Salı, Eylül 29, 2009

Katil trenler...

DEVELER GEÇİYOR ALLI YEŞİLLİ...



LAN ÇEKİL LAN...

Perşembe, Eylül 17, 2009

Pazartesi, Eylül 14, 2009

Sad Lisa



Ne çok sevdiğimiz ve dinlediğimiz bir şarkıydı...

Cumartesi, Eylül 12, 2009

17'ydi...


Bak bu Erdal Eren...
Erdal’a iyi bak general.
O hep 17 yaşında kaldı. Daha sakalları çıkmamıştı. Kaç kez kemik incelemesi yapılmasını istedi avukatı. Son fotoğrafa iyi bak general! Avukatın taleplerini yerine getirmek yerine ne yaptınız hatırlıyor musun?
Avukatı da tutukladınız general!
Erdal’ın vurduğunu iddia ettiğiniz asker, çok yakından vurulmuştu! Adli Tıp 5 ile 35 santimlik bir mesafeden vurulduğunu söylüyordu. Oysa Erdal en az 13 metre ilerdeydi! Erdal’a verebileceğiniz ceza, en çok korsan eyleme katılma cezasıydı. Neden olay yeri keşfi yaptırmadınız? Neden ölen askerin elbiseleri mahkemeye sunulmadı? Asker başka bir askerin kaza kurşunuyla mı vuruldu general?
Veda mektubunu bile iç çamaşırına saklayarak getirdi Erdal. Çocuğu astınız ama çocuklar çabuk büyür zulmün üstüne.
Erdal o yaşında başı dik gitti!
Deniz’den nasıl öğrendiyse öyle!
“Hadi eyvallah” dedi ve gitti!

ETHEM DİNÇER: Mersin 78’liler Derneği eski başkanı

Cuma, Eylül 11, 2009

2012

Süper güç ABD'de, (ne kadar gıcık kapsakta bu kelâm doğrudur) yıllar evvel 24 dizisi ile bizi siyah bir başkan geleceğine inandıranlar, şimdi aynı dizide President'ı bayan yaptılar. Gelecek dönem Hillary'e hazır olmalıyız.

Diğer taraftan felâket filmleri ile yine zihnimizde bir hazırlık oluşturulduğunu düşünüyorum. Aşağıdaki film fragmanını izleyen ya da o filmi izleyen birisi, İstanbul'un sel görüntülerinden daha az etkilenir / etkilenecektir.

Ben 2012 - Marduk olayına inanmıyorum.

Ama buna inananların ve/veya inanmak isteyenlerin olduğuna,
yerin altına uzun, çok uzun tüneller kazıldığına,
bu tünellere çok enteresan şeyler depolandığına,
Marduk gerçekleşirse âmennâ... Ama olmazsa kendi Marduk'larını kendilerinin yaratacaklarına, bunu yapmaları için kendilerine göre çok yeterli ve geçerli sebepleri olduğuna,
ve biz, sıradan insanlar, eğer kendimizi korumak için bir yol bulamazsak bu filmlerden kanıksadığımız sahnelerdeki gibi üzerimize gelen dev dalga ya da ateş toplarını birbirimize sarılarak beklemekten başka bir çaremiz kalmayacağına inanır oldum.

Bu durumda ne gelecek dönem, ne de Hillary olur.

Ben kafayı mı kırıyorum acep?

Pazartesi, Eylül 07, 2009

KIZININ ÖLÜSÜNÜ SATAN ADAM

Geride kalanlar için ölüm acısının ne kadar süreceği yalnızca kişiliğe bağlı değil, değil mi? Birileri konuyu sıcak tuttukça kaybettiğiniz kişi için hissettiğiniz acı uzunca bir zamana yayılır... Bu uzun zaman içinde siz acı çeke çeke mahvoldukça, yıkıldıkça, çöktükçe istemeden yaptığınız hatalar, bu kez yeni malzemeler verir sıcak yemek seven bu takımın eline.
Kızının ölümünden yedi ay sonra Münevver Karabulut'un babasına yapılan da budur.

Bugün, sevgili Vladimir'in bloğunda, Haberlere dikiz başlıklı yazısını ve yorumları okurken, Karöshi'nin tavsiyesi ile Radikal'de Yıldırım Türker'in yazısını da okudum.

Buraya yapıştırıyorum.

Yıldırım Türker "Babayı da biz keselim." koymuş başlığı. Çok sevdim. Yazının yorumlarında Mrtano diye bir arkadaşta "bütün bu olaylar, bu cümbüş de manşet delisi medya yüzünden çıkıyor...adamcağazın yaşadığı travmanın üstüne birde kamera ışıklarını gözüne soktular, mikrofon bütün gün burnuna dayadılar...sonunda böyle oldu...yine de haberin esasında para isteyen bir adam yokken bir anda manşetlerle adamı kızının ölüsünü satan biri haline çevirdiler." yazmış...

KIZININ ÖLÜSÜNÜ SATAN ADAM!!!

Medya manyadı, bizi de manyattı abi.

BABAYI DA BİZ KESELİM
YILDIRIM TÜRKER

Radikal
07/09/2009

Gururun yoksul aşı olduğunu biliriz.
Cumhuriyet ideolojisinin, pamuk ipliğiyle orta sınıfa bağlı kesimler üstünde en büyük güce sahip olan çağrısıdır: Yoksul ama gururlu.
Koskoca Türk sineması tarihinin, popüler edebiyatının baş köşesinde güçlü çenesi, sert hatlarıyla
çizilmiş gururlu bir yoksul olmuştur. Yüreklerimiz hep gururlu olana çarpar; hep yoksulun gururla reddettikleri gözlerimizi yaşartır.
Geçen gün televizyon başında bir ‘şok haber’e yakalandım.
Küçük kızının kafası kesilmiş cesedi bir çöp tenekesinde bulunan Süreyya Karabulut, hepimizi büyük düş kırıklığına uğratarak katilin ailesinden para, evet yanlış okumadınız, para istemişti.
Benim o an izlemekte olduğum kanalın haber sunucusu da aynen böyle duyuruyordu bu tüyler ürpertici haberi.
“Söylemeye dilim varmıyor ama (burada acıyla yutkunur) 3 milyon avro istemiş.” Yıllardır bu memleketin haberlerini sunan sunucu sonunda söylemeye dilinin varmadığı felaketi buldu, anlayacağınız.
O utanç verici onursuzluk nişanesinin adını biliyoruz: Para.
İşte sonunda gerçek suçluyu bulduk. Gurursuz yoksul, kızının ölümü üstüne utanmadan kan parası istemiş. Aman Allahım. Korkunç değil mi?
Çok uzun zamandır dehşetengiz mantık burkulmalarıyla inşa etmiş olduğumuz bir konsensüs hattı var ülkemizde. Çeşitli konularda medya tarafından konsensüse davet ediliyoruz. Davetiyelerin üstünde LCV bile yazmıyor üstelik. Son derece dayatmacı, ahlakçı yorumlarıyla bize yol gösteren medya toplumsal olaylardan tutun bireysel felaketlere kadar her konuda neler hissetmemiz gerektiğini bize bildirmekle yükümlü hissediyor kendini.
Bu yorumların, çakma ahlâki tiksinti çağrılarının lekelemediği herhangi bir haber kırıntısına rastlamak mümkün değil.
Süreyya Karabulut, Garipoğlu ailesinden para istemiş olduğunu inkâr etmiyor. Kendince anlaşılır, kutsala yazılası gerekçeleri de belirterek. Ama olan olmuştur. Büyük gazetenin manşeti şıpınişi çatılıveriyor: “Baba, eski baba değil.”
Değildir ya. Güçsüz, çaresiz, kızının katilini bir türlü yakalatamayan bir babanın neler yaşayabileceğini düşünmek, tartmak bize kalmamış elbet. Medyanın da kışkırtmasıyla kafasının kesilmesi gereken ikinci kurbanı kıstırdık işte. Kızının anısına paraya satan onursuz baba.
Bu şok haberle birlikte araştırmacı gazetecimiz, geleceğin Birand’ı Cüneyt Özdemir de bombasını patlatıverdi.
O, babanın ne mal olduğunu çoktan bilirmiş meğer. Çünkü, kapısına çalıp kendisinden kızının kitabını yazmak için izin istediğinde o baba müsveddesi kalkıp paradan söz etmiş. “Donduk kaldık” diyor Özdemir. Koskoca projesinden vazgeçivermiş.
Bu arada, eksik kalır mı, diğer bir kanaat önderi kahramanımız Fatih Altaylı da ‘artık Münevver’in babası benim’ diye ilan ediveriyordu. Sonuç olarak Süreyya Karabulut’tan babalık payesini söke söke geri aldık. Biz vermiştik ya.
İnsan utanır...
Bu babanın neler yaşamış olabileceğini tahmin etmek çok mu güç geliyor size?
Bu vahşi cinayetin bütün ayrıntılarıyla toplumu erotize etme memuriyetinden vazgeçmeyen medya, şimdi adamın akıl ve ruh sağlığıyla karakterinin sağlamlığını ölçümlüyor. Vardığı sonuç da içler acısı.
Kızının kesik kafasının içine konduğu enstrüman kutusunu bin bir numarayla bulup fotografını basmayı habercilik zanneden; adlı tıbbın otopsi raporlarındaki sperm bulgusundan inanılmaz cümbüş hikâyeleri kurgulayıp okurunu keyiflendirmeye çalışan medyamız, elbette baba olmanın, onurlu bir baba olmanın, yas tutan bir baba olmanın yordamını da biliyor. Hem de gözümüze sokuyor. Bu acısından belki de delirmiş adamı bize ibretlik bir vaka olarak sunuyor.
Münevver’in babasını çekiştirip yeterince sergilediler. Ama, kendini korumayı bilseydi, öyle değil mi?
Dikkat edin! Bu, “Hırsızın hiç mi suçu yok?” gazeteciliğinin bir yansımasıdır.
Besbelli gücünü ta Susurluk’tan bildiğimiz Garipoğlu ailesinin beslemesiyle birden Münevver’in telefon kayıtlarındaki öteki delikanlı gündeme sürülüyor. Niye aradı? Kaç kere aradı? Demek ki Cem de kıskanmış. E delikanlı adamı kıskandırmayacaksın.
Akabinde babanın talep ettiği para gündeme atılıyor.
Artık mağduru da iyice bir didiklemenin zamanı gelmiştir.
Mağduru bir taraf olarak gösterip katiliyle arasında hakemlik yapmaya zorluyorlar bir kez daha bizi.
Mağduriyet dilinin nasıl olması gerektiğini de çoktan öğrenmedik mi? Şiirlerle, hamasi hıçkırıklarla ve gurur geğirtileriyle sahneye çıkarılmayan mağduriyet, hak edilmiş demektir, güce tapan milletimin istiklal çevrelerince.
Çünkü biricik kızınızın kafası kesilmiş bedeni bir çöp tenekesinde bulunmuşsa; zenginliği ve kutsal derin ittifakları nedeniyle dokunulamayan bir ailenin katil oğlu sırra kadem basmış ve bir türlü bulunamıyorsa, aklı başında ve gururlu baba duruşunu sürdürmek zorundasınız. Acınızı empati yoluyla hissedebilmemiz için. Yoksa, Münevver’in katili bulunsun diye oluşturulan sivil gruplardan nümayişli istifalarla karşılaşırsınız. Neden? Çünkü para istediniz. Onurlu olamadınız.
Kızınızın katilini yakalayamıyoruz ama sizden de tiksiniyoruz işte.
Para, yoksulun ağzından çıktığı anda dilencilik olur. Yahudi ortağınızı, trilyonlarca borcunuzu ödememek için öldürtmüş olsanız bile sizden para talep eden bir yoksul karşısında daha onurlu ve güvenilir bir portrenize bakarız.
Şimdi hunhar bir cinayetin bile sarsamadığı kadar sarsılmış olmamız bekleniyor.
Nasılsa sesimizin de gücümüzün de Cerrahlara, Garipoğlulara yetmeyeceğini biliyoruz. Bir kez daha bize kalan, mağdurun tıynetini sorgulamak.
Hemen kutucuklar içinde, telefon bağlantılarıyla yalnız doktorlara değil, bu dengesini kaybetmiş, eski bildiğimiz baba olmaktan çıkmış adam hakkındaki fikir ve hislerini toplumun çeşitli kesimlerinden insanlara soralım. Küçük anketçiklerle kamuoyunun sözde nabzını tutup tutturalım.
Herkesin küçük bir yargıç olduğu toplumsal sahnemizde Karabulut’a cezalardan ceza beğenelim.
Koşullu şefkatimizi bu kızlarını cinayete kurban vermiş aileden çekip alalım.
Çünkü hepimiz yoksul ve gururluyuz. Hepimiz yas tutmanın adabını, acıyla başa çıkabilmenin etiketini iyi biliyoruz.
Aslında galiba mağdurun kafiyesiz sesini hiç sevmiyoruz. Mağdurun boynu bükük, alnı dik haline tahammülümüz var ancak. Hayatta ahlâka dair ne biliyorsak ancak mağdurların üstünden sınayabiliyoruz. Gücümüzün yetmedikleri yargı alanımıza girmiyor. Yakınları devlet tarafından kayıp edilmiş yaşlı ana babalar yıllar boyu her hafta gözümüzün önünde dayak yememiş miydi? Seslerini duyurmaya çalıştıkları için.
Biz o ana babaların da siyasi yatkınlıklarını, dillerini beğenmeyip yedikleri dayakları, gördükleri işkenceleri uzaktan seyretmiştik.
Karabulut da gözümüzden düştü. Garipoğlu’nun suratına yavaş çekimde teklif ettiği paraları fırlatacağına, ondan para talep etti.
Zaten Garipoğlu da ‘mağdur aile biziz’ demiyor muydu? Vallahi haklıymış adam.

Perşembe, Eylül 03, 2009

Pure Earth was right...

Kimileriniz okuyacağınız satırlara şaşırabilir hatta "Lan Abi'ye hiç yakışmamış bu tarz." diyerek bu konuda düşündüğünüz şeyler olsa bile yorum yazmak istemeyebilirsiniz.
Ama cidden bu konudaki fikirlerinizi merak ediyorum.
Böyle düşünen sâdece ben miyim anlamında...

Son zamanlarda seyrettiğim iki film ile gelişti bu soru beynimde.

Filmlerden biri Vicky Christina Barcelona idi.
Vicky ve Christina, Barcelona'ya tatile giden iki arkadaş. Orada karizmatik ressam Juan Antonio ile tanışırlar. Daha doğrusu Juan o kadar hızlıdır ki, daha tanışmadan bu iki sıkı fıkı arkadaşa toplu seks teklif eder. Vicky, Dough adlı Newyork'lu ile evlenmek üzere olduğundan kızar bu teklife, hatta duymamazlığa filân gelir. Christina ise (Scarlett Johansson) daha bir vergendir Juan'a. Netekim, tam şeyken durum, Christina'nın midesi bozulup ülseri azınca, Juan'ın zâten azmış olan ülseri elinde kalır ve bi numara olmaz.
Fakat film bu ya; o evlenmek üzere olan aklı başında Vicky, on numara formayla sergen/vergen olur Juan'a. Bu kadarla kalsa iyi... Evlenir, Juan'dır aklındaki. Kocası Dough'la sevişir, Juan'dır aklındaki, Christina Juan ve eski karısı ile olan orgy'i anlatır, ağzının suyu akar... vs.vs... Kalanını şuradan okuyun...
Ama eğer okumayacaksanız Fil nick name'li sözlük yazarının film hakkındaki 7 sorusunu okuyun...
"soru 1. bir zamanlarimin butun kadinlarin kafasi karisiktir baslikli kitabinin basligina namzet sekilde filmdeki tum kadinlari kafasi son derece karisikti. en ne istedigini bilen vicky bile mustakbel kocasiyla huzurlu bir yasami cocuklugundan beri idealize eden vicky bile bir gecelik askinin pesinden herseyi yakabilecekken atesli silahin azizligiyle evliligini ve iliskisini kurtardiysa asil soru su mudur: filmde gecen "unfullfilled love is the only true love" (gerceklesmemis ask tek gercek asktir) onermesi dogru mudur ? film boyunca duygular rayina oturdukca iliskiler bozuluyordu. o kadar alti cizilip sanatcinin yasam amaci gibi gosterilen ask duygusunu "transient" olmayan hali mumkun degil miydi ?

soru 2. cristina ne aradigini bilmiyor ama ne aramadigini daha iyi biliyor artik. "identification with exclusion" (olasiliklari eleyerek karar vermek) ne kadar pratik bir cozum askta. yoksa soru 1'in isiginda bu umutsuz bir caba mi ?

soru 3. doug filmdeki saf-salak kisiydi, cevresinde olanlari bir turlu fark edemeyen. doug saf ve salak miydi ? yoksa sadece guvenen bir kisi miydi ? yoksa problem cikacak yonlere bakmamayi ogrenen hepimizin (yani erkeklerin) adim adim gittigi uber-erkek miydi ? modern nasrettin miydi, hanima bana gorunme de kime gorunursen gorun diyen.

soru 4. cok eslilik ne kadar mumkun ? evet ani oldu. onceki sorularimizin izleginde bir iliskiyle basa cikamadigimizi dusundugumuz su dunyada; cok eslilik cozum mudur ? javier bardem-penelope cruz icin tek cikar yol buydu. iliskide yurumeyen bir sey varsa; bir tamamlanmamis eksiklik (missing element) varsa ve bu durum iliskiyi surukleyebiliyorsa (bakiniz soru 1) ama ote yandan bu durum cozume kavusmadikca ve cozume kavusmayacaksa ne yapmalidir ? bahsi gecen filmimiz bu soruya threesome yanitini mi verdi yoksa ? gercek dunyamizda (non-fiction) threesome olmasa da evlilik danismanligi altindan ciftlerin ozellerini bir baskasina anlattigi ve bir tur yabanci bir adami (psikiyatrist / psikolog) hayatlarini soktugu ve bu adamin mediatorlugunde (omdusman diyecektim ama demirel'le yataga girmek fikrinin cazibesi korkuttu) yuruyen iliskiler threesome kategorisinde degerlendirilebilir mi ?

soru 5. penelope cruzun scarlet johansson'un yeni arayislara yelken acacagini soyledigi sahnede gecirdigi sinir krizi javier bardem ile iliskisinin scarlet johansson olmadan yuruyemeyecegi ve bu nedenle iliskinin sonu oldugunu ve javier bardem'den eninde sonunda ayrilacagi bildigi icin gosterdigi bir tepkiyse sevdigi adami paylasmaktan cekinmeyen ve diger kadindan kiskanmayan kadin gercek midir ? tekrar soralim soru 4 ne kadar mumkun ?

bonus soru. doktor jivago'daki hanimlarimizla javier bardem'in hanimlarini karsilastirabilir miyiz ? pasternak'in eksikligi var midir, farkliliklar nerededir ?

soru 6. evlilik curumus bir kurum mudur ? ayni yastiga bas koydugunuz kisinin ne dusundugu sizin icin ne kadar onemli olmalidir ? soru 3'deki uber-nasrettin-erkegin evlilik kurumundaki yeri nedir ?

soru 7. arayis hic bitmeyecekse ve arayisti bitti, buldum diye evlenmek ne kadar kendinizi aldatmaktir ? (yeniden bakiniz soru 6) "
Eğer ekşiye bakıyorsanız, özellikle yazarı porsgemsheniark olan 361. entry'de geçenlerde bir arkadaşımın hediye getirdiği gerçekten çok kaliteli Port şarabını burnumdan çıkarttığımı ifâde etmeliyim.

İkinci film ise; My Life Without Me... İki aylık ömrü kaldığı söylenen evli ve iki çocuk annesi genç bir kadının ölmeden evvel, hiç bir neden yokken, evet, hiç bir neden yokken, yani kocasını seviyorken, mutluyken, iki tane çocuğu ile düzgün bir hayat yaşıyorken... Sadece ölüyor diye, başka bir erkeğe vermeye karar vermesidir beni düşündüren...

Ekşiden bunu da okuyun ama, şurada, 41. entry'de şöyle yazmış, Nihat adlı ekşi sözlük yazarı:

"Konu olarak ele alındığında, çok sade ve hayatın gerçeklerinden bahseden bir film. insanı bulunduğu kısır döngüden çıkartıp, hayata dönmesi gerektiğini söylüyor ama tek anlayamadığım $ey, sevdiğin bir insan var iken, neden ba$kalarınla sevi$mek ister insan. sevdigin ile mutlusun ve hayatının son 2 ayında ba$ka bir erkekle sevdiğini aldatıyorsun. Aldatma konusu, film içeriğinde olmasaydı mükemmel bir yapıt olarak akıllarda kalacak bir film olacaktı."


Şimdi bu iki filmdeki iki olaydan yola çıkarak,
neden son zamanlarda çoğu filmlerde evli kadınların kocalarını aldatmaları masum gösterilirken...
...aynen My Life Without Me filminde Sarah Polley gibi, ölümün ayırdına varmış/gelmiş erkeklerin "Dur, bende gitmeden biraz başkalarını götürüveriim" düşüncelerine,
ya da Vicky Christina Barcelona filminde, Juan gibi erkeklerin kadın şeklinde olanlarının karşısına, Vicky gibi kadınların erkek şeklinde olanlarının çıkmasına o kadar doğal bakamıyor/sun/uz ???
Şunu demek istiyorum çok net bir şekilde.
Eğer,
Bir erkek, gider ayak, hele durumu da uygunsa, Pure Halis Earth Toprak misâli, hele bir de nikah filân da yaparak isteğini gerçekleştiriyor, kendisinden 263 yaş ufak birisine takılıyorsa...
sizlerde Vicky'e, Christina'ya, ya da giderayak başkasına vercem diye tutturan kıza kız/a/mıyorsanız...
... erkeklere de kızmamalısınız.
Yok öyle çifte standart...
Aslanım Halis abi.
Yürü be.
Port şarabı müthiş walla...
Thanks, thanks, thanks... to H&M Wijnbergen

Ölmek ve Yaşamak


Fotoğraf 3-4 yıl kadar önce Ayvalık'ta çekildi. Ömrünü tüketmiş emektar murat 124 ile taş yolda oynayan küçük çocuk aynı bakıyorlardı sanki ... Biri ölürken biri yaşamına yeni başlamıştı...


Yaşamak ve Ölmek


Umut mudur gözlerindeki,
Önüne serilen hayata merhaba diyen?
Bir elveda ve hüzün müdür,
Kısacık ömrün ardından, geçip giden?

Hey küçük!
Dik tut başını, kaldır kaşlarını,
Taş kaldırımlardasın şimdi, yarın nerelerdesin kim bilir,
Umut hep seninle olsun, hiç eksiltme adımlarını.
Yağmur yağacak hayatına,
İzin verme seni paslandırmasına.
Damlalarla beslen, mutluluğunu sula yaşamında.





Çarşamba, Eylül 02, 2009

Üşeniyorum, öyleyse yarın.

Heyyyt... Amca oldum. 18 Ağustos'ta bizim aileye de Aren adı ile yeni bir dişi katıldı.
Bu aralar Çınar ve Brajeshwari'nin de bahsettiği gibi gerçekten çok çocuk doğuyor. Allah hepsine sağlıklı bir ömür versin.
İki alt katımıza ve karşı dairemize de yeni canlar geldi, misâl. Apartman görevlimizin karısının da karnı burnunda, bugün yarın oradan da haber bekliyoruz.
Dikkatimi çeken şey, sezeryan ya da sezaryan denilen olayın acaip artması. Doktorlar normal doğumdan vazgeçtiler gibi. "Normal doğum yapacağım / İstiyorum" diyen tüm annelere, son anlara doğru bir şekilde Kaiserschnitt ( kral kesiği - césarienne ) empoze ediliyor.
İddiaya göre, bir çok kadın doğum doktoru, eskisi gibi kesin olmayan bir tarihte, misâl sabaha karşı kalkıp saatlerce uğraşacağına, özel ajandasında tarihi ve saati baştan kesinleştirip tatilini bile ona göre ayarlıyor. Böylece 1970'ler de %5 olan olan sezaryan oranı büyük şehirlerde % 70-80'lere çıkıyor.
Bu arada olayı araştırırken Youtube'taki bir sezeryan görüntüsünün altındaki iki yorum çok dikkatimi çekti...

a) Holly Fuck... :)))
b) Bacılarım, normâl doğum yapın... Bu ne yaaaa? :)))))))))))))

* * * * *
Yazacağım ikinci konu sigarayı bırakmam ile ilgili.
Üç beş ay önceden belirlediğim tarihte, otuz yıldan fazla kullandığım meret ile vedâlaştım.
Neredeyse bir ay oldu bırakalı... Ve tahminimden kolay gerçekleşti herşey.
Ne bir ilaç, ne nikotin bandı ya da sakızı, ne çip, ne bilmem ne... Hiç bir şeysiz. Küt diye...
Son gece, Alan Carr'ın bir saat onbeş dakikalık filmini izledim sâdece. Ve evet, faydası oluyor.

Şöyle, bir kaç şey paylaşmayı isterim sizinle...

Bıraktıktan sonraki üç beş gün, ilgisiz zamanlarda uykunuz gelebiliyor. Bu gibi durumlarda ben vücudum ne istiyorsa onu yaptım. Misâl, gidip yattım. Bu arada bırakılan gün ve takip eden bir hafta içerisinde evde yalnızdım. Bu da iyi oluyor. Hem kimseye sarmıyorsunuz, hem istediğiniz gibi rahat rahat turalıyorsunuz.

Bıraktıktan sonraki ikinci günde öğlen uzanmış, yarı uyku hâlinde iken vücuduma bayağı bir titreme geldi. Hani böyle gerçek bir bağımlı krizi görüntüsü... Hoş değildi. Soğuk su iyi geliyor. Hem içme, hem duş anlamında. Dördüncü gün, bu kez gece uykusunda benzer bir titreme nöbeti daha oldu. Su içip yattım. Bir daha da olmadı... Kriz ve titreme işleri böylece bitti.

Bırakmadan önce, "Benim söyleyeceğim bir zamana kadar, bu eve artık kimse cebinde dâhi sigara ile girmeyecek." söylemimden birinci hafta sonunda çark ederek, "kim neyle istiyorsa gelsin, ama balkona çıksın"a döndüm, misâl.

Sigarayı en fazla tükettiğim rakı masalarında bulundum, hattâ bir arkadaşımın çok kalabalık bir doğumgünü partisinde dj'lik yaptım ki o sırada yediğim sigaranın haddi hesâbı yoktur, billâhi tillâhi geçti, gitti geceler.

Rakı ve Kahve de bir problem yok. Ha, aklıma gelmiyor mu, zaman zaman canım istemiyor mu, elbetteki geliyor. Ama zaman aralıkları gittikçe açılıyor. İlk günlerde, günde yirmi defa aklına düşüyorsa, şimdilerde bir kaç defa ile kurtarıyorum.

Sigaraya bağımlı olmuş birisinin bunu unutmasının mümkün olmadığını söylerler. Ben 20 sene önce bırakmış 80 yaşında bir adam tanıyorum ki babam olur kendisi; hâlâ canının çektiğini söyler yani... O derece bir bağımlılık bu. Ha, ben 80'e gelsem, o kadar da canım çekse ne yaparım, o da garanti değil.

Benim için en büyük etken sağlığım, öksürüğüm vs. değildi. Kaldı ki ne öksürük ne de başka bir fiziki rahatsızlık vermedi bildiğim kadarı ile... (İçeride ne yaptığını bilmiyoruz tabi.)
Esas neden artık 5 yaşını bitirip 6'sında gidecek olan, bundan sonra gördüklerini hiç unutmayacak olan küçük kıza iyi bir rol-model olamamaktır.
Seneler sonra bir arkadaşı ikram ettiğinde bu adi şeyi, "Benim babamda içiyor/içerdi." dedirtmemek adınadır.
19 Temmuz kararlarınında faydası çok büyük bu arada. Eskisi gibi film arası, restaurant, bar muhabbetide sonlandı. Ben facebook'ta dumansız hava sahasına bile katıldım be... :))))
(İşte böyle Ayşebebek... Izdırap yok sayılır... Varsa bile o kadar olur.:))) )

Durumlar böyle sevgili arkadaşlar...

Sosyal yönü ile yoğun fakat verim yönü ile düşük bir Ağustos ayını geride bırakmış bulunuyoruz.
Her ne kadar tatillere gitsek ve lakerdacı blogger toplantılarıydı düzenlediysekte, diğer tarafta Ağustos ayı yedi (7) yazı ile tüm ayların en düşük ve verimsiz ayı olmuş...
Cahil'den hiç ses soluk çıkmamış Ağustos'ta misâl...
Jubelum "İstanbul meyhaneleri"ni,
Andelib "Amma da ballıyım"ı yazmışlar sağolsunlar. Ben de 5 post yapabilmişim kocca Ağustos'ta. ( ki Badem şarkısı da Andelib'in önerisidir.)

Umuyorum ve diliyorum ki, yazın rehâvetini geride bırakır, her birimiz verimli günlerimize döner, blog açılımını gerçekleştiririz.

Kalın salıncakta.

(türkekırgın'a selâm olsun)