Cumartesi, Ocak 31, 2009

Lost'tu Most'tu derken saat 3 oldu...



Abicim, şimdi dün gece izlenecek bir sürü şey var, tamam mı?
Bunlardan birisi nihâyet "Issız Adam". Ve daha sonrada Lost'un 5. sezonunun ilk 3 bölümü...


Issız Adam'ın baş kahramanlarından birinin adı, "ADA".



Filmin nete düşen kopyasının tam orta yerinde ise belli belirsiz "MOST" yazıyor.
Benim aklım Lost ve oradaki adadayken, önümde bir most ve başka bir Ada var...

Bir ara Ada, sevişme sahnelerinden birinde (Çocuğun adı neydi unuttum) adamın üzerinde kendinden geçip kaybolurken, "Ulen" dedim, "amma tesâdüf, Lost'ta da en son ada kaybolmuştu. Most'ta da şu anda Ada kayboluyor."

Şaka bir yana,
Issız Adam'ın nesinin bu kadar gümbürtü koparttığını anlayabilmiş değilim.
Onlarcasını gördüğüm, bâzılarını içinde yaşadığım, sıradan, herkesin başına gelebilecek bir ilişkinin nesi etkiledi bu kadar bu insanları?

Bir tek finâlde, adamın haberi olmadan, kızın müstakbel kaynanasını ziyâret etmesi iyi bir fikirdi senaryo açısından... Kendisinden 40-50 yaş büyük teyzeye Müzeyyen abla demesi de komikti.
Müzeyyen abla o eve gelmeseydi, adam Ada'yı daha çoook şeederd, pardon, kaybederdi, ama iki kadının bekâr bir erkeğin evinde yer alışı, kralın hâkimiyetini sorgulamasına sebep oldu ve şut.
Adam, el yapımı sarmaların, birlikte yapılan kahvaltıların adamı değil. Öyle olsaydı zâten, filmin adı da " Reçel Adam" olurdu, misâl.
Ne var bunda?
Bu tipte bi sürü ıssız kadın da var.

Bâzen gerçekten diyorum ki; ya ben anlamıyorum ya da ben anlamıyorum.
Üçüncü bir olasılık küçükte olsa, ben anlamıyorumdur.

Filmde en başarılı bulduğum tip, Ada'nın kankisi... Hani elindeki peçeteye tükürüp sigarasını orada söndüren. Torpil geçtim. Çünkü çok eski arkadaşım M.'ın kızı.

Lost içinde söyleyeceğim şeyler var.

Bu dizinin senaristleri dünya nüfûsunun büyük bir çoğunluğunun zekâ yapısını büyütüyorlar bence.
Dizinin içindeki oyuncuların, ne olduğunu kendilerinin bile anlamadığına dair metinler var.
Hele bir yerinde annesi "ne oldu?" dediğinde, Hugo'nun anlattıkları müthişti...
Hani bana da anlatsa Hugo şu aşağıda söylediklerini, ben de atarım şişmanı tımarhâneye...

O sekanstaki, alt yazıyı nokta-virgülüne dokunmadan yapıştırıyorum aşağıya...
Hugo anlatıyor;

"Düştük...
...şu çılgın adaya.
Kurtarılmayı bekledik ama gelen giden olmadı.
Sonra bir duman canavarı vardı...
...adada başka insanlar vardı.
Onlara diğerleri dedik ve bize saldırmaya başladılar.
Bazı ambarlar bulduk...
...birinin içinde her 108 dakikada basman gereken bir tuş vardı...
O kısmı hiç anlayamadım.
Ama... diğerlerinin ambarlarla bir alakası yoktu.
Onlar Dharma girişimcilerini işiydi. Ama hepsi ölmüştü.
Diğerleri onları öldürmüş ve şimdi de bizi öldürmeye çalışıyorlar.
Sonra diğerleriyle iş birliği yaptık.
Çünkü daha kötü insanlar gemiyle geldiler.
Desmond'un kız arkadaşının babası onları bizi öldürmeleri için yolladı.
Biz de onların helikopterini çaldık...
...ve gemilerine uçtuk, ama patladı.
Adaya da geri dönemedik...
...çünkü ortadan kayboldu. Sonra okyanusa düştük...
...ve bir süre sürüklendik.
Ta ki bir gemi gelip bizi alana kadar.
O zaman, altı kişi kalmıştık. O kısım doğruydu.
Ama...
Ama insanların geri kalanı...
Uçaktaki insanlar...
Hâlâ o adadalar."

:))))))))

terelellliii- terelellliiiii.......
Ada'nın siyah-beyaz sütyeni güzeldiii...

Cuma, Ocak 30, 2009

HISIM-AKRABA

Cem Yılmaz'ın aykırı zekâsını bir kez daha sevdim.
Kenan Işık "Dünya Bir Oyun Sahnesi" programında ilk konuk olarak ağırladı onu...

Konuşmalarının bir yerinde söz döndü dolaştı, Nasreddin Hoca'ya vardı...
Kenan Işık, Türkler'in mizah anlayışı ile Hoca fıkralarını bağlarken Cem Yılmaz şöyle yaklaştı olaya;
"Abi, meselâ, Nasreddin Hoca gölün kenarında oturmuş, bâriz bir şekilde yoğurdunu yerken, bir geri zekâlı geliyo yanına... (Aaa, n'apıyosun ki burada?) diyo. Hoca'da bu geri zekâlıya (Göle maya çalıyorum.) gibi bir cevap veriyor. Bu durumda, bu tip soruları soran gerzekler, onlara Nasreddin gibi cevap verenlerden sayıca kat be kat fazla oldukları için, bizlerin Nasreddin Hoca'nın torunları olma olasılığımız, bu gerzek yaklaşımları gösteren insanların torunları olma olasılığımıza göre çok düşük... Nasrettin Hoca'ya hayâtı boyunca o saçma sapan soruları sorup fıkraya sebep olan insanların torunları olma ihtimâlimiz çok daha fazla!"

Kenan Işık bile güldü bu cevâba...

* * * *

Kendi kendime, aklıma ilk gelen Nasreddin Hoca fıkrasını düşündüm.

Otururlarken arkadaşı Hocaya, "Aaa, bak bi tepsi baklava götürüyorlar." der.
Hoca "Bana ne?" diye yanıtlar.
"İyi ama Hoca, baklavayı senin evine götürüyorlar." deyince arkadaşı,
"O zaman sana ne?" der Hoca...

Biz gerçekten kimin torunlarıyız?
Hocanın mı yoksa boş boş konuşan geri zekâlıların mı?

Çarşamba, Ocak 28, 2009

ordans burdans...

Nasıl yağmur yağıyor, anlatamamam. Ne münâsebet, anlatırım tabi de, böyle deniyor işte.
Nasıl öksürüyorum hâlâ, anlatamam...
On gündür burnumdan çıkanları bir kovada biriktirseydim, az buçuk alçı ilâvesi ile bir duvarı tamâmen organik bir karışım ile sıvayabilirdim.
Ama düzeldiğimi varsayıyorum. Beynim iğrençlikleri algılamaya başladı yine.

Bir yerde okudum. Eğer pc'nizi düğmesinden açmak size zor geliyorsa, mouse'unuzun herhangi bir tuşuna aynı emri verdirebiliyorsunuz. Odana girdin, makinanın yanına geldin. Kasa aşağıda olduğundan eğilmek istemiyorsun. Mouse'a sağ klik yapıyon, tak, makina açılıyo. Ne acaip, di mi? İnsanoğlu neler keşfediyo.
Peki yatakta yatanların PC'lerini açabilmeleri için bir buluşu olan var mı?
Meselâ, kıçını kaşıycan, tak, makina açılcak... Hadi bakalım, var mı bunu yapabilen?

Uçmak çok güzel bi'şey,
Penceremden baktığımda koca şehrin üzerine çökmüş gri bulutların azıcık üzerine çıkabilsem her istediğimde, ne şaane olur. Bir kaç kilometre yukarıda pırıl pırıl bir güneşin olduğunu bilmekte güzel ama.

Müziğin gücüne inanan ve film seyretmeyi seven arkadaşlara "August Rush" adlı peri masalını tavsiye ediyorum.

Kurtlar Vadisi ve benzeri dizilerin onun film olduğunu bilen ve dâhi içinde bizzat oynayan koca adamları bile nasıl etkilediğini görünce, çoluk çocuk ne oluyor diye düşünmek bile istemiyorum.

Dışarıdaki yağmuru size anlatamam.

Cumartesi, Ocak 24, 2009

UYAN !!!


Duyun Beni from Greenpeace Turkey on Vimeo.

“Duyun Beni” dünya için yazılmış bir şarkı. Dünya bizim anladığımız kelimelerle değil ama kendi diliyle zaten uzun zamandır bizimle konuşuyor ve bize bindiğimiz dalı nasıl da kestiğimizi söylüyor. Tüm bu kasırgalar, seller, değişen mevsimler, kuruyan dereler, kuraklık...Tüm bu felaketlerin söylediği şey aynı: Duyun Beni!

Bu şarkı ve çektiğimiz video klip Greenpeace’in görüntüleriyle tamamlandı ve daha da anlam kazandı. Biz karşılarına dikilmezsek, ne yazık ki, gözünü para hırsı bürümüş, güç savaşıyla gözleri kör olmuş devletler tıpkı şu ana kadar yaptıkları gibi dünyanın bize anlatmaya çalıştıklarını duyamayacaklar.


Sevgilerimle
Melike Demirağ

Cuma, Ocak 23, 2009

Türkcelle bağlanama hayata!

Reklam sloganı gerçek olabilirdi. Uludağ' da kaybolan Türkcell kullanıcısı gencin yeri şıppadanak bulunabilir, gencecik hayat kurtulabilirdi. Biz de o zaman derdik ki evet yahu, baz istasyondu, tele kulaktı, kanserdi, konserdi ama olsun değermiş bütün bunlara. Şimdiyse yuh diyorum, yazıklar olsun diyorum. Ne kadar da yasalara saygılılar. Ne kadar da özel hayatın gizliliğine önem veriyorlar. Peh!
Ortalık yine toz duman. Sap-saman birbirine karışmış. Sibel Can bile eski bir "stand-up" çıya TRT ekranlarında kendisinden fazla yer verilmesine isyan etti sonunda !
En bi muhafazakar modernimiz Cemil İpekçi' nin ABD' den atladığı habere göre, (Nostradamus kehanetiymiş) "2012 yılında dünya üzerindeki insanların yarısı, 2016'da ise 4' te 3'ü yok olacak". İpekçiye göre bu durum açıklanırsa kimse çalışmazmış, bugünkü ekonomik krizin kat be kat büyüğü yaşanırmış :)
Toplamda dünya nüfusunun kaçta kaçı gidiyor, hesaplayamadım ama çok az zamanımız kalmış, ben çalışmıycam artık.Sevgili Abi' ye acil şifalar ve bir an önce bloğunun başına geçmesini diliyorum bu arada.

Salı, Ocak 20, 2009

Flight 1549 from LaGuardia to Hudson River!

Alıntı malıntı diil bizâtihi kendi yaptığım bi'şeydir.
Sol üst köşeye uçağın dıştan görünümünü ve hemen altına da sol pencereden bir görüntü koydum.


Pazartesi, Ocak 19, 2009

Hayâlet insanlar...

Çoğunluğu erkektir bunların.
Dişi tayfasından olanına hemen hiç rastlanmaz.

Özelliklerinden belli başlı olanı hayli zengin olmalarıdır. Yâni sürüsüyle gayrimenkûl sâhibidirler.

Yazmazlar ama çok konuşurlar. Girdikleri topluluklarda idârenin hep onlarda olmasını isterler.

Zekîdirler. Bu özelliklerinden dolayı genellikle çevreleri ile alay etme durumu gelişmiştir.

Profesyonelce adam kullanırlar. İş bitiricilerdir.

Yüksek mevkîlerden dostları, arkadaşları, tanıdıkları vardır.

Çoğu yerde tanınırlar, her yere girip çıkarlar.



Ama...

ne gariptir ki; sanal dünyada adlarına rastlayamazsınız.

Yoktur onlar.

Sanki yaşamamışlar, yaşamıyorlarmış gibi...

Hayâlet gibi...

80'lik TEYZE..

Ben bu teyzenin şöyle 30-35 li yaşlarını düşününce koca ve/veya kocalarının çok uzun ömürlü olmayacağını sezinledim... İzleyin bakalım, siz ne düşüneceksiniz...

Çarşamba, Ocak 14, 2009

HASET Bi YAZI

Geçtiğimiz Cuma akşamı office programında oluşan bi gerginlik nedeniyle işletim sistemimin anahtarını (key) değiştirince, aklıma gelmeyen başıma geldi ve makinamda bulunan iş programım "bu farklı bi makina.. ben bunda çalışmam artık" dedi...
Ben öyle sık format yapan birisi değilimdir. Ama mâdem iş programım yeniden kurulacak (ki en zor olanı odur.) o zaman bi elden geçireyim diye düşündüm...
Şu an itibârı ile normale bağlanmış durumdayım.
Benim de dönüşüm yakındır...
Yalnız bu arada Vladimir'i kıskandım...
Adam on beş gün yazı yazmadı, onlarca merak edip soranı var...
Benim hayatım kaymış burada... Bi Allah'ın kulu "ŞŞşş, sesin çıkmıyo." demiyo...
Sizi protesto ediyorum.:))
Kınıyorum.:)


Şaka ha......

Ha, aklıma gelmişken bundan sonra evin kapısının anahtarını bile değiştirmicem.

Cuma, Ocak 09, 2009

NAMBIR VAN..

Tüm zamanların gerçeğini anlatan tüm zamanların en baba şarkısı..


Dinlemek için tıks tıks tııııkksss..

Çarşamba, Ocak 07, 2009

...hijkl-MN-opqrst....

Mehpâre, yattığı yerden zorlukla uzandı sehpâya.
Bir sigara daha yaktı. Oğlu çok kızıyordu bu bağımlılığına ama bırakamıyordu işte. O gelmeden kalkıp izmarit dolu küllüğü temizlemeliydi.
Kocası öleli sekiz yıl olmuştu. Çok sevmişti Nejat'ı. Ve çok özlemişti.
Ellerine baktı. Nejat'ının gözlerinin içine bakarak okşadığı ellerdi bunlar... Zariftiler.
Ve her dâim manikürlü uzun tırnakları... Telefonun ya da televizyon kumandasının tuşlarına istediği gibi basmasına engel olacak kadar uzundu, düzgün tırnaklar...
Geçenlerde eltisini aramak istemiş, doğru numarayı basana kadar üç beş yanlış numara çevirmişti.

* * * *

Akşam, bu konu açıldığında, "O zaman şu tırnaklarını kessen de, telefonu, kumandayı doğru dürüst kullansan..." diye söylendi oğlu...
"Ben," dedi ve derin bir nefes alıp devâm etti Mehpâre; " Babanın yanına, beni ilk gördüğü günkü gibi gideceğim."

* * * *

Mehpâre bunu söylediğinde seksen üç yaşını sürüyordu.
Tam da Nejat'ının öldüğü yaştı bu...

Salı, Ocak 06, 2009

ISSIZ KADIN ISLI ADAMA KARŞI..

Akşam üzeri Alsancak Kordon'da kalabalık bir birahânede oturuyoruz Amerika'dan Andy ile...
Kalabalık. Neredeyse tüm masalar dolu.
Yanımızdaki masada bir delikanlı ile karşısında bir genç kız oturuyor.
O kadar yakınız ki, ben istemeden misafirliğe gidiyorum. Kulak bölümünden...
Delikanlı hafif hesap sorar bir tonla, "Neden cep telefonunu açmadığını" soruyor kıza...
Kız o kadar inandırıcı, o kadar yumuşak bir tonla yanıt veriyor ki; "
Bi'tânem, ben ööle çantasından çıkararak ikide bir telefonuna bakan insanlardan değilim. Duymamışımdır. Ancak çaldığını duyarsam alıp bakıyorum aşkım.."
Hani ben bile kalkıp "üzülme be kardiş." diye öpebilirim kızı.. O derece..

Derken bir ara delüğanlü tuvalete gittiğinde, kız önce bi çocuğun arkasından bakıyor, sonra da çantasından hiç çalmamış olan ıssız telefonunu çıkarıp bi'göz atarak yerine koyuyor. Kızın hareketlerde çok ıssız harbîden.

Sonra boyfrent geliyor, onlar dalıyor kendi muhabbetlerine, biz de Andy'yle bizimkine...
Biz sigara ve sigarayı bırakmaktan bahsediyoruz. Ve tâbi bi'sürü başka şeyden...
İlerleyen dakîkalarda yan masa hesâbı ödeyip kalkarken delüğanlü masamıza, benim önüme doğru kareli bir not kağıdı bırakıyor.
Ve son derece sâmîmi bir ses tonu ile "Usta.. Bu kitabı oku. Çok faydasını göreceksin."
Sâlisede göz atıyorum nota... El yazısı ile "Allen Carr - Sigarayı bırakmanın kolay yolu" yazmış...
"Teşekkür ederim." dedikten sonra "Senin görlfrentte işe yaramamış yannız kitap" diye ilâve ediyorum.
"Hııı.." diyor ve gidiyor.

Kıssadan hisse...
"Eğer sen yan masayı duyuyosan, yan masada seni duyar, USTA."
Nası'ama?

Pazartesi, Ocak 05, 2009

Müzikseverlere..

Tıklayın..
Yeni link.. Problem olursa haber verin lütfen..

19 Şarkıdan oluşan mix ve mis bir cd...
1 saat 12 dakika 39 saniye...
Dün gece çıktı fırından...
Seveceksiniz.

Cumartesi, Ocak 03, 2009

Neşeli hafta sonları olsun..

Adam 30 Aralık günü arkadaşına soruyor; "Yarın n'apıyo'sunuz?"
"Neden ki?" diye soruyla yanıtlıyor arkadaşı...
"E, yarın yılbaşı gecesi ya.."
"Olm, yarın gece nası olsa geçer. S.ktir et bir günü, sen kalan 364 günü nası geçircez bi onu sor bakalım."

* * * *

Bu veciz :) kısa hikâyeden sonra bir tecrübemi sizlerle paylaşayım da unutmayayım...

Kaynana dili denen üfürmeli-üfleyince uzayan yılbaşı şeyleri var ya...
Çocuğunuz kabız olduğunda, tuvalette otururken, verin bak bi, ikinci üfürükte çocukta rahatlıyor, sizde.

Saygılar.

Perşembe, Ocak 01, 2009

Bakış Açısı...

Geçen yıl, A.W. ve Lina, yılbaşı sabahı, saat 07.00 civârında memlekete dönmüşler, ben de Adnan Menderes'ten karşılamıştım onları. Gün yeni doğuyordu ve yağmur yağıyordu.
2008'e giriş ânını yalnız kutlamış ve bir kaç satır yazmıştım.
Bu sefer berâber kutlayacaktık yeni yılın gelişini. Evde noel ağacı kurulmuş, dibine hediyeler konulmuştu bir kaç gün önceden.
30 Aralık günü Lina hastalandı. Burnundan sümük, gözünden yaş eksilmedi. Hâlâ da öyle...
Rahatsız. Keyfi yok. Ben bunları yazarken bile duyuyorum içeriden hafif hafif ağlamasını ve öksürmesini.

30 Aralık gecesi, sabaha karşı yatakta kusmasından sonra bizlere dönüp "Annecim, Babacım, bana kızmadığınız için size teşekkür ederim." deyişini hiç unutmayacağım.
Bunu söylemesinin nedeni sanırım, burnunun sürekli akıyor oluşundan dolayı gıcık kapması ve huysuzluk içerisinde sürekli "Burnum akıyooaaa.." diye vikviklenmesine, "Yeter Lina.. Akıyorsa sileriz, ağlama artık." diye hafif sinir yapmamdı..

Sonuçta, geceyarısına iki üç saat kala, baktık ki dayanamayacak, açtık hediyelerini.. Sevindirdik. Ve yattı.
Ben yeni yıla girmeye yirmi dakika kala duş alan en temiz Türk erkeği ünvânı ile döndüm içeriye, içkimi tâzeledim.. Bir kaç dakika sonra A.W. geldi, içeride uyuyan Lina'nın yanından..
Balkonda acık müzik yaparak, havai fişekleri izleyerek, yan komşularımız ile balkondan balkona kutlaşarak girdik 2009'a..
Sonra 01.00 sularında A.W. ve ikiyi biraz geçe de ben yattım...
Normal zamanda daha geç yattığım çok zaman vardı hâlbuki.

Sabah 6,30 civârında Lina'nın ağlaması ile uyandık. Artık akıntıdan ve silmekten yara olmuş burnunu işâret ederek, "Akıyooaa ama silemiyooaamm, acıyoaa" diyordu.
Önce içimden "Ulen bu ne biçim yılbaşı sabahı lan?" diye söylenerek kalktım.
Böyle başlayan bir yıl acaba böyle mi geçecek diye düşünerek...

Sonra...
Bu düşüncelerimden yaklaşık 5-10 dakika sonra,



İzmir'de gün doğarken, yılbaşı ertesi sessizliğinde, kanepede, kucağımda, bana sarılarak uykusuna yenik düşen küçük kızıma baktım. Ve fikrimi değiştirdim.
Çok güzel bir yılbaşı sabahıydı.
Birlikteydik.
Kucağımda uyuyordu.
Ve böyle başlayan bir yıl, böyle geçecekti...
Sevgiyle yâni.
Bakış açısı buydu işte.

Koca şehirde en ufak bir gürültü yoktu. Duyulabilen sâdece Lina'nın nefes sesiydi.


Kulağına, "Ülkemize, insanlarımıza, sevenlerimiz ve sevdiklerimize, dost, arkadaş, kardeşlerimize ve ailemize mutlu yıllar..." dileğimi fısıldadım.