Perşembe, Temmuz 30, 2009

iki kadın...

Farklı zaman dilimlerinde, dünyanın farklı yerlerinde doğan iki kadının kısa öyküsü bu.

Kadınlardan bir tanesi, 1940 doğumlu.
Diğeri 1922.

1940 doğumlu olan, ikinci dünya savaşı sürerken Almanya'da doğmuştu. Savaş çocuğu bu güzel Alman kızının adını Heide koydular.
Diğeri ise Kurtuluş savaşı bittiğinde Türkiye'de dünyaya gelmişti... Cumhuriyet kızıydı. Adını Şukûfe koydular.

Heide, bir Yunan yakışıklısıyla evlendi. İki tane kızları oldu.
Şukûfe ise bir Türk yakışıklısıyla birleştirdi hayatını. İki oğulları oldu.

Heide, kocasının bir Akdeniz'li olması yüzünden, rebetiko'yu, uzo'yu, tesbihi, metaxa'yı, çiftetelli'yi öğrendi.
Bu kültüre sempati duydu. Hiç bir zaman dışlamadı Akdeniz'i, Ege'yi.
Şukûfe ise aldığı eğitim ve kültür ile, hem yıllarca İzmir Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı, hem de çok okudu, çok geliştirdi kendisini. Hiç bir zaman dışlamadı Avrupa kültürünü.

Heide'nin küçük kızı ile Şukûfe'nin küçük oğlunun Aachen'da tanışmaları, birbirlerini sevmeleri ve evlilikleri birbirini hiç tanımayan bu iki kadını biraraya getirdi.

Heide ve Şukûfe 1993'te birbirlerini ilk kez gördükten sonra, her sene birlikte yapılan tatillerde on-onbeşgünlük periyodlarla birlikte oldular.

Ne Heide Türkçe öğrendi, Ne Şukûfe Almanca.
Ama birlikte içkiler içtiler, güldüler. Bir kaç ingilizce sözcükle birbirlerine olan sevgi ve saygılarını ifade ettiler yıllarca.

Ben, Heide'yi doksanlı yılların başında tanıdım. Olağanüstü espri yeteneği olan bu kadın hâlâ içkisinden, sigarasından ve hayattan keyif alıyor. Ve mutlu. Belki de bize öyle hissettiriyor, bilmiyorum.
Ama hep dimdik...

Şukûfe'yi ise otuzbeş yıldır tanıyorum. Espriden anlıyor, gülüyor. Güldürüyor.
87 yaşında... Rakısını içiyor, tavlasını oynuyor. Ve mutlu. Öyle görünüyor. O'nu da ilerlemiş yaşına karşın, hiç omuzları çökük görmedim.

Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, tatili biten Heide'yi havaalanına uğurlamak üzere hepimiz erkenden kalktık. Şukûfe ile Heide, birbirlerinin dilinden anlamayan bu iki kadın, bir Bitez sabahında erken saatte vedalaştılar.
Önce sarıldılar birbirlerine. Sonra daha sıkıca sarıldılar.
Şukûfe "Bir dahaki seneye görüşebilecek miyiz?" diye mırıldanırken ağlamaya başladı.
Yıllardır, oğullarından ayrılmasını defalarca izlediğim bu kadını ilk kez ağlarken görüyordum.
Heide ise Almanca, benim anlamadığım şeyler söylerken gözleri dolu doluydu.

O'nu havaalanına bırakan Tahsin, döndüğünde, Heide'nin yol boyunca ağladığından bahsetti.

Biz Tahsin'le anneanne ve babaannenin ilişkisini konuşurken az ötemizde, damarlarında Yunan, Türk ve Alman kanı dolaşan torunları, Selin havuzda yüzüyordu.

Kimbilir yıllar sonra tanışacağı, seveceği, evleneceği erkek nerelerdeydi şimdi.

Ve bu ilişki başka hangi sevgileri ve dostlukları körükleyecekti.

Cuma, Temmuz 24, 2009

Pause II

Abilerim, aplalarım.

Tekne ile Gökova gezimizin detaylarına giremeden, bu akşam üzeri, bu kez "aileni sevindir" ortamında ma-aile Bodrum'a kaçıyoruz. Dönüşte yazıp anlatacağımız şeyler birikmiş olacak elbette.
(Chakotay, emanetini Tez'e veriyorum. Bir hafta içinde sende olmuş olur.)

Salı akşam üzeri dönmeyi hedefliyoruz.

Yalnız gittiğimiz yerde bu kez internet bağlantım olduğundan ara ara bakarım şeyin durumuna. Siz yazın edin anacım. Ben okurum.

Hadi gari.

Biz gidip durus.

Çarşamba, Temmuz 22, 2009

Gözler Anlatır...


Sözler düğüm düğüm olur
Boğazında tıkanır.
Suskunluktur asıl olan
Bırak, gözler anlatır…
Not: Fotoğraf 2006 da İzmir'de Konak-Karşıyaka vapurunda çekildi...

Pazartesi, Temmuz 20, 2009

Pardon, isim neydi?

Dün öğlenden sonra başlayan internete bağlanamama problemi için ttnet destek hattını aradım.

-İyi günler, ben Selin. Nasıl yardımcı olabilirim?
-İyi günler Selin hanım. Adım Haluk A.... Nete giremiyorum.
-Haluk bey, öncelikle isminiz nedir?
-E Haluk işte.
-Hıı...

Perşembe, Temmuz 16, 2009

Sıfır - Üç Adamları

Saatsız bir sabahçı kahvesinde saati soruyorlar,
Saat görmemiş ellerimizle üçü gösteriyoruz.
Ak saçlı bir adam sabahımızı kutluyor,
Tek dişli ağzıyla.

Seni oralarda bulur gibi oluyoruz,
Ama aramıyoruz.
Yarın diyoruz sıfır üçte,
Yarın bakalım diyoruz.

Biz yarınsız olduğumuzu adımızca biliyoruz,
Yani sen yoksun.
Belki de
Yani sen varsın demek istiyoruz.

Yani biz sıfır üç adamıyız,
Ölmecesine.
Yani yaşayıp gidiyoruz.



Not : Galiba saat sıfır üçtü, yanında da bir duble haysiyetli rakı vardı .

Pause' un sırrı çözüldü :)


Hürriyet' in haberine göre Abi ekip otosundan uçmuş ama bu bizim güzel Abimiz olamaz değil mi; bizimki uçmadı deniz yoluyla kaçtı çünkü :)))

Çarşamba, Temmuz 15, 2009

Pause







Abilerim, Ablalarım...

Biz, biz derken T.K, S.Ö. ve Ş.Ö. ve ben, yani dört koca herif, bir maceraya atılmak üzere ufak bir yelkenliyle yarın sabah itibarı ile Gökova'ya çıkıyoruz.
Arkadaşların üçü de yeni kaptan! Neler olacak, bizi ne bekliyor, bilmiyorum.
170 kilometre yol yapçaz ve teknede bizden başka kimse yok... Dört kişiyiz.
Artık rüzgar nereye götürürse oraya... (Ulen ne manyaklık ha.. Araba ile bir saatte gideceğin mesafeyi üç günde gidiyos:))
Ola ki Pazar, Pazartesi benden ses çıkmazsa Yunan hapishanelerine bir göz gezdirin.
Hoş hepimize birden bi'şey olursa, davul zurna çalacak olanlarda var ya, o başka bir yazı konusu...

Ben mutfak işlerinden sorumlu devlet miçosuyum. Üç kaptana üç gün içinde kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği çıkartacağım. Şeyimi, meselâ tenceremi tavamı sallasam kaptana çarpıyo teknede...:)
Bu akşam saat 20-21 aralığında Bodrum Kipa'da alışveriş yapıyor olacağımızı sanıyorum. Bir erzak listesi yapmışım ki evlerden dışarı. Böyle detay olur mu be?

Bu kısa tatil yüzünden göndereceğiniz yorumlar en erken Pazar akşam yayımlanır. Bilginiz ola...
Bir hatam varsa affola...
Kaptanların bir hatası olursa ne ola, onu bilmem.
Hadi paşpaş.
Bloğunuzu helâl edin anam.


şşş, can yelekleri nerde a.q.?



Gökova hava durumu...

gözü olanın gözü çıksın bu arada.:))))

Pazar, Temmuz 12, 2009

Babalar Günü Hediyem...

Çocuklarımız aslında bizim değiller… Onların hayata gelmesine vesile olduk ve onları yüreğimizin en güzel odasına yerleştirdik. Onlarla birlikte güldük, onlarla birlikte ağladık. Onlarla birlikte korktuk, kimi zaman birbirimizi korkuttuk. Kimi zaman sevindik, kimi zaman umutlandık, bazen de hayal kırıklıkları yaşadık. Velhasıl hayatı paylaştık. Ama onlar bizim çocuklarımız değiller. Onların bizimle yaşamalarına izin veren hayatın çocukları. Onları bize sormadan verdiği gibi elimizden de alabilecek olan hayatın…
Kızımla birlikte, harika bir gün geçiriyordum. Eşim, kızım ve ben babalar günü arifesinde, kızım ve annesi dedemize ve bana hediye almak istemişlerdi. Yaz aylarında klimalarıyla insanı biraz rahatlatan alışveriş merkezlerinden birindeydik. Ve sıcak bir haziran günü insanların bedenlerini serinleten alışveriş merkezi benim ruhumun mezarı olmak üzereydi.
16 aylık kızım, eşim ve benim yanımızda, bebek arabasına oturmuş bir şekilde etrafını seyrediyor, her zaman olduğu gibi diğer insanlara laf atarak, sevimlilikler yaparak eğleniyor ve bir o kadar da çevresini eğlendiriyordu. Sadece 10 saniye, evet sadece 10 saniye kızımdan gözümü ayırdım ve eşimle konuşmaya daldım. Her ikimizde ilgisiz ebeveynler değildik, ancak 10 saniyeliğine de olsa bir kızımız olduğunu unutmuştuk. Arkamızdan gelen hırıltı sesi ruhumuza saplanan hançer olarak duyurdu kendini. Dönüp baktığımızda bembeyaz olan yüzüyle nefes alamayan biricik Doğa’mızı gördük. Saçındaki tokaların ağzında olduğunu ve çıkaramadığını fark etmemiz ve müdahale etmemiz arasında sanki zaman donmuştu. Zor da olsa 2 adet tokayı çıkarmayı başardık. Ancak Doğa’da hala anormallikler devam ediyordu. 3 adet tokası olduğunu biliyorduk ve 3. tokanın arabasının içinde ya da yere düşmüş olması için dua ediyorduk. Ama değildi. Ölümle yaşam arasında ki kemerli kapının kilit taşı gibi 3. toka kızımın boğazına takılmıştı. Ve Tanrı o kapının açılmasına izin vermedi. Yaşam tarafında bıraktı minik Doğa’mızı. Hayatın çok yeni bir yavrusuydu çünkü. Daha 16 aylıktı. Kan damlıyordu ağzından ve tanrı hayatı o kanla geri verdi doğaya. 3. Tokayı kanlar içinde istifra ettiğinde tıpkı doğduğunda ruhuna verilen ilk nefes gibi ciğerlerine doldurdu hayatı minik Doğa. Korkmuştu, titriyordu, istediği tek şey annesi ya da babasının sıcaklığını hissetmekti.
Eşimle olayın şokundan kurtulmamız ciddi bir süre aldı. İkimiz de suskun bir suçlama yapıyorduk kendimize. Bir yandan da minik Doğa’nın korkmuş ve ağlamaktan titreyen bedenine sarılıyor, korkularımızı ve tanrıya olan şükranlarımızı paylaşıyorduk yavrumuzun teninin sıcaklığıyla. Sonrası acil serviste geçen 1 saat ve ciddi olmayan ve boğazın çeperinde yer alan minik sıyrık.
Eşim “keşke takmasaydım o tokaları, keşke böyle bir olay olmasaydı” diyordu, eve dönüp Doğa’yı yatırıp baş başa kaldığımızda. Bense o zaman anladım bu olaya “kötü” ya da “keşke” olmasaydı dememeyi. Çünkü o bize iyilik yapandır. Hayatın ne denli kontrol edilemeyeceğini anlatandır. Dersler veren ve şükrettirendir.
Babalığın, sadece çocuk sahibi olmakla elde edilemeyeceğini anlamış ve babalar günü hediyemi bizzat Tanrı’nın kendisinden almıştım.

Perşembe, Temmuz 09, 2009

3 film...

15-20 gündür hiç televizyon izlemiyorum. Haber dinlemiyorum. Ama film izlemeden yapamıyorum. Kayıda değer bulduklarımı da size yazmaya çalışıyorum.



Narkotik polisiye sevenler "We own the night"ı izleyebilir. Özellikle yağmurlu havada, arabalar arasındaki silahlı çatışma sahnesi etkileyici idi.



Spor, cesaret, insanlık ve benzer duygular üzerine bir film; "Radio". Gerçek bir hikâye.



ve "The Jacket". Güzel bir film. En azından Keira Knightley adına... O ne yaaa?

O ne yaaa 'nın bir fotoğrafını da koyayım bari de, hani bilgi niyetine.


Çarşamba, Temmuz 08, 2009

Koku...


Bilmiyorum bazen size de olur mu? Bir yere girersiniz, burnunuza bir koku çalınılır. Bir anda alır sizi hiç tahmin etmeyeceğiniz bir yere götürür. Bilinçaltınızın bir yerine saklanmış adresi bulur çıkartır ortaya. Unutulmuş ya da unuttuğunuz sandığınız eski aşkınızı, ilkokul günlerinizi, yatılı okul yemekhanesini ya da bambaşka bir şeyi karşınızda bulursunuz. Benim böyle kokularım var, beni alıp götüren. Hadi sizde en az iki tane söylesenize…

Salı, Temmuz 07, 2009

Navigaytion...

Bir kaç gün önce Senatör'den gelen bir e-mail ve fotoğrafları sizinle paylaşıyorum.


Antwerp neşeli bir şehir, her haftasonu bir aktivite veya bir eğlence mutlaka var. Genelde de bu aktiviteler bizim evin tam karşısındaki nehirle yolun arasındaki eski Antwerp limanının orada yapılıyor.

Cuma bir hareket başladı aniden eski limanda. Dedim ki gene bir şeyler var bu haftasonu. Akşam Su döndüğünde sordum ona, nedir bu diye. Çünkü tam karşımıza bir metal kule inşa edildi şöyle 6 metre boyunda falan, üstüne de bir bayrak, bayraktaki yazıda "Navigation". Ben denizcilik etkinliği falan diye tahmin ederken Su dedi ki; "dikkatli oku." Bir daha baktım, yazan şuydu; naviGAYtion... GAY bayramı :).


Anlayacağın Cuma gününden başlayarak tüm haftasonu bolca miktarda değişik tercihli vatandaşları görmek mümkün oldu. Ama tabi bu arada bizim karşımızda bir curcuna ve gürültü ki, anlatamam.


Bizde Cumartesi saat 10 gibi attık kendimizi şehrin sokaklarına, biraz alışveriş biraz indirime girmiş dükkanlardaki satılan malları inceleme şeklinde turumuza devam ederken saatin 15.30 olduğunu görüp eve doğru yollanmaya karar verdik. Aslında ben eve girmeden bir yerlerde oturup birşeyler içelim diye aklımdan geçiriyordum.. Söylee buzz gibi bir bira falan. Eve doğru yaklaştığımızda geçmemiz gereken bir meydan var, iki sokak sonra da eve ulaşıyoruz.

AAA... O da ne, meydan ağzına kadar çadır dolu.. Eh dedik, girelim bakalım ne varmış burada...

Abi, körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz... Bira festivali imiş.:))) Neyse çıkışımız 17.30'u geçti. Bendeniz de değişik biralarin yeterince tadına baktım.

Su ile birlikte ayakta, ellerimizde poşetler, biralarımızı yudumlarken sen geldin aklımıza... Seninle ilgili biraz gırgır yaptık ayak üstü, dedik ki bunu Abi'ye de anlatmalıyız. Bir iki resimde çektik...

Aklımızdasınız hep ...

Öpüyoruz. Hepinize sevgiler...

Pazartesi, Temmuz 06, 2009

Deli Gömleği...

Perde henüz kapanmadı
Bitmedi oynadığımız tiyatro.
Işıklar altında olsak da rolümüz karanlık.
Kostüm diye giymişiz deli gömleklerini
Senaryoyu oynamalı artık.
Not: Fotoğraf İzmir Ödemiş'in 2 km yakınındaki Birgi Beldesinde çekildi...

Cumartesi, Temmuz 04, 2009

baş başa...

Gecenin çok ileri saatleri...



- Gel otur karşıma da şöyle iki kadeh rakı içelim birlikte...
- ...
- Sen ve ben işte, yok başka kimse...
- ...
- Öylesine... Yok bi'şey. Sâdece canım çekti.
- ...
- Farkındayım çok geç. Baksana, Mehtâbın güzelliğine..
- ...
- Üç gün sonra dolunay.
- ...
- Ben de aynısını düşündüm. Ay devreleri 29,5 günde bir olduğuna göre, 3 Ağustos aşağı yukarı dolunaya denk gelecek...
- ...
- E keyifli olur tabi. Mehtap ve rakı. Ateşte yakarız belki...
- ...
- Eveli gündü yıldönümü...
- ...
- Hiçlik.
- ...
- Var, Allah'larından bulsunlar.
- ...
- Şart mı?
- ...
- Eee?
- ...
- Bak kayboluyor yavaş yavaş.
- ...
- Bu gibi görüntülerde insan hakikaten bir gezegende yaşadığını anlıyor.
- ...
- Sanmıyorum. Rakı yoksa yaşam da yoktur.
- ...
- Şerefe. İnsanlığa... İnsan ırkına... İnsan olanlara...
- ...
- ..
- .
-

Cuma, Temmuz 03, 2009

Nazım ve Metin...

İki kişiyi hatırladım bu akşam. İlki Nazım. Bilenler bilir Nazım ustanın yeri bende bambaşkadır. Hani bıraksanız saatlerce konuşabilirim onun hakkında. Gecenin bu saatinde içimden onu anmak geldi. Yok yok siyasi yönüyle değil, aşkları ve hemen aklıma gelen bir şiiri ile;

İstanbul'dayken Jöntürklerin Tanin Gazetesi yazarlarından birinin kızına aşık olmuştu. Ve Nazım bir kez aşık olmaya görsün, gözü hiçbir şey görmezdi. Sevmek onun için insan olmak demekti. Sevmek, birbirinin gözüne bakmak değil, aynı yöne bakmaktı. Nihayet Nazım Hikmet için sevmek yaratmak demekti:

“Benden sorulur oldu
dünyanın hali artık
İnsan ve toprak,
karanlık ve aydınlık.
Anladın ya,işim başımdan aşkın,
beni lafa tutma gülüm
ben sana aşık olmakla meşgulum.”

Ve tabi Metin Altıok, ne diyebilirim ki tam da bugün saçma sapan bir yangına kurban verdik.
Bir kabuk içinde
Birbirinden ayrılmaz
(:)
Aşk ve acı yüreğimde
İkiz badem içidir.

Perşembe, Temmuz 02, 2009

Tükenmezin arka tarafı

Ceku'nun annesi ve babası uzun yıllar önce ölmüş, o da oğlan kardeşi ile birlikte yaşamaya başlamıştı. Kaan'la evlenmeye karar verdiklerinde, kardeşine ufak fakat güzel bir ev tutmuşlar ve kendi oturdukları evi elden geçirip orada yaşamayı planlamışlardı.Karşıyaka'nın şirin bir sokağında olan ev, Kaan'ın annesi ve babası ile oturduğu eve de pek uzak değildi.
Nikah günü yaklaştıkça hazırlıklar artıyor, işler bitmeyecek gibi görünmeye başlıyordu.
O gün Ceku, oğlan kardeşinin yeni evine taşınmasına yardım ettikten sonra, Kaan'la birlikte, evden atılması gereken, artık kullanılmayacak olan eşyaları kolilere doldurmuş ve akşam üzeri evin önündeki çöp tenekesine atmıştı.
Kaan "Artık eve çıkmayalım, annemlere uğrayalım buradan, akşam da orada yatarız. Evi de yarın toparlarız." dediğinde, fazla da düşünmeden kabul etmişti.Akşamın ilerleyen saatlerinde Ceku, ertesi gün işe gitmek için kıyafetinin uygun olmadığını düşünmüş, Kaan'a "Gel bi koşu gidip evden bir kaç parça bir şey alalım." demişti.

* * * *

Sokaklarına dönen köşeye geldiklerinde sezmişlerdi ortamın garipliğini.
Balkonlarda insanlar meraklı gözlerle izliyorlardı sokakta olanları.
Polis arabaları vardı. Barikatlar kurulmuştu köşelere. Ve tam apartmanlarının önüne çekilmeye çalışan sarı kordonlar...
Şaşırdılar.Usul usul yaklaşırlarken, "Bomba, bomba var galiba." sözlerini duymaya başlamışlardı.
Çevredekilerin ve özellikle polislerin tüm dikkatlerinin çöp kutusuna odaklandığını farkettiklerinde, duydular sesi...
Çöp kutusundan gelen ses düzenli olarak "vik vik vik" diye ötüyordu.
Herkesin dikkati seste ve büyük çöp tenekesinde olduğundan, kimse Kaan ve Ceku'nun birbirine garip bir ifadeyle baktığını farketmedi.
Kısık bir sesle sordu Kaan; - Sen eski alârmı atmıştın di mi?-Ceku aynı tonda cevapladı; - Hımm.K- Bu onun sesine benziyo di mi?C- Benzemiyo, aynısı...
Kaan bir an düşündükten sonra, çöp kutusuna son derece ihtiyatla(!) eğilmiş olan, bir elinde fener diğerinde ise bir tükenmez kalem tutan polise yaklaşmaya çalıştı...Diğer polisler; -Yaklaşma hemşerim, bomba olabilir.- dediler.Kaan "Bomba değil o, ben biliyorum ne olduğunu." diye yanıtlayınca, tükenmez kalemin tersiyle çöp kutusunu kurcalayan polis doğrularak "Ne peki?" diye sordu.
"Biz az evvel eski eşyalarımızı attık buraya... İçinde bir de pencere tipi eski alârm vardı. Bu onun sesi sanırım."
"Eh be hemşerim, çalışır halde alârm atılır mı çöpe?"
"Abi, içinde pil olup olmadığını bile hatırlamıyorum. Bir sürü şey attık kolilerin içinde. Çalışmayan bir şeydi o da. Belki çöp karıştırıcılar yanlışlıkla açma tuşuna filân dokunmuşlardır."
"Al o zaman feneri ve tükenmezi, sen bul şunu..."
Kaan tereddüt etmeden daldı çöp tenekesinin içine, bir dakika bile geçmeden çıkarttı vikviklemekte olan parçayı dışarıya... Düğmesini kapatınca seste kesildi...
Polis, sert bir hareketle Kaan'ın elinden aldı ufak beyaz âleti. Evirdi, çevirdi. Düğmesini açtı, vikvik edince kapattı.Sonra yere attı. Üzerinde tepindi. Durdu baktı. Bir kaç kez daha vurdu tabanıyla. Darmadağın olduğuna emin olduktan sonra, bomba imhâ araçlarını ( tükenmezini ve fenerini ) geri istedi.
Barikatlar ve sarı kordonlar kaldırıldı. Ekip arabaları olası bir başka bomba ihbarına müdâhele etmek üzere mahalleyi terk ettiler. Konukomşu olağan hâllerine döndü.
Ceku ve Kaan ise evlilik hazırlıklarına devam ediyor...

Çarşamba, Temmuz 01, 2009

Sokak Kedisi...

Daha öncede dedim ya; Bunlar hep gece yarıları oluyor – yirmi dörtlerde, Susuk bir yalnızlığım oluyor – anasonlu, işte o vakit kendimle buluşmaya gidiyorum. Hiçte hoş bir buluşma olmuyor doğrusu, bulmayı umduğumla bulduğum birbirleriyle hiç örtüşmüyorlar. Aslında Özdemir Asaf beni ikaz etmişti ama ben onu ciddiye almamışım. Demişti ki;

Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum...
Aslında niyetim kendimi bulup hemen geri dönmekti. Ama olmadı. Karşımdaki ondan hoşlanmadığımı anlayınca otur dedi, oturda konuşalım. Sen bugüne kadar” aradığına” değil de “kolay bulacağın yerdeki şeylere” bakmışsın. Sonra da kolay yerde bulduklarına, tamam işte zaten bunları arıyordum deyip, gözlerinin içine baka baka kendini kandırmışsın. Yeni deneyimleri göze almamışsın.


İşte burada isyan ettim, çünkü benim yontum hiç bitmedi, bindiğim tren çöl kenarından geçti, ben yüzeyime kum motifleri işledim, aynı tren deniz kenarından geçti, ben yaptıklarımın hepsini sildim dalgalar daha keyifliymiş dedim. Ama beni rahat bırakmadınız ki, herkes bir şeyler söyledi gün geldi isyankâr olmamı istediniz, başka bir gün itaatkâr. Kimi zaman girişimi ele al dediler, sonra boş ver, uyum uğruna boyun eğ dediler. Bir tarafta içgüdüsel isteklerim, diğer yanda toplumsal varlık olarak benden beklentiler. Beklentileri gerçekleştirmeye çalışan özgür insan, çok komik değil mi?

Ama çok sıkıldım ben böyle yaşamaktan, bana hesap soranı çektim daha da yakınıma, dinle bak dedim, şimdi sana ne yapmak istediğimi söyleyeceğim;

Okulları kırmak, oyunlarda mızıklamak, sonu belli masallara burun kıvırmak istiyorum. Avutmalara rest çekip, baş okşamalara sivri dille cevap vermek, nasihatlere nanik yapıp, kanayan dizime boş vermek istiyorum. Tüm haksızlıklara karşı iki ayaklı bir protesto bayrağı olmak, boyalı lolipopları yere atmak, eleştirel aklın kapı zillerini çalıp çalıp kaçmak geliyor içimden. Bitmedi; Karanlık pencere camlarına taş atmak, yağmurlu yolun sonunda varlığını bildiğin bayram yerine koşmak, hani şu camdan bakan Arap kızının mahcup, mütevazı ama aydınlık hayalini yakalamak istiyorum.

Ama izin vermiyorlar, Beni, annesinin uslu, munis çocuğu; beni içine kapanık, beni mistik, beni edilgen, beni kasabın kedisi olarak tanımlıyorlar, yaldızlı süslü sözlerle aldatıyorlar. Oysa ben bedeninde yüzyılların kavgalarından yadigâr yaralar, değişime uyumlu, zaman denilen farenin peşinde bir canavar, ehlileşmeyen bir akıl, her an köşeden çıkıp gelecek tehlikeye refleks, ben kuşkucu, ben soğuk gecelerin parlayan gözleri, ben bulduğunu paylaşan, paylaştığını bulmak için savaşan, ben ışığa ve güneşe sonsuz bir inanç, ben tüylerinde yaşam, gerçek ve cesaret kokan sokak kedisi olmak istiyorum.