü. Çok üzüldüm. Başınız sağolsun. Var mı yardım edebileceğim bir şey? "
" Yok abi. Yarın görüşürüz."

Neye niyet neye kısmet. Çocuğun operasyonu için hazırlanırken, bütün program değişiyor ve bir cenâzeye gidiyorsunuz.

Tabi, sabah hastanede sizlerle birlikte olmak için hazırlık yapanlara durumu bildirmek gerekiyor. Herkesi arıyorsunuz. Anneanneler, babaanneler, teyzeler, amcalar, dostlar, arkadaşlar.

Bazılarını sabaha bırakıyorsunuz. (hani arar mısın sabaha mı bırakırsın hesâbı)

İşte bunlardan birisi de arkadaşım C.

Yaklaşık bir saat önce aradım bunu...

(Sonradan anlattığına göre, kalkmış, salonda uzanmış, televizyon seyrediyor. Ergenekon operasyonundan bahsediliyormuş programda. Bu da dalmış, sabah mahmurluğuyla öyle bakıyor ekrana...
O sırada, ben arayınca çalıyor telefonu. Gözlük yok gözünde. Mâlûm, yaşlar elli, gözler artık eskisi gibi değil. Arayanı göremiyor haliyle ama açıyor telefonu ve diyor ki;)

- Alo.
- Operasyon iptâl.
- Kimsiniz kardeşim, benimle ne alâkası var. (Ergenekondan aradılar zannediyor.)
- Oha. Şşşt, C. Ben abi lan. Lina'nın operasyonu iptâl oldu.
- ...haa, günaydın. Ben dalmışım televizyona. Ne oldu, nası oldu?

* * * *

Hayat bu be işte.

Doğum, nikah, cenâze, ameliyat, hastalık, üzüntü, şüphe, gırgır...

Reklâmda diyemediği gibi;

Yiyiyos, içiyos, gezios ama...

aslında;

Geliyos, Büyüyos, Tikiyos, Ürüyos, Ölüyos...

Adios.

Cuma, Nisan 10, 2009

GENiZLERi ETLi KIZLAR...

Tarih tekerrürden ibâret, değil mi?

Lina, yarın sabah 07,30'da İzmir Kent hastahanesinde, geniz eti operasyonuna giriyor. Ayrıca biriken sıvının dışarı rahatça atılabilmesi için her iki kulağa da tüp takılacak. Basit bir operasyon belki ama ful-narkoz olayı kasıyor haliyle...

Endişe ve heyecan var...
Normâl.

Kendisinin haberi yok.
Olmamasının daha uygun olacağına karar verdik.
Fazla bir şey hatırlamasını istemiyoruz.
Önce bir şurup verecekler ve öyle geçirecekler kendinden...
Sonrası...
Sonrası Tanrı'ya emânet.


Doktor "Aç ağzını göreyim, bademcikleri" dese, bu fotoğraftaki kadar açmaz... Biliyorum.


Yirmi seneden fazla oluyor, Big daughter'da aynı operasyonu geçirmişti. Narkozdan ayılırken bir garip çırpınmıştı da, doktoru hırpalamıştım "Ne oluyor?" diye...

Zaman nasıl geçiyor...?

Çocuklar nasıl büyüyor...?



Böyle iki kızın babası olmak nasıl bir duygu, biliyor musunuz?

Çok acaip...

Bize müsaade bir kaç gün.

Sağlıcakla kalın.

Cuma, Nisan 03, 2009

11 metrede iskelet bulmak...:)))

1980'de, 69 yaşında emekli bir alman intihar etmeye karar verir.
Ormana gider. Kendisini önce bir ağaca bağlar ve sonra vurur.

O dönemde kimse amcayı bulamaz. Ve olay polis kayıtlarına "Kayıp" olarak geçer.

29 yıl boyunca ağaç 11 metre büyür.
Olay, bir delikanlının ormanda dolaşırken, bir ağacın üzerinde emekliden arta kalan kemikleri görmesi üzerine ortaya çıkar...

Ne işler, ne işler.

Uçan ADAM...

Perşembe, Nisan 02, 2009

Sosissiz Hava Sahası

1-7 Nisan kanserle mücadele haftası. Dönel kavşaklara kanser haftası diye pankart asmakla mı oluyor kanserle mücadele? Niye onca memuru- uzmanı kadrosunda bulunduran koskoca Devlet İstatistik Enstitüsü ile Sağlık Bakanlığı bir yılda ülkemizde kaç kanser vakası ile karşılaşıldığını, ne tür kanserlerin yaygın olduğunu, bunun bölgelere göre dağılımının ne olduğunu ve sebeplerinin ne olduğunu araştırmaz, araştırıyorsa bu haftanın hatırına kamuoyuna açıklamaz? Niye insan sağlığını doğrudan ilgilendiren ürünleri üretenleri, ilgili kamu kurumları yeterince denetlemez? Niye üretimle ilgili standartları belirleyip, sıkı şekilde uygulatmaz? Niye hala yemeğimize ektiğimiz kırmızı biber mi, tuğla kırıntısı mı, margarin plastik miymiş, zeytinin siyahı kimyasal boyadan mı gibi sorularla boğuşuruz? Niye uygar ülkelerde rahim ağzı kanseri aşısı standart aşılar arasında yer alırken, biz de gereksiz bulunur?

Neden ilgililer Karadeniz bölgesinde son yıllarda yoğun olarak karşılaşılan kanser vakalarının Çernobil kazası ile ilgisi bulunmadığı şeklindeki resmî iddiayı rakamlarla ispat etmez. Biz araştırma gereği duymuyoruz ama elin Enstitüsü boş durmamış araştırmış -aynı dünya yüzünde bulunduğumuz için arada beleşe öğreniyoruz- ülkemiz aldığı doz itibariyle ilk yıl Çernobil kazasından etkilenen ülkeler arasında onbeşinci sırada. Niye hala Sinop'a nükleer santral yapacağız diye yırtınıyoruz, kilometrelerce uzakta mevcut olan her hangi bir nükleer santralden beleşe doz almak imkan ve ihtimali varken bunca masraf yapıyoruz?

"Bir çocuğun yılda 12 sosisten fazla sosis yememesi öneriliyor." muş!
E yasaklayın kardeşim o zaman!

Salam-sosis-sucuk ve hazır hamburger köftesi, içerdikleri yüksek sodyum nitrat nedeniyle kanser riski içeriyormuş. Nasıl bir inceleme yaptılarsa artık, 12 sosis sınırı dolaşıyor dillerde. Peki 12 sosisi yiyen çocuk buna ilave olarak kaç dilim salam yiyebilir, yoksa bunlardan birini mi seçmek durumunda? Hamburger köftesinin sınır rakamı niye belirlenmiyor, bu işten kim sorumlu? Her gün her dakika gözümüze sokup duruyorsunuz, sigara içmeyin, alkol almayın diye. Niye kimse hamburger yemeyin, cips, çikolata, kraker yemeyin diye bas bas bağırmıyor da "makdanıldz gibisi yok" cingılı kulaklarımızda çınlayıp duruyor? Vejeteryan olmak da çare değil, sebzenin meyvenin içi ayrı, dışı ayrı zehir. Aç gezmek de çözüm değil, cep telefonu,televizyonlar ( burada yaptıkları yayınların kanserojen etkisinden bahsetmiyoruz ), şampuanlar, saç boyaları, kozmetik ürünler , mobilya cilası, deterjanlar şunlar bunlar.

Hafızamız da ilk günkü gibi canlı kamera önünde "radyasyon neyim yok bakın aha da içtim" diyen bakan görüntüleri, Lablı Fab deterjanı reklamları. Kişisel olarak yapabileceğiniz çok fazla bir şey yok. Yapabilecek durumda olanlar gereken tedbirleri almıyorlar.
Bu durumda bence herkes birbirine iyi davranmalı, hiç bir şeye üzülmeyip, hayatın keyfini çıkarmalı.
La dolce vita!