Çarşamba, Ocak 31, 2007

1001 gece..

Dizinin yapımcılarına ve senaristlerine önerim; Kerem'in de intikam olarak Gani'ye evlenme teklif etmesidir.
Ama Gani'nin bunu kabul etmeyip Ali Kemal'den hamile olduğunu ve yakında ikisinin aynı anda oğlan babası olacağını açıklaması çok süper olur walla.
Al sana sürprizin ağa babası..
Saygılar.

Pazar, Ocak 28, 2007

TAGORE

"...
Denesek
Risk alsak
Yanılsak
Farketmez
Tekrar tekrar bıkmadan denesek ve kucaklaşsak yeniden,
tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman farkedeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi."

Rabindranath Tagore

Kısa özgeçmiş..

"Türkler Ergenekon’da 1071 yılında Malazgirt Savaşını yaparak Osman Bey liderliğinde Pontus Rum İmparatorluğunu Ege denizine döktüler. İstanbul’a karadan gemilerle saldırdık ve aldık. Bizans ve keza diğer Avrupa imparatorlukları yıkıldı. Gerileme devrine girdiler. Karanlık olaylar oldu. Daha sonra genişleyen imparatorluk dört bir koldan gelen atlı kuvvetlerle genişledi ve Araplar kalleşlik yapınca yıkılmaya yüz tuttu. O sırada matbaa'yı Türklerden almış olan gavur ırkı onu daha bir geliştirmişti ve bu sayede bazı Türk büyükleri lale yetiştirmeye kendilerini adadılar. Refah içinde yüzerken 4. Murat kıyafet değiştirip bir baktı ki herkes kendini içkiye vermiş, o da gitti ve nizamı ahlakı sağladı. Taa ki Venedik kapılarına dayanan barışçı Osmanlı orduları, yanlarında götürdükleri erzak bitmeye yüz tutunca geri dönmeye karar verene kadar. Bu, çöküşün başlangıcı oldu. Çünkü Piri Reisin haritalarıyla denizlere açılan kalleş Avrupa orduları yenildiğimizi sanmıştı. Böylece cesaretlendiler ve incirimize kibrit suyu döktüler. Balkanlar kaynayan bir kazan gibiydi. Onca yıl gözümüz gibi baktık, kalleşlik etmeye başladılar. Bazı savaşlar oldu. Bunlardan birinci ve ikinci dünya savaşlarına girmek istemeyen bizler, Almanya'ya yaptırdığımız gemi yüzünden başımıza bela aldık. Üstüne üstük onlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık. Bu aralarda bir yerde kurtuluş savaşı başladı. Kurtulduk. Harf devrimi oldu, şapka giydik, fes düştü kelle göründü. Amin."

Bunu A.B.D.den arkadaşım Emre göndermiş..
İzin alarak buraya yapıştırıveeedim..
Yorumsuz..

Cuma, Ocak 26, 2007

Yok böyle bişey ya..

Bunu izlerken gerçekten ama gerçekten gülme krizine girdim..
Ajdar filan derken..Bu kadın aşmış olayı..


Ebe Gümeci

1-En ciddi konularda bile "Gırgırsız, mizahsız hiç bişey olmaz.." diyenlerdenim.. (mesela bu posta Ebe ile çok ilgili bi başlık atmak geldi içimden ama olmaz..di mi?)

2-Keyif adamıyımdır.. Yemek yaparken bile bi kadeh içkisiz, müziksiz çalışamam ben..

3-Üstüme gelinirse, hele haksız yere, dibine kadar döğüşürüm.. Ve bu kavgayı çok uzun bir zamana yayabilirim. Sinir harbine dönüştürürüm.. Gerekirse de ölürüm.

4-Kişilerle ilişkiye başlarken sonsuz krediyle başlayıp sonra hayal kırıklığına uğramak gibi bir hatamı yıllardır düzeltemiyorum..

5-Gözümle ve beynimle çok çabuk her tür detay görebilirim ve (son zamanlarda çok azaltmama rağmen) karşımdakinden de aynı şeyi bekler, yapamıyorsa rahatsız ederim..


[Ertesi günkü ek;

6-Bazı konularda yol yordam bilmem.. Örneğin zinciri bozmama konusunda ebeleyenin adının yazılmasını.. İllâ ki uyarılmam gerekebilir..:)) Sağol 7 .. ]


8- Altıncı maddenin son kelimesinin yedi ile bitmesi gibi abukluklara kafayı takarım..

Beni 7.Oda ebelemiş.. Ben de
Deepness'ı ebeliyorum..
Diğer baktığım iki kişi zaten sobelenmiş..

Hürmet bizden..

İnanılmaz..

Yıl, 1783... Avrupa standartlarına göre mütevazı da olsa, yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye başladı... Daha 25 Temmuz 1785'te, Atlantik'te Cadiz açıklarında, bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele geçirildi. Bu gemi, Boston limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens'in idaresindeki Maria idi. Arkasından, Philadelphia limanına bağlı, Kaptan O'Brien'in Dauphin'i ayni akıbete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçti... Kongre, 27 Mart 1794 yılında, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George Washington'a 700.000 altına yakın harcama yetkisi verdi. Osmanlıların oluşturduğu deniz tehdidi sayesinde, ABD donanmasının temelleri atılıyordu. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642.000 altın ve yılda 12.000 Osmanlı altını (216.000 dolar) ödeyecekti. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan anlaşmaya, Başkan George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı imza koydular... Böylece ABD yıllık vergiye bağlanmış oldu. Bu, ABD'nin iki asrı aşkın tarihinde, yabancı bir dille imzalanan tek anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödemeyi kabul eden tek Amerikan belgesidir... ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararası anlaşma Türkçe’dir ve ABD tarihinde vergi vermeyi kabul ettiği tek ülke Osmanlı Imparatorluğudur.... ABD Başkanı Corc Vasington Efendi Osmanlı imparatoru tarafından muhatap görülmemiş ve anlaşma Cezayir beylerbeyi tarafından imzalanmıştır. İnanılacak gibi değil, değil mi? Ama inanın 200 yıl önce biz buyduk. İspatı mı? Yale üniversitesinde yayınlanan Türkçe’sinden İngilizce kopyası için aşağıdaki adrese tıklayın.
Ben kontrol ettim..Gerçekten Yale'in resmi sitesinde var..Yazı www.psiko-dan.com sitesinden alıntıdır.. Sağol Seymen..

Çarşamba, Ocak 24, 2007

B.T.B.D.'a (II)

Sanki.. bu satırlarda daha önce buluşmuşuz gibi geliyor bana..
Ve sanki satırlarımızla birbirimizin gönüllerini hoş etmişiz..
Sevdiğim yazarlarda benimle beraber.. aynı şekilde salınıyorlar..
Daha önce nerede ve ne zaman karşılaştığımızı bilmediğimiz,
gözlerinde kelimelerin ışıkları olan yarı tanıdık yüzler..
Hayaletler gibi..
Sonsuzluk için
Güzel çalınan .. ve asla ölmeyecek doğru akorlar gibi..

Yerinde duramayan bu duygularımız..
Satırlarımızın aralarında sessizce dolaşıp
Minicik ışık zerrecikleri gibi kaybolurken..
Birilerinin kendilerini anlamasını bekliyorlar..
Ve geçmişte yazdığınız satırların arasında,
Bana da bir rol vermiştiniz belki..
Ve bütün bunlar..
Sonsuzluk için
Hayallerimin bir yerinde saklanmıştı, belki.

Şimdi birbirimizi tanımamamıza karşın,
Birbirimizi bilerek, bir uyum oluşuyor satırlarda..
Başkaları abuk subuk konuşup, duygularımızı çarpıtırken..
Bize de fazla söyleyecek ve yapacak bir şey kalmıyor.
O zaman, ışıkları karartıp perdeyi bir kez daha açarak
Aynı oyuna devam ediyoruz bizlerde...
Ama satırların çok arkasından..
birbirimizin kahkahalarını (gülümsemesini) duyarak..
Tıpkı sonsuzluğun sahiline vuran dalgaların sesi gibi..




Bu benim çevirim..
Gerçek çeviri bu değil ama, bu şarkının bana verdiği duygu bu..
Ne demişler..;
Adım Hıdır.. Anladığım budur.. (muydu neydi?)



Orijinal sözlerin tamamı..

It seems to me as though I've been upon this stage before
And juggled away the night for the same old crowd
These harlequins you see with me, they too have held the floor
As here once again they strut and they fret their hour
I see those half-familiar faces in the second row
Ghost-like with the footlights in their eyes
But where or when we met like this last time I just don't know
It's like a chord that rings and never dies
For infinity.

And now these figures in the wings with all their restless tunes
Are waiting for someone to call their names
They walk the backstage corridors and prowl the dressing-rooms
And vanish to specks of light in the picture-frames
But did they move upon the stage a thousand years ago
In some play in Paris or Madrid?
And was I there among them then, in some travelling show
And is it all still locked inside my head
For infinity.

And some of you are harmonies to all the notes I play;
Although we may not meet still you know me well
While others talk in secret keys and transpose all I say
And nothing I do or try can get through the spell
So one more time we'll dim the lights and ring the curtain up
And play again like all the times before
But far behind the music you can almost hear the sounds
Of laughter like the waves upon the shores
Of infinity.

Salı, Ocak 23, 2007

b.t.b.d.'a..(*)

And some of you are harmonies to all the notes I play
Although we may not meet still you know me well
While others talk in secret keys and transpose all I say
And nothing I do or try can get through the spell
So one more time we'll dim the lights and ring the curtain up
And play again like all the times before
But far behind the music you can almost hear the sounds
Of laughter like the waves upon the shores
Of infinity

ALINTI

BEN HRANT DEĞİLİM !..

Selahattin Erol

Hrant Dink öldürüldü.

Son iki üç gündür dile getirilen tepkileri gazetelerden okuyor, televizyonlardan seyrediyoruz. Bu arada Hrant Dink'in Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptığı Agos gazetesinin önünde toplanan kalabalık sık sık "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" sloganları attı. Cinayetten sonra Taksim'den Şişli'ye yürüyen yüzlerce insanın da bu sloganı attığını gördük televizyonlarda…

Bu da yetmezmiş gibi Hrant Dink'i öldüren silahın tetiğini çeken zavallı maşanın ve onu cinayete azmettirip kullanan ve kim oldukları henüz tespit edilemeyen (muhtemelen de tespit edilemeyecek olan) dış güçlerin ve onların işbirlikçilerinin suçu, tüm Türk milletine yüklendi.

Türkiye'nin Hrant Dink'i koruyamadığından, suçun bizde olduğundan bahsedildi sürekli… Televizyon kanallarından sürekli Türkiye'yi ve Türk milletini hedef tahtasına koyan bir yayın, özeleştiri yaparmış gibi bir üslupla tekrarlandı durdu, bilinçlere işlendi. Toplum, şu dakikada bile, hala tek yanlı bir propagandanın bombardımanı altında tutuluyor.

Acaba bu şartlar altında bir kişi de çıkıp su soruları sormuyor mu kendi kendine ?

Neden üç beş hain ve onun arkasındakiler bu cinayeti işlediler diye ben suçlu oluyorum ?

Neden Türkiye, neden Türk milleti suçlu ilan ediliyor ?

Ben mi öldürdüm Dink'i ?

Biz mi öldürdük ?

Devletten koruma bile talep etmeyecek kadar isminde "Türk" olan her şeye karşıt olan, yazdığı bir yazıda Türklerin kanının zehirli olmasından bahseden, soykırımı utangaç bir şekilde savunan biriydi Dink…

Hrant Dink'in kızı Sera Dink'in cinayetten hemen sonra "babamı vurdular şimdi kanları daha mı temiz oldu ?" (Sabah, 20.1.2007) şeklindeki sözlerinin, olayın yarattığı hınç ve şoktan kaynaklandığı söylenebilir. Ama bu tür şok anlarının kişilerin bilinçaltında yer etmiş hakiki duygu ve düşüncelerini ortaya çıkardığı da bir gerçektir.

Hrant Dink öldürülmeli miydi peki ?

Bu soruya yanıt vermek bile gereksiz aslında. Tabii ki, hiçbir gerekçe Hrant Dink'in öldürülmesini kabul edilir kılamaz. Bu bir cinayettir, insan hayatına yönelmiş bir vahşettir. Onun için bu cinayeti lanetliyorum ve ne Hrant Dink'in ne de başka bir insanın yaşamına kastedilmesine ve katledilmesine hiçbir şekilde onay vermiyorum.

Ama bunu söylemek beni "Hrant" yapmaz, yapamaz.

BEN HRANT DEĞİLİM !.. HİÇ BİR ZAMAN OLMAYA DA NİYETİM YOK !..

Çünkü onun gibi düşünmüyorum. Onun el ele olduğu, işbirliği içinde bulunduğu kimseler ve çevrelerle işim olmaz.

Ben ne ayrılıkçılıyım, ne Kürtçüyüm, ne mandacıyım, ne de Ermeni milliyetçisiyim.

Ben solcuyum ve Kemalistim…

Onun için de Hrant Dink de değilim, Ermeni de değilim.

Üstelik bu bahiste etnik kökenimin hiçbir önemi de yok.

BEN BİR TÜRKİYE CUMHURİYETİ VATANDAŞIYIM.

Sadece Hrant Dink katledildiğinde değil, Doğu'da şehit olan her askerimiz, her yurttaşımız için içim cız ediyor.

Bugün " Hepimiz Hrant'ız…" diye bağıranların acaba kaçı, daha dört gün önce şehit olan Astsubay Kadir Aydın için " Hepimiz Kadir'iz…" diye haykırabilir acaba ?

Kadir Aydın, henüz 27 yaşındaydı !..

Kadir Aydın'ın cenazesinde kaç kişi yürüdü ?..

Kaç Sivil Toplum Örgütü, kaç parti lideri ya da üyesi " Eğer bu ülkede yaşamanın bedeli oğlum gibi yiğitlerin gitmesiyse gider. Bir oğlum daha var, oluyorsa alın onu da götürün" diyen şehit babasına bir başsağlığı diledi ?

Ben isterim ki ne Hrant ölsün, ne Kadir !.. Silahlar değil, insanlar konuşsun, "yüz çiçek açsın, yüz fikir yarışsın."

Ama böyle düşünmek beni Hrant yapmaz, yapamaz.

Çünkü Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırmaya ve bölmeye çalışanlarla ne işim olur, ne işbirliğim…

Peki Hrant Dink böyle biri miydi ?

Yanıtı merak edenler şu adrese bir göz atsınlar :
http://www.koxuz.biz/

Ve sonra herkes kendisinin kim olduğunu, kimden yana olduğunu bir kere daha düşünsün.

Televizyonların değil, aklının sesine kulak vererek ama…


Selahattin Erol
diğer yazıları..

Pazartesi, Ocak 22, 2007

K.D.V. mi K.D.K. mı?

Diyelim ki; esnafın birinden 10 liralık alışveriş yapıyorsunuz. Bu paranın 1,80 lirası zaten KDV. Geriye 8,20 kaldı. Bununda aşağı yukarı 3 lirası o esnafın brüt kârı.. O üç liranın içerisinden eğer kurumsa %20 gelir vergisine tâbiyse %40 civarında vergi verecek.. Ortalama yüzde otuz diyelim.. 1 lira civarında da vergisi var.

Şimdi siz manavdan ya da çerezçiden fiş almadan alış veriş yaparsanız, kendisini düşünen egoist biri olarak, "Fiş almıyorum.Bana bunu 7 liraya ver." deme olasılığınız var. Tamamen kayıt dışı ekonomiye katkı yani..
Bu ilişkide karşı karşıya gelen iki taraf var. Biri çoğunlukla dar gelirli, asgarî ücretle çalışan vatandaşlar.. Diğeri ise zaten işlerin bokluğundan dem vuran ve kâr etmediğini söyleyen esnaf..
Alışveriş bu ikilinin arasında oluyor.
Ama devlet 10 liralık işlemden, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan kadayıflı vergi (kdv + vergi) 3 lirayı istiyor ve alıyor.
Vergi iadesini de kaldırıyorlar.
Ve yurttaşa diyorlar ki;
"Bak abicim, Sen sadece iyi bir yurttaş olabilmek adına, yaptığın her alışverişte %30 avantaj sağlamak yerine, benim doğal maliye müfettişim olarak fişini alacaksın. Bunun karşılığında da ben sana şeyi vericem.. eem. pardon.. bişi vermicem. Eskiden verdiğim vergi iadesini de vermiicem.."

Questions:

1-Sizce necip Türk milleti, %30luk avantajı yerine, daha iyi bir yurttaş olmayı seçer mi?
2-Seçerse ne olur, seçmezse ne olur?
3-AKP hükümetinin bu kararı doğru mudur? Vatandaşına bu kadar güvenen ve O'nun tamamen "Görev Elemanı" olmasını bekleyen ve uman başka bir hükümet gördünüz mü?
4-Vatandaş ve esnaf işbirliğinin hedefi Katma Değer Vergisi mi yoksa Kayıt Dışına Katkı yönünde mi olacaktır?

Answer:

1-Heheheeeee..

Hürmetlerimle..

Cuma, Ocak 19, 2007

Hrant Dink ve can sıkıntısı..

Unutmamak için cebimde dolaştırdığım bir peçetenin üzerine not düştüğüm beş başlık var.. Buraya yazmak için.. Hepsi gırgır..
Ama..
Canım sıkıldı çok.
Çok hem de..
Kalemin, düşüncenin, özgürlüğün kafasına ve boğazına giren 3-5 mermi canımı çok sıktı..
301'di, 302'ydi derken..
Adam, "bu memlekette kimse güvercinleri öldürmez.." derken..

****************************

Biraz önce bi kaç dost..birlikte bi kaç kadeh rakı içtik.. Kimse neşeli değildi, inanın..
Yüzümüzde öylesine ifadeler.. Birbirimizi sevmekten gelen..
Ve birbirimizi çok ta üzmemek için saklanmış üzüntüler ve düşünceler ise.. yalandan bir kaç meze kadar bile dökülmedi masaya..
Çıktım..
Arabama bindim.. Bir kaç yüz metre ileride durdum ve sigara almak için küçük bir markete girdim..
İçeride market sahibi ve yanında üç delikanlı, benim girdiğim kapının üzerindeki televizyona bakıyorlardı.. Kilitlenmişler..
Kapıyı açtığımda, yüzüme vuran sıcaktan daha fazla yordu beni, televizyondan gelen canhıraş kadın çığlığı.
Onlar'ında Hrant'ın karısının ya da belki kızının sessiz çığlıklarına en az benim kadar üzüldüklerini düşündüm.. ilk anda..
Sigaramı alırken, önce gözüm market sahibinin hemen yanında duran güvenlik monitörüne takıldı.. Kendi kendime.."Bilinçli bir bakkal.." dedim.
Sonra, belki Hrant'ın ailesi ve dostlarının bu kadar bağırarak ağlamadığını anımsadığımdan, belki bilinçsiz, ben de döndüm televizyona, sol omuz başımdan yukarıya bakarak..
Ve o anda Hrant Dink'le beraber, ben de öldüm.
Televizyon kanallarına..
Gençliğe..
Market sahibine..
Oynanan oyuna..
Buna bilerek âlet olan şerefsizlere..
Bilmeyerek âlet olan salaklara.. söverek.. ama dibine kadar söverek çıktım, kameralarla korunan dükkândan..
İçeride dört tane insan bir kanalda yayımlanan Kaynana-Gelin programını izliyorlardı..
Ve çığlıklar yine abuk kadınlarla subuk erkeklerin çığlıklarıydı..
Ve o programı seyreden salakların özgürlüğü için uçan bir güvercine kurşun sıkılmıştı..
Ve güvercin ölmüştü..
Ve salaklar Gelin-Kaynana programını ağızları açık seyrediyorlardı..
Ve Mali yarın yine birinin donunu indirecekti..
Ve Onlar bu olayı daha fazla konuşacaklar, daha fazla takacaklardı.. Mumcu'dan, İpekçi'den, Sivas'tan..

Sonra eve geldim.. ve bunları yazarken, bi bakiim dedim.. kimse bişey yazmış mı diye..
Baktığım blog dostlarında, gözüme takılan, sadece alttaki kelimeleri buraya koyacaktım ki..
bir sonraki satırı linki almak için tekrar girdiğimde gördüm..

"Herkes nasıl göründüğünü biliyor, gene de kim olduğunu sadece bazıları biliyor."


Fotoğraf, Hürriyet gazetesi arşivinden alınmıştır.

Salı, Ocak 16, 2007

Choices..

Passion over Pain

I was walking all alone through a sideshow
With passion and pain on each side
Something inside me was calling
For a chance to stay alive
At the time I didn't know what was calling
As my head was buried in grief
Today I heard what was crying
My freedom calling me

And we all make our choices
Like a blind man feels his way
And the choice I've made is simple
Passion over pain

When I got to the end of the sideshow
And looked back to where I had been
My eyes filled with teardrops of loneliness
For the ones who will never be fee
I thought of the children in the sideshow
As they wandered around so confused
Some day they'll make their decision
But which one will they choose

And we all make our choices
Like a blind man feels his way
And the choice I've made is simple one
Passion over pain

Cumartesi, Ocak 13, 2007

Abre Los Ojos

Pleasure Delaying..
Haz Geciktirme..

Bir araba beğenirsiniz. Ve onu elde etmek için gerekli birikiminiz vardır. Ama henüz bunu almak için kendinizi hazır hissetmezsiniz.
Bu bir sene sonra ya da üç sene sonra olabilir. Kendinizi hazır hissettiğinizde o araca binerken aldığınız haz, çok farklı ve çok büyüktür..

Bir konuda savaş veriyorsunuzdur.. Aslında biliyorsunuzdur ki; bu tokadı şimdi atsam, deviririm karşımdakini.. Atmazsınız ama..
O tokatında bir zamanı vardır, Ve zaman geldiğinde atılır..

Karşı cinsten biri ile tanışırsınız.. Ve O'nunla bir sürü şey paylaşırsınız.. Ama henüz yatmamışsınızdır. Aslında az bir çaba ile bunun olabileceğini bilirsiniz.. Hissedersiniz..
Fakat zamana bırakırsınız.. Üç ay.. Beş ay.. belki bir kaç sene..
Ama öyle bir anda.. Hiç beklemediğiniz, öyle bir anda.. Öyle bir sevişme olur ki..
Alınan hazzın kelimelere dökülmesi mümkün değildir..

Bu bir risktir..
Arabayı almak için beklerken..
Tokatı atmak için beklerken..
O'nunla beraber olucam diye beklerken..
kısacası beklerken..

Ölebilirsiniz de..

Freud "Gelişmiş varlıklar hazzı geciktirebilen organizmalardır.." der.

Bu yüzden,
bulduğunu bir an önce al,
döveceğini bir an önce döv,
yatacaksan bir an önce yat düşüncesi..
yiyeceğini bir an önce yemek için fast food bokluğunu..
gideceği yere bir an önce gitmek için kazalar ve trafik keşmekeşini..
sevdiğine bir an önce sevdiğini söylemek için sms kullanmak, romantizm ve gerçek sevginin ölümünü getirmekte.. üretmekte.. doğurmakta..
her başardıklarında her kadınla yatan adamlar.. ya da her arakladığında birini daha götürüp bi çentik daha atan kadınlar..

Sonunda önce aşırı tatmin.. (tükettiğin kadar varsın..)

Sonra doyumsuzluk.. (sahip olduklarının sana sahip olması..)
Ve sonra kaçınılmaz son.. ÖLÜM..

Kim daha FAZLA yaşar? (Zaman anlamında değil bu..)


-You think I'm naive? (sence ben saf birimiyim?)
-No. I really don't. (Hayır. Sanmıyorum.)
-I dug her completely. Some how I'd found the last semi-guy less girl in New York City. (Ondan çok hoşlandım..Her nasılsa NewYork'un en düzgün kadınını bulmuştum.
-I have to get to sleep.Truthfully, I also work mornings as a dental assistant.(Artık uyumam gerekiyor.Aslında, ben de sabahları dişçi asistanı olarak çalışıyorum.)
-Boy, am I going to the wrong dentist.(Yoksa yanlış dişçiye mi gidiyorum?)
-And you didn't immediately wanna sleep with her?(Yoksa hemen onunla yatmak mı istemedin mi?)
-Well, you know,I'm a pleasure delayer.(Şeyy, biliyorsun ya ben haz geciktiren biriyim.)
- How does that work?(Nasıl bir şey o?)
-Pleasure delayer?You don't know?You keep a relationship casual...until the absolute breaking point.And then one evening or afternoon or morning. it could be months from now.You know how it works.(Haz geciktirmek mi?Bilmiyor musun?Mutlak kopma noktasına kadar rastgele bir ilişki sürdürüyorsun. Derken bir akşam yada öğlen yada sabah... Bu aylar sonra olabilir..Nasıl işler, bilirsin..)
-No, actually I don't.I've been married for 22 years.(Hayır, gerçekten bilmiyorum.22 yıldır evliyim.)
-You've got dinner with your daughters.(Kızlarınla akşam yemekleri yiyorsun.)
-That's right, I do.(Evet doğru.Bunu yapıyorum.)
-Back then I had intricate systems with women...you wouldn't believe. (Neyse, kadınlarla inanmayacağın ....derin ilişkilerim oldu.)
-Like what?(Ne gibi?)
-Hey, Doc, don't get melancholy over the 30 seconds you were single...a long time ago. (Doktor, 30 saniyelik bekarlığın üzerine melankolikleşme, tamam mı?bu uzun bir zaman önceydi..)
-That's what you think I'm doing? (Sence yaptığım bu mu? )
-Oh, yes. (Evet.)
-You might be right.Let's continue.Time is not our friend.
(Haklı olabilirsin.Devam edelim. Zaman bize dost değil.)



Doktorun zamandan bahsetmesi üzerine, David kolunda olmayan saate bakar ve..

Abinin notu:Haz geciktirmeyi sevmeyenlere ya da bi başka deyişle filmlerden anlık haz bekleyenlere bu film tavsiye edilmez..

Cuma, Ocak 12, 2007

Tuvalet, tuvalet kağıdı ve bu hususta kültürünüz

Tuvaletin yazılamayan tarihi:

90'lı yıllarda, sanıyorum Milliyet gazetesinin haftasonu eklerinden bir tanesinde, Türkiye'de tuvalet kağıdı kullanımı üzerine bir araştırma yayınlanmıştı. Bu araştırmaya göre, Türkiye'de %15 ile kullanım oranında Avrupa sonuncusuyduk. Tabi, daha uzun düşünme imkanı olanlar, tuvalet kağıdını sadece el kurulamak için kullananları hesaba katarlarsa oranın daha da aşağılara ineceği malum.

Hepinize hasıl olduğu üzre, tasarım açısından bir alatürka birdem alafranga tuvalet çeşidi bulunmakta. Ülkemizde şehirlerin tecrit edilmiş zengin kesimlerindeki alanlar dışında yaşayanlar sıklıkla alatürka kullanmakta. Başkent dahil, çoğu kamu binalarında alatürka dizilişinde olan tuvalet koridorlarının sonuna nezaketen bir tanecik alafranga eklenmekte. Tabi buralardaki edişlerimiz arasındaki nüanslar envai çeşitlerde olmakla birlikte, ülkemizde batı ile doğu kültürünün arasında kalmışlığımızın bir göstergesi olan bu konuşulamayan yaraya parmak atmak istedim. Yara olmasının sebebi, kullandığınız hiçbir şeklin hijyenik olmaması, parmak atmamın sebebi, çoğunuzun olaya parmaklardan oluşan kümeyle şapşaplayarak müdahale etmeniz.

Hedef kitlemiz: Ülkemde her türlü ortak kullanımda olan tuvaletleri kullanan insanlar. (Burada işeme konusu işlenmeyecektir)

Amaç: Olayı taharet kullanmayanın bakış açısıyla inceleyip, tuvalet kullanımında karşılıklı anlayış ortamını pekiştirerek taharet kullananların bilinçlendirilmesi. Kadınlar tuvaletlerinde neler döndüğünü yazabilecek anayiğitlerin bu olayları bloga yazmalarını teşvik etmek. Dolayısıyla 35 milyona değil, 70 milyona ulaşmak.

Yıllarca süren gözlemlerim sonunda(sizleri gözetlemedim, kullanılmış tuvaletleri inceledim, ve kriminal polisi gibi yaptıklarınızı hayal ettim, yaş 31 olunca da hesap kesim tarihiniz geldi) konuyu 5 açıdan incelemekte fayda görüyorum: 1.Tuvalet kağıdı olan tuvaletler açısından 2. Alatürka tuvaletlerde yaşananlar açısından 3. Alafranga tuvaletlerde yaşananlar açısından 4. 90'lı yıllarda alafranga dizaynında yaşanan metamorfoz(başkalaşma, yada türk kültürüyle barışma, kaynaşma gibi:)) açısından 5. Neden alafranga kullanmalı, taharetten vazgeçmeli ve kağıda yönelmeli(old-school alafranga istiyoz kampanyası)?


1. Tuvalet kağıdı olan tuvaletler açısından:

Bu tuvaletlere girdiğin zaman için biraz rahattır. Alafranga olsun alatürka olsun bazı ortak paydalar vardır. Alafrangada mesela, kapağın etrafında falan bulaşık durumlar varsa, adam kapağı alatürka mantığıyla kullanıp üstüne tünemişse falan iki kat kağıt serer olaya girersin. Alatürkaya girdiğinde mutlak bir ıslak zeminle karşılaşırsın, o ıslak zemin de çabucak çamurlanmaya gebedir zaten, olay serbest düşüşte ceyan edeceğinden hedefe karar vermek ve paçaları kollamak gerekmektedir. Taş tuvaletin koruyucu kalkanları olmadığından geliyorum diyen kaza tuvalet kağıdının yardımlarıyla geçiştirilebilir. Ancak fayanslara isabet edenler oralarda kalır. Hedef seçerken sıçratan delik, sıçratmayan delik ikilemi yaşarsın. Mesela alatürka kullanmak zorunda kalırsam sıçramasın diye taşa edip sonra onu maşrapa suyuyla deliğe doğru yüzdürüyorum. Blup diye ses geliyor.... :) Kağıdıma siliniyom. Kağıtları da deliğe sallıyom, bir yol su daha gönderiyom maşrapa ile sonra çıkıyom. Haa neden sifon çekmiyon diyenler için 2. bölüme(alatürka) bakınız. Ama tabi alafrangada mutlaka sifon çekiyom. Sonra muslukları, kapıları tuvalet kağıdı ile açabilirsin falan. Ama buralara dokunamamamızın tek nedeni sizlerin yaptığınız şapşapların bizim zihinlerimizdeki hayali, ve onun öyle su ile yıkama ile kolay dezenfekte olamayacağıdır. E bi de hepatiti, sarılığı var. Özellikle alatürka'da hijyen sağlamak güç. Tuvalet kağıdı olsa da. Alafranga'da da durum farklı değil, hem taharet orada da mevcut hem de o tuvaletleri temizleyenlerin çoğu alafrangayı nasıl temizleyeceklerini bilmediklerinden ortama hortumla müdahale ediyorlar. Kuru dezenfeksiyondan haberleri yok. Alafranga taharetlenmesi arkadan öne doğru akan suyla olduğundan özellikle kadınlar için zararlı, merak mı ettin? ayrıntı için bölüm 3'e bkz. Sonuç olarak alatürka ile benzer kaderi paylaşıyor alafranga.

Ama esas can alıcı noktayı sona sakladım: Esas olay şu, dötünü kağıda silip çıkıyon mu yohsa taharetlendikten sonra kağıdı dötüne ve eline havlu mu yapıyon? Havlu yapmıyosan çık(O.K.), yapıyosan çıkma!(O.K. değil, bana da zarar veriyon). Havlu yapıyosan kardeşim, sen mikrop taşıyon demektir. Oraya buraya, musluğa şuna buna bulaştırıyon demektir. Ben de her seferinde bunu dikkate alarak, kendi önlemimi alıyom demektir. Beni irkiyon demektir...Beni ALA PRANGALARA vuruyon demektir.


2. Alatürka tuvaletlerde yaşananlar açısından(biz taharetlenenleri nasıl görüyoruz, tuvalet kültüründe taharet ve alatürka tuvalet olmayanlar bu ortası delik taş parçasıyla karşılaşınca neler yapmak zorunda kalıyor gibi detaylar incelenecek, bir de "koku nedir" irdelenecek): - Peki neleri inceleyemiyoz burda? Mesela ev alatürkalarını, o tuvalete ev terliği ile nasıl çömülebildiği gibi. Kamu ile sınırlıyız. Yoksa bu yazı bitmez. Yine de ister istemez bir kaç söz var evle ilgili.

Alatürka tuvalete girdiğin zaman taharetlenmeyenin hikayesi basit. Ediş bittikten sonra tuvalet kağıdına silinip çıkıyon. Ama paçaya bulaşanlar yanına "kar" kalıyor. Huylanıyon falan ama her tarafa kağıtla dokunarak ortamdan yalıtılmış bir şekilde işi bitirip kaçıyon.

Taharetlenenlerin durumu farklı. O, tuvaletin tüm takım taklavatıyla "barışık" insan, yani maşrapası, varsa hortumu, azgınca ve sıçratarak su püskürten sifonuyla uyum halinde, habitatında mutlu ve mesut aslında. Ancak hijyen kaygısı olanın gözünden bakınca durum kaygı verici. Yani az önce benimle el sıkışmış olabilir. Az önce ısırdığı şapşaptan muzdarip tırnaklarından bulaşık ağzıyla çay yudumluyordur, taharetten sararmış nemli donuyla yatağa uzanıyordur falan... Buralara fazla takılmadan ilerleyelim... Nihayetinde, yaptığı herşey mikrobik, kapıyı musluğu şapşaplı eliyle tutma ihtimali, fayanslara, paçalara sıçrayan bulaşıklar, mesela hastane içindeyse, ıslak ortamdan hijyenik ortama taşınan mikroplar. Bunlar sadece dışarı taşıdıkları. Bir de kendine ettikleri var. O da şu, şapşaplı elin öyle sabunla falan dezenfekte olamayacağı. Çünkü sabun yağ çözücüdür. Dezenfekte etme özelliği olan sabun kullanmalısınız ya da elinizi suyun altında daha uzun süre tutarak suyun mekanik gücüyle elinizdeki mikrop sayısını azalttığınızdan elinizdeki mikrobun hastalık yapıcı özelliğinden korunmuş olursunuz. Peki bunu yapamadığınız durumlar olmuyor mu? İşte o durumlarda bizlerden uzak durursanız, ya da tuvalet kağıdı kullanmayı düşünürseniz kamu sağlığında sorumluluğunu bilen kişiler olarak yerinizi alabilirsiniz. Mesela hemen bir yaygın anlayışa daha parmak basalım. Taharet sonrası elinize kolonya sürmek de mikrobu öldürmez. Kolonya mikrobun üremesini durdurur. Ancak mikrop hala elinizdedir. Kısa bir bilgi daha. Türkiye'de hastanelerde çeşitli amaçlarla sizlerden kan alınır. İğne yapılmadan önce deri kolonyalı pamukla silinir. Bu büyük bir hatadır. İğne ucuyla derinizdeki mikropları direk olarak damarınızın içine itmiş oluyor yani dolaşım sisteminize direk enjekte etmiş oluyor hemşirelerimiz. Damardan iğne oluduktan sonra mikrop kapıp hasta olanlar(mesela ben, koltuk altı lenf bezim şişmişti), hatta ölenler(daha ölmedim) çok. Doğrusu deriyi poviyot, betadine, isosol ya da benzeri mikrop öldürücü sıvı ilaçlarla sildikten sonra iğne yapmak. Ama hastanelere sorun, maliyet gereği bu maddeyi kullanmıyorlardır. Hatta hastaları da "biz damar iğnesi için poviyot kullanıldığını ilk defa duyuyoruz diye motive etmekdirler". Onları benim küllahıma anlatın diyorum ve devam ediyorum...

Yukarda "sen neden sifon çekmeyon alatürkada bakiiim"diye sorabilecek taharet polisleri için buraya bakınız demiştim. Anlatayım. Alatürkada yaşanan tüm rezalete rağmen, maşrapa edişi deliğe göndermek için sifondan daha uygun bence. Mesela taşa ettiysen ona maşrapanla nazikçe yol gösteriyorsun. Etrafta başka bulaşık durum kalmadıysa, fırça kullanmaya gerek yoksa, ortamı terk ediyorsun. Ama şimdi diyelim yine taşa ettin. O azgın sifonu çekecen diyelim... alafrangadaki gibi çalışmıyorki sistem! Ortam yukardan aşağı yıkanmıyor ki. Bir su dalgası arkadan öne akarken, diğer bir su dalgası da edişinden aşırdığı bir demet şiddetli püsürüğü paçaya, fayansa, hatta seni aşarsa kapıya, kapının altı açıksa tuvalet koriduruna kadar ulaştırabilir. Ben burdayım, burdayım, sizlere bulaşmaya, sizlerle kuçaklaşmaya geldim diyebilir bulaşık. Tabi bu cümle "seni çok seviyorum sadri alışık" diye de devam edebilirdi. ama etmiyor işte. Anlatabildim mi gomserim?

Bir de yukarda dedim ya, kültüründe taharet ve alatürka olmayan batılı yabancıların bizim kağıtsız alatürkaya girdiklerinde olabilecekleri düşünün. Hemen örnekleri vereyim. Dengesini kaybedip yere kapaklanma, hangi yöne çömeceğini bilememe, tuvalet ertesi ayak kaslarında antremansızlıktan dolayı et kesiği, yanında kazara kağıt mendil falan yoksa "şapşap nasıl yapılır"ın hayal edilmesi ve uygulamaya teşebbüs, ama sonra donun tuvalet kağıdı niyetine tek kullanımlıkmış gibi feda ve heba edilmesi. O gün eve gidene kadar malzemenin serbest salınımda dolaştırılması:). Doğulu yabancılar, daha doğrusu müslüman yabancılar pek yabancılık çekmiyordur herhalde. Mesela Suudi Arabın beyaz entarisi bulaşığı hemen belli edeceğinden herhalde alatürka kazalar çetelesini tutmak için birebir oluyordur diye düşünüyorum. Batılı yabancıya Alatürka sistemi anlatmak zor. Nasıl biz tuvalet konularına günlük hayatta girmiyorsak, onlarda girmiyor tabi bu konulara. Ama batılının önyargılı kültürel bakışıyla ben de taharetlenin kategorisinden muamele görüyorum ister istemez. Herife çıkışıp da "bak mu millet şapşapçıdır ama ben ancak enseye şaplak severim, şapşaptan haz etmem" diyemiyorsun. Ben de arada kalıyom yani. Bu paragrafın sonucu şu: Ne kadar iyi niyetli ve taharet düşüncesinden bi haber olsa da, "Hans" alatürka koşullarına teslim olmuş, mikrop taşıyanlar zincirine katılacaklar bekleme listesinde bir daha ki alatürka deneyiminde asil listeye geçmeyi riske etmektedir artık. Hoş geldin Hans! 2. faslı kapatıyoz.

Yok bi dakka "koku nedir"i tartışmadık. Güvenilir kaynaktan aldığım bilgiye göre burnunuza gelen kokular aslında kokladığınız madde partiküllerinin burnunuzdaki hassas sinir uçlarına yapışmasından ibaret. (Yani madde, katı, sıvı ve buhar halinde olsa bile aynı madde) Yani mesela biri mutfakta pirzola pişiyor, siz kokusunu duyuyorsunuz. İşte pirzola partikülü burnunuza yapışmış. Yani siz salonda, pirzola mutfakta değil artık. O burnunuzda. Aynı şey edişiniz için geçerli. Edişten kısa bir süre sonra duyduğunuz koku aslında ağırlığı havadan hafif bir kaç koli basilli kümesinin burnunuza yapışmasıyla duyduğunuz koku imiş. Dolayısıyla doktorlar her "bluptan" hemen sonra sifon çekmeyi öneriyor. Tabii fayansa, duvara yapışan koliler de cabası. Oraları da belli aralıklarla dezenfekte etmek gerekiyormuş. 2. fasıl iyice kapandı artık.


3. Alafranga tuvaletlerde yaşananlar açısından (Tarihsel süreçte 90'lı yılların ortalarına kadar ki süreci ifade eder. Taharet mekanizmasi alafranganın içine monte edildiğinden beri farklı bir işgal ile karşı karşıyayız. O işgali 4. fasılda okuyacaksınız)

Alafranga daha derli toplu bir düzenek. Kompakt bir tasarım. Sifondan akan suyun bulaşık ortamı yukarıdan aşağı akarak temizlemesi ile içimize sinen daha rahat bir sistem. Mesela benim en rahat ettiğim tasarım deliğin nereye konuşlandığı ile yakından ilişkili. Benim için ideal ediş dötünden inen bloğun(edişin) hafif arkada tasarlanmış bir deliğin yan duvarına temas ederek hız kesmesi ve sonra su ile yumuşak temas ederek BLUP etmesidir. Türk alafranga tasarımlarında bazı anlamsız hatalar olabilmektedir. Mesela delik dötün tam altına tasarlanmışsa, bu hiddetinize cevaben, düşen bloktan kıçınıza sıçramak suretiyle mutlak su iadesi olacaktır. Bunlar alafranga bilmeyen mimar tasarımlarıdır diye düşünüyorum. Ama üzülmeyin, bu tuvaletlerde edişin hızını kesmek için deliğe biraz tuvalet kağıdı doldurarak sıçratmayan dakikalar geçirebilirsiniz. Yabancı tasarımcılara da bulaşayım biraz. Bir alafranga tipi var. Hep uyuzlanmışımdır. "Gölet tipi" alafranga, Franga yarı beline kadar su doludur. Neresine etsen yine sıçratacaktır. Sifonu çekince içindeki su ve bulaşık kısa süreli bir tavan yaptıktan sonra içinde oluşan bir girdapla gözden kaybolur ya. Ha anladınız... O tipi gerçekten hijyen bakımından da onaylamıyom, hadi hijyeni mijyeni falan da bırak, görüntü iğrenç, kalksın valla o. Hele bir de onun tıkandığını falan düşünün, felaket!

Alafranga aynı zamanda, doğru bakmasını bilenler için kuru bir ortam. İçini tuvalet fırçası ve dezenfektan yardımıyla fırçalar, kapaklarını siler rahatça kullanabilirsiniz. Özellikle tuvaleti kullanan taharetçi meslektaşlarınız yoksa. Ama genelde bunlar olduğu için tuvalet oturağı düzleminde su damlaları kalabiliyor. Dolayısıyla bulaşıkla teması kesmek için mutlak kağıt sermek gerekiyor.

90'lı yıllara kadar anlatıyom dedim ya. İşte o yıllarda, el yordamıyla şekillendirilip tuvalet oturağının alt arka tarafından dötünüze tecavüz edersine uzanan bakır ya da metal taharet boruları vardı. Türk, alafrangaya nüfuz edemediği tali bir yöntemle, bir yandan alafranganın oturma lüksünden faydalanacak, diğer yandan genlerine alatürkadan geçme şapşap merakını bu bakır borularla giderecekti. Bu borular tam bir tasarım ücubesiydi. Çünkü binanın geniş borularından gelen su aniden ince bakır boruda sıkışınca, boru ya tir tir titremeye başlıyor, ya da ayarsızca fışkırarak dötünüzdeki bulaşıklarla birlikte testisleri de yalayarak tuvaletin ön duvarlarına yapışıyordu. Hele borunun ayarı biraz yukarı olsun, oturakla oturağın temas ettiği taşın arasından tuvalet kapısına değin erişen fışkırtma olaylarınız herhalde olmuştur di mi taharetçi kardeşlerimiz? Taharet musluğuna ayar çekmede uzmanlaşanlar taharet borusuna da ileri-geri yön vererek çok dötler yıkadılar. Zaten o boru hiç sabit duramadı. Her tuvalete girişinizde başka bir kullanıcının zevkine göre ileri-geri, aşağı-yukarı pozisyon aldı durdu. Mesela biz taharetlenmeyenler alafrangayı kullanacağımızda o boru mümkün olduğunca en geri mevzilere itildi. Çünkü tuvalet kağıdı kullananlar olarak o boruyla elimizin temas etme riski hep vardı. Bu temas yaşansın istemezdik. İrkilirdik.

Benim Türküm bazı ara uygulamalar da geliştirdi. Bu yöntem hijyenik midir değil midir tam bilemiyorum. Dötü boruyla ıslatıp sonra tuvalet kağıdına silinen ara grup. Genelde dötü fazla tahriş etmemek için böyle yaptıklarını söylerler. Hah anladın mı o grup... Hadi yazın serinletir anladık, peki kışın 2 derece suyu kıça yiyince nasıl oluyor? Surat ifadeleri kışın değişiyor mu bu grubun? Taharet kültürünü daha ileri tekniklerle buluşturmaktan haz etmiyom. Fakat bu arkadaşların hayallerindeki taharet borusu yaz-kış 20-21 derece aralığındaki su sıcaklığında su püskürten rezistanslı borular olsa gerek. Uzak bir dil ailesinden gelseler de bir yakınlığımız var onlarla galiba, tuvalet kağıdı ekseninde, ve edişle temastan kaçınmaları bazında hani... mesafeli bir dayanışma geliştirebiliriz belki. Bu paragrafa nostalji adayı bir resim eklemek istiyorum. Resim 90'lı yılların sonlarından kalma(Pardon 2004'müş, yıllar çok çabuk geçiyor). Hala hayret ve ilgiyle saklarım. Kayseri Organize Sanayiden bir abimiz. Recep Kavlak. Kendince dizayn ettiği "taharetmatiğin" lisansını almıştı. Aşağıya bu ürünün haber olduğu bir linki ekliyorum. Kim bilir belki yeni milenyumda bir arkadaş rezistanslı taharet borusunu icat eder sizler için.





haber linki için
Bir diğer ara uygulamacı ala frangayı kullanırken havadan etmeyi yeğleyen grup. Dolayısıyla oturağı sıvayanlar. Bu grup muhtemelen özelinde de ala frangacı fakat tiksindiğinden havadan atış yapıyor. Velakin bizi kalbimizden vuruyor. Sabote ediyor. İki kağıt ser otur be kardeşim. Özdebiriz biz aslında. Yapma böyle. Yakışmıyor diyor, bir diğer ara uygulamacıya geçiyom.

Batı ile doğuyu eşzamanlı yaşayan bir ara uygulamacı grubu daha var. Bunlar tuvalet kağıdı kullanıcıları gibi olayı kuru bir şekilde tamamladıktan sonra. Bir de hazır boru varken bi yıkayalım diyen ara grup. Bulaşığı kağıt ile sildikten sonra şapşap yaptıklarından düz şapşapçılara göre donlarının daha az sararması olası. Tabi sararma olayı kağıdı havlu yapanla yapmayana göre de değişiyor. Şimdi kuru kuru silip gitmek varken yıkayıp kurulamayan bir altgrup var. Bunlar nemli dolaşıyor. Bir de tüm bunları yaptıktan sonra kurulayıp çıkan diğer altgrup var. Yine sarartanlar arasında en az sararma olayı bunlarda. Yani bir bakıma baştan iyi giderken son dakkada işi berbat eden bir grup. Temkinli iyimserlikle uzaktan izliyoruz.

Son ara uygulamacının tuvaleti şöyle tasvir edilebilir. Alafranga tuvalete girersiniz, ortamda tuvalet kağıdı yoktur, köşede, alatürka malzemesi bir maşrapa durmaktadır. Bu ortamda şöyle bir ara uygulama cereyan etmiştir. Arkadaş maşrapayı yan tuvaletten doldurmuş, bir kenara koymuş, yine üstteki gibi havadan nişan almış, edişten sonra ala türkadan bellediği şap şapı alafranga oturağın üstünden gerçekleştirmiş. Dolayısıyla ortamı hem sıvamış, hem ıslatmıştır. Ortamda kağıt serebilecek bir durum yoktur. Bunlarla taban tabana zıtız biz. Başka kapıya gidiniz.

"Bu kadar konuştun, neden taharet kadınlar için zararlı açıklamadın kardeşim?" diyen polis abiler. Gulag verin. Ala franga'daki işgal mekanizması suyu arkadan öne fışkırtıyor ya. Kadınlar bu mekanizmayı aktive ettiklerinde dötlerindeki bulaşığı ister istemez öne doğru iktirmiş oluyorlar. Özellikle zevk için uzun taharetlenenlere söylüyom. İtile babam itele, nereye kadar? İçine kadar. Bari al bulaşığı parmağınla içine sok daha iyi. Ne farkı var? Ondan sonra akıntım var, havuzdan mı oldu, denizden mi oldu? Olabilir tabii de, gayet güzel taharetten de kapmış olabilirsin bir şeyler. Zaten bu paragrafta tavan yaptık. Daha fazla germeyelim. Karşılıklı anlayış ortamına etmeyelim daha fazla. Bu bölüm yeter.


4.)90'lı yıllarda alafrangada yaşanan metamorfoz açısından(günümüze kadar olan hikaye)

İşgal farklı boyut kazandı demiştik. Alafranga dizaynı doğuya yenik düştü demiştik. İşte işgal borusu, ala franga dizaynın içine yerleştiğinden beri batı yenik düşmüştür bu ülkede. Gerçi borunun boyu daha kabul edilebilir boyutlara çekilmiş, kah plastik kah metal daha oval şekiller almış, boru tuvaletin arka yanağına sabitlenmişse de işgal meşrulaşmıştır. Vatanın bölünmez parçası haline gelmiştir. Bu değişim yaşanırken ben Kıbrıs'ta öğrenciydim. Ezelden beri taharetlenmeyen Kıbrıslı kardeşlerim gibi bende, Türkiye'den ithal etmek zorunda oldukları alafrangaların ortasında bir delik görünce bunun benim Türküm'ün fikri olduğunu ilk saniyelerde çakmıştım. Durum Kıbrıslılar için biraz daha vahim idi. Başlarda çoğu durumu kabullenemediklerinden ala frangayı borusu monte edilmemiş şekliyle satın alır, deliğini alçıyla sıvarlardı. Bilmiyorum hala öyle midir? Ama sıvanmış bölge, sifondan gelen suyun şiddetiyle zamanla su sızdırmaya başlardı. Hüzünlü zamanlardı bunlar. Sonuçta hergün yapıyoruz bu işi di mi? Ama gel gör ki, ŞAPPİİİ !

İşgal borusunun bu yıllardan sonra taharetlenen taharetlenmeyen tüm evlere yerleştiğini gördük. Taharetlenmeyenler bu değişikliğe karşı koyamadılar. Ne de olsa evlerine misafir gelecekti, arkadaşlar, akrabalar şapşap için tuvaletlerine girmek isteyeceklerdi. Bu yeni mekanizmalı tuvalet bizlerde de olmalıydı. Yoksa "ayıp" olurdu konu komşuya. Ne de olsa bizde kullanılmamaktan paslanmaya yüz tutmuş taharet musluğu ayda birkaç egzersizle daha zinde kalabilirdi. Bireysel boyutu burada noktalıyoz... Demiştim ya eve girersek bitmez.


5.) Neden Ala franga kullanmalı, taharetten vazgeçmeli, ve tuvalet kağıdı kullanımına yönelmeli?(Old-school ala frangamı geri verin kampanyası)

Kısa bir özet geçicem. Ne demiştik? Ala frangada yıkama suyu yukarıdan aşağıya akıyor, paçaya fayansa, oraya buraya sıçratma riski bulunmuyor. Arabın entarisi beyaz kalıyor, daha az deterjan(don için), daha az dezenfektan(tuvalet için) kullanılıyor. Evet fazlaca kağıt kullanılıyor. Fakat bunun faydası oluyor. Ayrıca ortam kuru oluyor, çamurlanmıyor demiştik. Yani ala turkasına ev terliği ayağında edene şaşırmak gerekirken ala frangasına ev terliği ayağında edeni normal karşılamak gerekiyor.

Diyorum ya old school ala frangamı geri istiyorum. "Nerden esti?" dersen polis abim. Söyleyeyim. En tilt olduğum grup yurtdışında seyyar taharet musluğunu alafrangaya taşıyan insanımız (ki bu genellikle küçük pet su şişelerinin tuvalete taşınmasıyla oluyor. Umarım oradaki yerel halk tuvalette su şişenizi unuttuğunuz için peşinizden koşuyordur-bu da benim intikam fantazim:)) . "Yok teyze sizde kalsın, ben iyiyim" diyebilenler için de duble taharet fantezisi olur:)) E gayrim evde bi duş alıncaya gader saprediverseyidin be! Yok illa şapşap sonra havlu! Olmadııı beni bozdun gaynım, olmadııı. Bir de bir şeyden daha bozdun. Tahareti old school ala franga üzerinde denediğin için bozdun. Dolayısıyla batısı doğusu işgal altında olan old-school ala frangayı gelecek nesillere ulaştırmak, fonksiyonlarını sulandırmamak, faydalarının bilincine varmak açısından bu kampanyayı başlatıyom. Ve fakat bazılarınızın aklı-evvelliğe teşebbüs edip "bu arkadaş yurtdışında yaşıyor herhalde" şeklinde karşımıza çıkabilecek varsayım heveslilerinin kursaklarında kalması açısından burda, aranızda, habitatınızda yaşadığımı bilgilerinize reca ediyom. Sizleri farklı uygulamacı kardeşlere karşı daha duyarlı olmaya çağrıyom.


Neden taharetten vazgeççen?

İşte yerel lehçemin de açıkca ifade ettiği üzere, taharetten sakınmak avantajlı gözüküyor. Burada propoganda falan yapacak değiliz. İddialarımın gücünü zayıflatan bir çok unsur var. Mesela, Tıp Fakültelerindeki hijyen derslerinde hekimlerimiz doğunun egzantirik taharetlenme alışkanlığını hijyen derslerine konu yapmışlar mıdır? Konuyu pozitif mi, negatif mi incelemişler? Bu hususta bilgi eksikliğimiz var. Televizyon programlarına sağlık konuları hakkında görüş bildirmek için katılan hekimler bu konuya hiç değinmiş midir?. Ya da daha ürkütücü bir yön: Hekimlerimiz ve onların Üniversite Hocaları da alatürka tuvalet kültüründen geldiklerinden taharet konusu onlar için bir konu değil midir? Yani bu "neden vazgeççen" sorusunu ben cevaplamıycam. Uzmanları cevaplasın. Herkes için daha iyi olur, sulh olur.

Neden tuvalet kağıdı kullancan?

Havlu niyetine değil, artıkları silmek için kullancan. Artığın hacmini küçültüp bir noktaya hapsetmek için kullancan. Donun nemden sararmasın, koltuğun baca gibi tütmesin diye kullancan. Akşama duşta akan su altında yıkamak üzere saklamak için kullancan. Kuru ortam rahat ortamdır demek için kullancan. Orhan Pamuk sana da takmasın diye kullancan. Uzatmıyom, iyi kaptırmıştım... E artık bitti sayılır hadi gözünüz aydın.

Yani tuvalet olayının son paragraflarına yaklaşırken, biz bazı standartları yakalamışız. Mesela tuvalet kağıdı bazı tuvaletlere girmiş. Girmiş ama kağıt tam oturacağı yeri bulamamış. O işlemi hala parmak kümeleriniz yapıyor. Yani bir şeyler yapılmakta, iki ileri bir geri, ama yine ortam arada kalmışlık kokuyor, nasıl anlatsam nasıl resmetsem derken, Aha işte şu resimdeki gibi durumunuz: Bak, resim işte bu reisim,




Bir yandan sizlere türküm, doğruyum, kırgınım derken şimdilik bu kadar diyor, sözlerimi bloğa yaraşır şekilde "katyuşamın samanları, har vurur zamanları" gibi anlamsız ifadelerle bitiriyorum.

Kalın salıncakta,

Turkekirgin.

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Güç..

Güç, rozetten ya da silahtan gelmez.

Güç, yalan söylemekten gelir.

Büyük yalan söylemek ve bütün dünyanın da senin yalanına katılmasını sağlamaktan.

İnsanları kalpten inandıkları şeylerin doğru olmadığına inandırdığında işleri bitmiştir artık.


Sin City filminden..

Karşıyaka..

Buraya portakal bahçeleri, papaz burnu, atlı tramvaylarla ilgili, duygulu bir yazı yazacaktım..
Vazcaydım..
Sadece iki adet fotoğraf ve bir adet şarkı linki veriyorum..
Karşıyaka fotoğrafı 1975 ya da 76 da çekilmiş olmalı.. Sağ tarafta, deniz kenarında "Karşıyakalı" cafe var.. Okulu kırıp gittiğim, ilk sigaramı içtiğim cafe..
Yollar daracık.. Otopark.. ve deniz henüz doldurulmamış..
Ama herkesin herkesi tanıdığı, sabaha karşı evine tek başına güvenle yürüyebildiğin zamanlar..


Karşıyakalı'nın tam karşısında ise Palet Restaurant..

Ve orada bir gerçek sanatçı.. Kendi deyimi ile Çalgıcı..
Ama O bir efsane: Aziz Özen..

Bir Yugoslav Türk'ü..Her Türk'ten daha Türk.. Her Karşıyaka'lıdan daha Karşıyaka'lı..

Ve emin olun, her sanatçıdan çok daha sanatçı..

Palet'te Aziz Abi ile görüldüğümüz bu fotoğraf 1982'de çekilmiş.. Ben henüz Diyarbakır'da dağlara çıkmaya hazırlanıyorum..:) O dönemlerim yani..





Buraya ise Aziz'in 1980'de yaptığı ve Karşıyaka aşkını anlattığı bir şarkıyı koyuyorum..

Arkada İstanbul Gelişim çalıyor..

İsteyen Karşıyaka'lı
tıklasın.. İndirsin..
Kaf Kaf Kaf..
Sin Sin Sin..
O günleri..
Yâd etsin..

Kolay..Çok kolay..

Arkadaşlar..

Bloğunuzu istediğiniz gibi değiştirmek, her tür renk, font kullanarak yazılarınıza istediğiniz şekli verebilmek, istediğiniz müziği istediğiniz yere koyabilmek, çalıp çalmamasına karar verebilmenizi sağlamak, üstelik bunu hem çok kolay bir anlatımla ve dahi türkçe olarak görebilmek çok ama çok kolay..
Bunu bugüne kadar nasıl olup keşfedemediğimize sinir olun..
Tıklayın..Sinir olun..

Pazar, Ocak 07, 2007

Yorumsusss..

me mi? mi mi?

Abiii, bloğğumuzdaki yeni müzik proğğramı gerçekten güzel olmuş...merci..
ama,
dinle/me = listen beni? mi? ...... or, don't listen mı? mi?
Can you help mii? Tell me what you want from mii... derken ben listeniyoring;
"You can loose yourself this night, see inside there is nothing to hide
turn and face the light, what do you want from miii" idi..
...and they made mi crazyyy :)

Cuma, Ocak 05, 2007

Diyaloğ..( Alıntı )

- alo, naber?

- iyiyim bitanem, sen nasılsın?

- naapıyodun?

- hiiiç, bi film izliyodum öylesine.

- adı ne?

- bilmiyorum ki. yabancı bi isim. kadın temalı avrupa filmlerinden biri işte.

- sanat filmi yani.

- tabii tabii alman mala vurum öhhööö öhöö alman dışa vurumculuğunun izlerini taşıyor işte. böyle gölge oyunları karakterlerin ruh dünyasını ifade ediş biçimi falan ilginç.

- konusu ne?

- ya işte erkek egemen bi dünya, kadınları sürekli eziyolar, konuşturmuyolar, ne zaman bi laf söyleyecek olsalar hemen ağızlarına tıkıyolar. işte böyle dayatmacı bi toplum, zorlanan kadınlar vs.

- düzen eleştirisi yani ?

- tabii canım bi görsen, düzen düzene..

- ......................... (pause)

- allah belanı versin necmi yine alman pornosu seyrediyodun di mi?

- naturlich!

Yalnızlık...

Kimseye açamadığınız sırlarınız vardır bazen. Kimseyle paylaşamayacağınız dertleriniz. kalabalıkların teselli olamayacağı, başkalarının anlayamayacağı anlarınız. Hiç bir şey oyalayamaz sizi, nasihat duymak istemezsiniz.
İşte o zaman kendi kuytularınıza kaçmakta bulursunuz çareyi. Böyle zamanlarınızda yalnızca sanattır, edebiyattır sığınağınız veya felsefenin avutuculuğuna koşarsınız.
Belki Robert Louis Stevenson'un Dr.Jekyll ve Mr.Hyde'ında ayna tuttuğu gibi aynı beden ve aynı ruhta nasıl derin çatlaklar oluşabildiğini, hiç vazgeçmeden sevmek ile terk etmek mecburiyeti arasındaki savaşları görmekle; belki Hesse gibi arayışa çıkıp kendi içinizdeki Tanrıya ulaşmak için çabalamakla, belki Halil Cibran'ın Ermişinde ''acılarınızın çoğu kendinizce seçilmiştir. İçinizdeki hekimin hastalıklı benliğinizi tedavi amacıyla verdiği tatsız ilaçtır'' derken kastettiğini kavramakla bir nebze huzur bulursunuz.
Siz yazmadıysanız, siz bestelemediyseniz, siz çizmediyseniz, siz söylemediyseniz de yerinize birileri yapmıştır işte ve farkına varırsınız ki: kalabalıklar içinde herkes yalnızdır, esas yalnızlıksa tek başınayken yalnız kalmaktır; ancak içinizdeki kendinizle çoğalırsınız. ''Bir mendil neye kanar'' diye sorar Edip Cansever, en iyi siz anlarsınız.

Avrupa Yakası..



Birgün O'da yaşlanacak.. Ama hâlâ tatlı gülecek..

Çarşamba, Ocak 03, 2007

Ğ

Okurla monoloğ..!
Bu bloğda geri plânda çalan müzik bâzı teknik nedenlerden dolayı her an susabilir..
( hayır.. faturayı ödemeyi unutmadım..)
Yeniden başlayacak.. Ama farklı bi şekilde..
Hani siz şimdi bu bloğ'u her açtığınızda zorunlu müzik dinleyip, o sırada kendi dinlediğiniz müziğide kapatmak zorunda kalıyordunuz ya.. İşte en azından öyle olmayacak artık..
Sağda bir yerlerde, muhtemelen taaaskimetrenin üstünde yada altında bi minik player.. Hani oradan ister aç..ister kapat.. Ne biliim..
Ama bu ne zaman olur, tam bilmiom..
Biraz da Return2'ya bağlıyız yani.. :)) şşşt..alooo..
Yapabilirsek önümüzdeki Ekim'e kadar..
Yapamazsakta..
..
En azından Bloğ propoğandasıydı.
Hörmetlerimle.