Çarşamba, Kasım 24, 2010

Öğretmenlerim ve okulum...

İlk öğretmenim annemdir benim...
Bir Cumhuriyet kadını.
Alttaki resimde ben 5-6 yaşlarında olduğuma göre annemde 21-22 yaşlarını sürüyor olsa gerek...


Daha sonra İstanbul'da Beyazıt Deneme İlkokulunda Nesrin öğretmenim vardı... Alttaki resimde kendisinin yanındaki, kardeşim Tevfik...
Yeşilköy'e taşınmamıza yani ilkokul 1'den ve 5. sınıfa kadar o öğretmişti bana herşeyi...
Cumhuriyet kadınıydı... Yaşadığını sanmıyorum. Allah mekânını cennet etsin...


Daha sonra, ortaokulda İngilizce öğretmenim Sezer hanımı hiç unutmadım... Yazmıştım da daha önce...
Esaslı bir Cumhuriyet kadını... Hâlen görüşüyoruz zaman zaman... Hatta facebook vasıtası ile sık sık...

1973'te İzmir'e döndüğümüzde Karşıyaka Erkek Lisesine gittim.
Bu okulun tüm öğrencileri laik, cumhuriyetçi, çağdaş çocuklardı... Geçen yaz tatilinde önünden geçerken kapısını açık görünce girdim içeri... Yıllarca tırmandığım merdivenlerin ve sınıfımın fotoğrafını çektim.




Bu satırları yazmaya başlarken Nesrin Öğretmenimin olduğu fotoğrafın sol üst köşesinde yalak şeklindeki açık musluklardan su içen iki küçük kız çekti dikkatimi...

Bugünün çocukları, düşe kalka, toz toprak içerisinde oyun oynayamadıklarından,
sokaktan geçen açık turşucu ve dondurmacılardan bir şey alamadıklarından,
fizik olarak yeterli bağışıklığa kavuşamıyorlar...

Ve bugünün çocukları...
düşe kalka, toz toprak içerisinde ilerleyen cumhuriyeti ve bunun nedenlerini,
kendilerine anlatan Cumhuriyet Anneleri ve Öğretmenleri azaldıkça...

... bağışıklık sistemi yavaşça çöke/rtile/n ülkenin nereye doğru gittiğini anlayamıyorlar.

Beni gururlandıran şey ise 7 yaşında yeni okuma yazma öğrenen küçük kızımın odasında tamamı ile kendi kendine iken şiir karalamaya çalışması...



Bu onun karalama defteri... Yan sayfaya da sadece Yahşi Cazibe yazmış yalnız...:)

Cumartesi, Kasım 20, 2010

Hayatın kaç GB?

İlk video kameramı 1990'lı yılların başlarında edinmiştim. Hepsini birden oturup izlemeye kalksanız, belki de günler sürecek görüntüler var hâliyle... İş yerimde, ailem ile, arkadaşlarım ile, köpeğimiz ile ilgili, ayrıca yurt içi, yurt dışı geziler ve mavi yolculukları içeren uzuuuun filmler...
İzlediğimde içinde kaybolduğum hatıralar, zaman zaman gülerek, zaman zaman hüzünle izlediğim, kimi zaman kaybettiğimiz arkadaşlarımızı izlerken gözlerimin dolduğu ama bir sonraki sahnede beni güldüren sekanslar...
Kısacası bir insanın yetişkinlik dönemini anlatan görüntüler...

Sonra ne oldu biliyor musunuz?

Ya da bir başka deyişle neyi farkettim?

Bu 8 mm filmlerin tümünü elden geçirip düzenleyerek dijital ortama geçirdiğimde, 50GB bile tutmadığını gördüm.

52 yaşında, üstelik bayağı hareketli yaşamış bir insana ait tüm görüntülerin aslında bir cep telefonu büyüklüğündeki harici belleğe sığdığını gördüm. Bugün flaş bellek dediğimiz çakmaktan daha küçük bilgi depolarının en büyüğü 36GB'lık... Hani biraz daha sıksalar tüm yaşamımız aslında çük kadar bir kutuya sığacak...

Demek istediğim; ne kadar yaşasan, ne kadar görsen...
...toz zerreleriyiz hepimiz...

Küçük ve kısa...

Çok küçük ve çok kısa yaşam...

Bir flaş belleğe sığacak kadar...

Cumartesi, Kasım 13, 2010

4. BOYUT (üçün üçü)



İzmir’i severim.

50’li, 60’lı, 70’li,80’li... aaa, her on yıllı yıllarda İzmir’de oturmuşluğum, çalışmışlığım, gezmişliğim vardır. Hatta askerlik yıllarında bile İzmir’den ayrılamamış, Kokar Yalı’nın Güzel Yalı olmasından tutun Karşıyaka’nın neden karşıda olduğunu İzmir’deki Beyaz Yakalılara anlatmaya kadar bir sürü işe bulaşmışımdır.
.


Sayılardan, rakamlardan iyi anlar İzmir’liler. Pek muhasebeci çıkmamıştır, ama paracıkları da ceplerinden çıkmamıştır. Sokaklara isim yerine numara verirler, Tıpkı Dekart’ın yaptığı gibi boyutların büyüklüklerini tanımlar gibidirler. Sokaklar yetmez, çarşılarına bile isim verirken ucuna numara verirler, Onur çarşıları bir-iki-üç diye dizilir. Aynen, üç boyut gibi !!!
.
Adeeee, tesadüfe bak yani, bu kadarı da pes dedirtir...
.
Atatürk sanayi, Levent sanayi yerine 1. Sanayi, 2. Sanayi,.. en son klimaya baktırmak için de 3. Sanayiye gitmiştim evveli sene, o eski karayollarının ordan girilen... Abem, bi tuhaflık var, bu üç boyutla İzmir arasında bir köprü kurulmuş haberimiz olmadan anlaşılan!
.
İstanbul’da oturup çalışırken bile sıkıntıdan of-pof yaparken birden arabamda bir bozukluk hayaline kapılıp kendimi yollara atardım. İzmir’e iniş 4,5 saat, dönüş bir hafta !!!
.
Daha sonra trafik cezaları fazla artınca benim geliş saatlerim de uzamaya başladı. Ben bu bahaneyle İzmir’i rakılarken, Kaya da, müşterilerine havasını atar, “eski müşterilerim tee İstanbul’dan tamir için arabasını getiriyor bana,” diyerek. Garibim, bir de beşyüz defa iskontodan sonra hapa dönen alacağını da o akşamki yemeğin rakısına yatırır, ama havasını da atar herkese, “bana İstanbul’dan araba getiriyorlar,” diye. Ustam değil sadece, arkadaşımdır, her gelişimde kalırım onda.. Ama bu gelişimde ona uğramıyacağım, en son Üçüncü Sanayi’de klimaya baktırdık zaten.
.
“Olamaz böyle şey,” demeyin, oldu bile. Nuhun Gemisi reklamlarındaki hava tahmini tuttu. Hem yeri, hem de dakikasını bildi tahminciler. Kırkağaç kavunları tezgahlarında kupkuruyken Gelenbe’yi geçer geçmez başlayan damla damla hava Akhisar’a kadar sürdü. Daha sonra ise o yapay şelaleler gibi bir su duvarının içinden dolandık durduk Manisa’ya kadar, “Ulen ister misin bir de dördüncü boyuta geçelim şimdi,” derken, Manisanın girişinden çıkışına kadar süren birbuçuk saatlik dur-kalk antremanında; yol kenarında dizili duran, kenardan köşeden yandan sağdan soldan alttan üstten, olabilen ve olamayan her pozisyondaki çarpışmalardan arta kalan hasarlı arabalar sergisini gezmiş olduk. Anlaşılan Manisa’da arabalara lastik yerine muz kabuğu takıyorlar, daha hesaplı oluyor.
.
Küfür kafir, herhalde bundan fazlası yağmaz dedikçe denilenin bir fazlası su gökten boşalıyor. Artık Zeki Müren’in had safhadaki boyut gelişmesini de aştık. Fırtınalar, depremler, Nuh tufanları, kilometrelerce çarpışmış araba, kilometrelerce çarpışan araba, kilometrelerce çarpışacak araba yanyana, altalta, üstüste, gidiyor kıyamete...
.
Dördüncü boyut acaba trafikten kafayı yiyince mi çıkıyor diye endişelenmeye başladım ki, eski aşıkların terasını solda bırakarak düzovaya indiğimde artık DıBalık terasında rakı hayal olduğu kafama dank etti... Bir yandan, sevgili Muammer’in “Aman da Fatmam, ben rakıya su katmam,” türküsünü mırıldanırken, bu yağmurda terasta susuz rakı içmenin epey zor olacağı kanısına vardım.
.
Açtım DıBalık’a telefonu, “ben kaçıyom,” diicektim, tam da karşımda sanki “aydın-çeşme” yazan bir yeşil levha varmışkene, “toplantıdayım,” dedi kısık bir sesle... Anladım ki Lina babası olmak bu devirde iskele babası olmaktan zor, mecburi toplantılara filan katılıyorsun...
.
Biraz daha yanaşınca yazılar yok oldu, levhayla üzerindeki ok kaldı geriye, çünkü tam önünde adam kılıklı bişii duruyor, arkada da birkaç yol, yarısı yol, yarısı dere, kalan yarısı da inşaat... Biraz çok yarı oldu, bu boyutlarla ilgili bişii herhalde. Allalallaaaa, bu yağmurda mahallenin delisi mi bu, derken sordum, “BU OK NEREYİ GÖSTERİYOR?” diye bağırarak, yağmurdan duyulsun diye sesim.
Bir yandan da, “allahtan, bu ok nereye gidiyor, diye sormadım, bu hanzo, abi gitmiyor, duruyor he he hee, der,” diyerek kendi kendime sevinirken o hanzo da bağırarak bana, “YOLU GÖSTERİYOR ABEY,” demez mi..
.
Artık tepem attı, daha Ağustos ayında Çanakkale yolundan Bornova girişinden Liman’a gidememiştim bir seferde, bu yağmurda da dolanmak istemiyorum, Manisa yolundan inicem, Bornova hizalarında Çanakkale-Aydın çevreyoluna toslayınca sola dönücem, cırt diye yağmurdan kaçıp akşam rakımı Fethiyede içicem... Bütün bu fırtına, deprem, tufan filan DıBalık terasına gitmemem için, bundan vazgeçersem herşey eski haline dönecek, ama bu adam, bu ok, bu levha !!!
.
“Yolu anladık,” dedim, aslında anlamamıştım, çünkü bir okla üç yol biraz tuhaf kaçıyordu, “hangi yolu?”..
-Aydın yolu aabey,
-İşte bu..
-Hangi bu?
-İşte bu..
.....




Ay deli çıkmak işten değil, adamı dövmeye kalksan zaten anca beline gelirsin, ben de, “kalkma, otur oturduğun yerde,” dedim kendime. Sanırım sayı saymasını bilmiyordu, belki de gözleri bozuktu. Tabii benim de artık cozutmuş ve dördüncü boyuta geçmeme ramak kalmış olmamdan belki de bir yol vardı orada hakikaten.. Ama, yollardan birinde inşaat taşları vardı, birinden de sular akıp dere taklidi yapıyordu.
.
Resimdeki sarı yoldan inip mavi yola geçmek artık mümkün değildi, ben o trafik güruhu ile bu sefer araba seline kapılmış gidiyordum.. Evka, Kipa, bilmemne siteleri filan görünce Ankara yolunda olduğum zehabına kapıldım, camı aralayıp yandaki arabalardan feyz alınca bu yolun bir yere gidip gitmediği konusunda insanların bir fikri olmadığını, Ankara’ya filan değil, eve ya da işe gittiklerini öğrendim.
.
Daha sonra, “ab i, olur mu yaw, tam ters gelmişin, burdan dönücen sen,” laflarına kanıp hem oradan hem de rastladığım tüm kavşaklardan dönerek Aydın yoluna ikibindörtyüz metre kalmışken aynı yolu 26,5 kilometre yaparak geçtim (ikinci resim, kırmızı yol).
.
İşte dördüncü boyut da böyle birşey oluyor, tıpkı masallardaki gibi dere tepe düz gidince bi bakıyosun anca bi arpa boyu gitmişin...
.
Gogıldan ölçünce görüyorum ki, yirmialtıbuçuk kilometre yol yaparak anca ikibuçuk kilometre gitmiş oluyorum.
.
İşte size dördüncü boyutun hikayesi...
.
Sonlara doğru, bir sanayi sitesinin içindeyken sağ camı aralayıp “Aydın yolu, bhüüüü,” diye ağlamaklı sesime yandan aralanan diğer camdan cevap geldi:
-Ben de oraya gidicem de o levhayı oraya koyanı bir bulsam ....rütük....

Adamın lacivertimsi elbisesinin kolunda da ya zabıta, ya da polis memuru gibi sırmalı filan bir yazı vardı...
.
Sorduğum yeri de söylemeyi unuttum, birincisini, ikincisini, hatta üçüncüsünü biliyordum, ama burayı bilmiyordum:
.
Koca koca levhalara yazmışlar, zafer tâkı gibi çelik köprülerin üstüne, girişte ve çıkışta:
.
DÖRDÜNCÜ SANAYİ SİTESİ.
.
Bilmem anlatabildim mi :)
.

4. BOYUT (üçün ikisi)


Herşey İzmir’e uğrama niyetiyle başladı. Sözde İstanbul’un o önden arkadan sağdan soldan alttan üstten içten dıştan, daha bilinmedik her yerden gelen gürültü, araba, satıcı, koku, kirlilik, duman,.. vs. trafiğinden kaçıp, bir gece Dı Balık Abi’nin terasında rakıladıktan sonra daha güneye inecektim.
.
Elli yıldır körfez yolunda başıma gelen pişmiş tavuk hikayelerinden bıktığım için gidip feribota bilet aldım, böylelikle akıl almaz körfez maceralarından, hatta Bursa, bir miktar da Balıkesir yolundan da kurtulmuş, doğrudan Bandırma'ya inmiş olacaktım.
.
Bileti almamla beraber tüm hava durumu sitelerinde anında bulutlar belirdi, radarlar çalıştı, uydulardan kovalar dolusu bilgi aktı ve tam benim feribotun kalkacağı saatte başlayıp, Bandırma’ya yanaşacağı saatlerde de bitecek bir fırtına göründü. Doğrudur, eğridir, derken sabah hakikaten fırtına birgüzel çıktı, esti, gürledi, bizim seferi iptal etti ve “kih kih kih,” diyerek sustu.
.
Bu işte bir hikmet var mı, diye düşünürken, aklıma o dördüncü boyutlu filimler de gelmedi değil hani... Hep böyle doğaüstü olaylar, havada uçuşan sanal çizgiler, renkler filan derken, “yok canım,” dedim, “ne olacak yani, ertesi seferle giderim.”
.
Ertesi sefere bilet aldım, inatla körfezi dönmeyecek, kazandığım dinginlik ve vakitle DıBalık Teras’ta rakılayacaktım, kafaya koydum bi kere.
.

Ama hesap yine tutmadı, İzmir yakınlarında bir deprem oldu... tüm Türkiye basını da sanki Ay’dan Dünya’ya Aykonotlar gelmiş gibi deprem haberleri ile çalkalandı durdu.
.
Günde ortalama üç kişinin depremden öldüğü bu cehalet imparatorluğu ülkemde sıradan olması gereken bir olay iyice büyüdü, büyüdü, gündeme oturdu. Deprem efendi bu, ne yapsın, otur otur yeraltında, can sıkıntısı,.. sonunda bir gün olacak tabi, zaten Hephaistos denen yaratıkla bir ömür de geçmez, arada sırada yeryüzüne çıkıp şöyle bir salınıyor doğal olarak...
.
Bir deprem daha oldu... Yani komik bir durum, güneş tekrar doğdu gibi, beşizlerin müjdesini veren doktor misali ortalığı heyecana boğan doktorlar sanki bu gazeteciler... Olduysa oldu, ne yapalım yani, feribot biletini geri mi verelim !!!
.
Bir deprem daha oldu,...
.
Etti üç...
.
Zaten Lodos, denizlerimizin hiddetli kraliçesi wuuuuuv diye bi gürlemiş,.. bizim biletleri atmış sonraki sefere, üç tane depremden mi korukucam, “atlarım sabah feribota,” diye çok kızgın bir karar verdim, arada biraz da homur humur yaptım, ama “sanki bunlar böyle bir dördüncü boyut filminin senaryosu gibi,” filan diye düşünmeden edemedim. Yer gök Nazım’ın kurşunundan da ağır, gri, siyah, kirli, baskın... wuuuv wuuuuv rüzgarlar,.. şıngır mıngır sallanan avizler, yerlere yatıp yatıp kalkan duvarlar...
.
Yani bi yerlerden bi hortlak çıkıp böööö, demiyosa, artık bu bir korku filmi diil, kesin dördüncü boyut filmi garanti...
.
Gece oldu, sabahın köründe feribota bineceğim, bakıyorum televizyonda haberlere, hani bi fırtına daha mı diye, anlatıyor spiker, oniki deprem daha olmuş...
.
Yahu, bi rakı içcez Dı Balık’ın terasında, bu kadar sallanmaya öfkelenmeye ne gerek var!...
.
Eşyalarım hazır, yatıcam birazdan, sabah da gün doğmadan kalkıp feribota binicem... öyle dördüncü mördüncü boyut filan da çıkmiicek...
.
Derken,
.
Bir tivi haberi daha;
Yeni bir fırtına, sağnak yağış, sel, heyelan tehlikesi... bir de utanmadan saati de veriyorlar... Tam feribottan ineceğim dakika, yani saat onda başlıyor, heryeri seller kaplayınca da duruyor...
.
Yani bu biraz tuhaf; Hazreti Nuh’un gemi reklamı değilse bu tivideki laflar,.. artık ben dördüncü boyuta geçiyorum,.. bu kesin... artık senaryo böyle diyor...
.

Boyut değiştirecekseniz, önce bazı emarelere dikkat etmeniz gerek.

4. BOYUT (üçün biri)


4. Boyut’a nasıl geçilir, nedir bu 4. Boyut denen meret, filan gibi sorularla karşılaşırsanız hemen beni bulun, anlatıvereyim size.
.
Efendim, şimdi bu boyutları anlıyabilmek için ilkin biraz eğitim gerek. Beni biraz tanıyanlar, ya da yazılarımı filan okumuş olanlar, biraz ön-eğitimden geçmiş oldukları için konuyu şıp diye anlayacaklardır. Örnek bir yazı için, 10-15 yıl önce yaptığım bir site, hala duruyorsa yeterli bir kaynaktır, bir bakayım, heh, duruyor bir kopyası:
http://alienonline.bravehost.com/okuma.html veya
http://alienonline.bravehost.com/okuma02.html yazıları iyi bir başlangıç sayılabilir.
.
Efendim, bu boyut işini anlatabilmek için psikoloji, sosyoloji, ya da astroloji dallarından nobel almış olmak yetmez, bir de tipoloji dalında nobel sahibi olmanız gerekir. Yani, iyi bir tipseniz hem anlar hem anlatırsınız, ama iyi bir tip değilseniz hem ağlar hem de gidersiniz...
.
Boyutlar çeşit çeşit olup, çoğu günlük hayatımızda bulunur. Bir boyutlu nesnelerin sadece boyu olur, eni filan olmaz, mesela, basketçiler buna örnektir, çık çık bitmez bi yaratık görürseniz, belgesel filan seyretmiyorsanız, bu gördüğünüz şey bir boyutludur, bir boyuttan gelme boyu olan bir nesnedir. Kayı Boyu’ndan gelenler, ya da boylu boyunca uzananlar farklıdır, onlara başka şey denir.
.
Tabii, bu boyutun ille de boy olması gerekmez, en de olabilir, böylece boyu olmayıp sadece eni olanlara da “enlem,” denir, frak giymiş bir Turgut Özal da bu konuya iyi bir örnektir.
.
İki boyutlu olmak için hem en, hem de boy gerekir, bunlar sokağa çıkınca hemen her köşede bulunur, ülkemizde olanlara “yarma,” denilir. Ancak bunu yarma şeftaliyle karıştırmamalıdır, onlarda boyut dönüp dolaşıp kendi içine bükülmüştür, bunlara uzay biliminde solucan delikleri denir ve daha çok boyutlu uzaylarda seyehat için kullanılır. Zaten Yarma Şeftali’yi yarıp içine bakınca solucan deliklerini, hatta solucanları bile görebilirsiniz. Ama, yemeyiniz, ekşi oluyorlar.
.
Üçüncü sırada üçüncü boyutumuz var; “derinlik.”
.
Adından da anlaşıldığı gibi çok derin bir konudur, derinleştikçe de bitmez; iş dünyasında, ya da kızlara hava atmak için filan sık sık kullanılır, genel olarak, “bunlar derin konular, sen anlamazsın,” şeklinde ifade edilir.
.
Bu boyut, ayrıca biraz da çetrefillidir. Herşey, her yöne doğru derinleşebilir. Oceonagraflar aşağıya doğru artanları, Astronomlar görünmeyen sınırlara doğru olanları, Teologlar yukarılara doğru bilinmez yolculukları, Aşıklar da sevgilinin gözünün içinde görünecek şey kalmayıncaya kadar uzayıp giden dalgın bakışları tanımlarken bu derinlik saçmalığını kullanırlar.
.
Boyutları Kartezyen düzende düşünürsek, iyi ederiz. Kartezyen, bu konulara biraz Fransız olan Des-Kart-es’ten gelir, okunuşu; “De-kart,” şeklindedir. Sonundaki es, es geçildiği için okunmaz, De Kart deyince hemen akla Kartezyen Felsefe, Kartezyen Koordinat, filan gelir, bunlar hep DeKart’ın fal bakarken açtığı kartlardır.
.
“Düşünüyorum, o halde varım,” diyen Dekart, “varsın, ama bakalım nasıl varsın, hangi boyutta ne kadar varsın, açıl da boyunu görelim,” gibi deriniği olan sorular sorarak herşeyi sayılara ve denklemlere bağlamış; Tales, Aristo, Öklid gibi amcaların ilkokuldan beri çocuklarımızın karnelerini duman eden “beşgenin içinde dörtgen, seni sevsin yengen,” gibi tuhaf sözlerini içeren fen derslerinin kaldırılmasını, böylelikle karne notların düzelmesini, çocuklarımızın matematik yerine omomatik gibi daha faideli bilgilerle donanmasını sağlamıştır. Kendilerine huzurlarınızda teşekkür ederiz.
.
Neyse, Öklid amcayla başlayan boyutlar; DeKartın Kart’larına göre Boy, En ve Derinlik olarak sıraya dizilirler. Zaten, anatomik incelemelerimizden de bu sonuca varmış ve tam bu noktada da derinliğin her yöne olabileceğini de görmüştük. Yani Üç Boyut’u artık anlamış bulunuyoruz.
.
Bu konunun en güzel örneği de Zeki Müren’dir: Önce Boy’una gelişmesini tamamlamış, elinde bir gül ile plak kapaklarında belirmiştir. Ardından, sıra En’ine gelişmeye geldiğinde bunu da başarıyla tamamlayıp kabartma saçlarıyla ve yüzlerce yüzüğüyle (enine genişlemesini hafifçe gizleyerek) gazino afişlerinde görünmüştür. En sonunda da Ön'e ve Arka'ya had safhada gelişerek, önce Bodrum konserlerinde dumandan boğulma tehlikesi geçirmiş, ardından da Paşa’lara esef ettiği için öbür tarafa göçmüştür. Biraz daha sahnede kalaydı belki 4. Boyut’u da onda görebilecektik.

Çarşamba, Kasım 10, 2010

Gaipten bir ses duydum sanki;
"Ne demek, sen kalk da ben yatam???
Sen zaten yatıyosun, ben neden kalkayım !!!"





meraklısına notlar:

yılda bir gün, ister cumhuriyet, ister 10 kasım ya da 23 nisan filan;

"1/365=Binde İki nokta Yedi," eder...

o bir günün kaç dakikasında bu hatırlama işi gerçekleşiyor,

artık onu da hesaplamıyayım, ayıp oluyor adama !!!


Salı, Kasım 09, 2010

internet mi ???



Gina’lar hafiften uzamış, prasa saçlar çıkıyor yavaştan, az sonra lüle lüle dökülecek ve çiçek çocuk olacak kızlar...
Erkeklerde ise artık fötr şapka kalmadığı için briyantine ihtiyaç kalmamış, cep aynalarında görülmediği için enseden yelken açmış gibi duran kepçe kulaklar yavaştan örtülmeye başlamış, az sonra onlar da önden yandan arkadan mısır püskülü gibi kahkül olacak, hepsi birbirinin aynı; kulaklı baykuşla Ringo Starr arası birsürü yaratık, sokaklara dökülecek.


Nerden çıktı şimdi bu saç takıntısı diye meraklananlara küçük bir sırrımı açıklayacağım: işte bu, 60’lı yılların başlarında her Türk genci gibi benim de saçlarım vardı.

Yelpaze dergisine hikayeler yazan ağabeylerden gelen romantizmle duygulanmış; Dolmabahçe açıklarında demirleyen İngiliz ve Amerikan uçak gemilerinden inen denizcilerin kıyafetlerinden kopya (ama Beykoz kunduraların üstünde çuval gibi duran) bol pantolonlarla medenileşmiş, Varlık yayınlarından Rus edebiyatı, Lise hocalarından Alman disiplini, Kambur’un Bahçesinde izlenmiş filimlerden de Amerikan kültürü alınmış,.. yani tam donanımla ve bu donanımla hiçbir ilgisi olmayan bir şehire, Paris’e kapağı atmış bir Türk genci...

Komik olsun diye yazmıyorum, kendisi zaten komik. Ülkemde hangi taşı kaldırsan altından bu gibi tutarsız, aymaz, uslanmaz, arsız, densiz bir yapı ve bu yapıyla da global dedikleri globun öbür ucuna gitmeye uğraşan milyonlarca deli çıkar :)

O namussuz Eyfel kulesi, bir türlü 35 mm.lik filimle fotoğraf çeken makinalara sığmaz. Sığsın diye 250-300 metre öteye gidince de bişey çıkmaz, önündeki adamın net olmaması da cabası.
Bendeniz zaten doğuştan sinir bi herif olduğumdan Eyfel kulesinin dibine, orasına burasına;
“Lutte petits-bourgeois en vain,
que la tour ne tient pas machine photo dans votre main...”
yazmışlığım bile vardır, yüz kişiye derdimi anlatamadıktan sonra. Bu Google Fransızcasından beter deyişle, bir yandan da çok kızgın bir solcu olarak,
“Boş yere uğraşma küçük burjuva,
o koca kule sığmaz fotoğraf kutuna...” demek istiyorumdur :)

Aslında bu, yes itiz, fransızcası ile kız bile tavlamışlığım vardır. Çok hoş bir Amerikalı kızı, “Musée de l'Homme” denen İnsan Müzesi’ne götürdüğümde; girişin hemen yanıbaşında duran, müzenin protokol rehberi ve bekçisi olan iri kıyım bir vatandaşla uzun uzun sohbetler ettiğimi görünce, “ayyy ne kadar akıcı Fransızca konuşuyosun,” diyerek bana tav olmuştu.

Tabii, Mösyö İbrahim’in aslen İzmir’li olduğunu, hatta bir ara Atatürk’ün şöförlüğünü yapmış olduğunu, bu uzun uzun hasret giderici konuşmaları her gidişimde yaptığımı kıza söylememiştim :)

Neyse, karşı kıyıda Eiffel’in altına dönelim yine.
Ayağımda bir blue-jean, üstümde İngiliz kesimi ceylan derisi bir süet ceket (dayım okurken bir eskiciden almış, ben de tepe tepe kullanıp bir arkadaşımın yeğenine hediye ettiydim sonunda, dikişleri hala sağlamdı). Gömleğimi hatırlamıyorum, ama kesinlikle Fransız değildi, çünkü biz Fransa’yı, hastahane ziyaretlerinde taşıdığımız Eyfel Kulesi şeklinde limon kolonyası şişesinden öğrenmiştik.
Tabii ki, saçlar enseden boyuna, oradan da dalga dalga ceketin yakasına iniyor. Omuzda asılı, tam da pasaport ile tütün paketi ve sevgili Abidin’in hediyesi seramik uçlu bir pipo ile bir paket Gitanes ya da Gauloises sığacak ölçüde, Clignancourt bitpazarından alınma kızılderilivari dilim dilim püsküllü bir çanta,.. hemen çantanın yanından da sallanan bir de trompet. Metroda filan çikulata renkli yamyamlarla nota satıyoz arada...
Sanırım ayağımda da Londra’dan alınma, yeşil renkli domuz derisi ayakkabıları da söylersem gülme krizinden küçük dil yutma moduna geçeceksiniz :) Haluk bilir, İzmir’de de işe giderken espadrille’lerin içine çorap giyerdim. “Eee, ne var bunda,” diyeceksiniz, ben de söyliyeyim: sağdaki sarı espadrille’in içinde turuncu çorap, soldaki yeşilin içinde de bordo...

Bu kadar protest kılığın içinde ne işin var Paris’te birader, git Londrada, git Central Parkta dolan diil mi,.. hayır, ben kaderimi arıyorum, döndüm geldim akordeonların çingene kemanlarıyla birbirlerine yapışıp Reggiani, ya da Montand’ın buğulu sesine bir sevgili gibi sarmaş dolaş sarıldığı Paris’e.

Aksaray’dan dolmuş kalkardı daha sonraları, tam Laleli camiinin önünden. Çoğu tahta bavullu, kuru sıska ve siyah bıyıklı yolcular gelip beklerledi dolmuşun başında, belki iki saat, belki iki gün ya da iki hafta,.. beklerlerdi o kuru, sıska ve siyah bıyıklılar oracıkta,.. dolmuş dolacak, dolunca kalkacak, amcamları Münih’e kadar atacak...

Vatandaşım benim, canım, ciğerim kardeşim belki de... Nomadik, bağımsız, isyankar, başkaldırıcı, uyumsuz ve vizyonsuz. Amerikan göçü gibi hamsi kasasında tıkış tıkış gitmediler, ya da Afgan ve Pakistanlılar gibi özel kamyon bölmelerinde siyah karanlıklara bürünüp gitmediler, otobüs, uçak tren yetmeyince dolmuş icad ettiler...

Bir neyse daha, yine dönelim Eiffel’in dibine.

Yürüyorum, etrafta resim çekenlere gülerek, her yerden insanlar yürüyor, Edwin Powell Hubble’ın gözlemlediği yıldızlar gibi birbirinden uzaklaşıp gitmiyorlar, ya da bilim kurgu filimlerindeki gibi yanımdan da geçip gitmiyorlar, merkez burası, hepsi bana doğru geliyor, içime çekiyorum hepsini, Gitanes dumanı gibi savurmadan ama,.. İspanyolların tüm dünyadan toplayıp Madrid’e yığdığı kültür gibi beynime sığdırıyorum hepsini.

Herkes bana doğru yürüyor, hatta bir de kravat yürüyor bana doğru.

Çok iri, üçgen, altın sırlı gibi parıl pırl, sarı sapsarı, kocaman bir kravat.

Üzerinde bordo, mavi, menevişli minyatürler gibi motifler var, bir kilim kadar, bir halı kadar kocaman bir kravat,.. yaklaştıkça daha da büyüyor.

Kruvaze lacivert bir ceket, italtan mafya babalarını kıskandıracak briyantinli fırça gibi bir kafa,.. kravatı sarmalayan gömleğin etrafında bana doğru yürüyor,.. Kravat büyüdükçe adam ufalıyor, ama yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaştı..

-Bir resmimi çeker misin?

Farkediyorum ki elinde suni deri kaplı vizörlü bedavaya kapılmış bir makine. Kravat müthiş, ama sanki bir de altın diş varmış gibi gülüyor bir yandan.
“Türk olduğumu nereden anladı,” diye düşünüyorum.

-Bir resmimi çeksene...

“Elindeki minicik kutuya nasıl sığar o koca eyfel,..” diyeceğim adama, ama nerden bildi Türk olduğumu yaw,..

-Bir resim...

Trompetime bakıyor, etrafa gülüyor,.. düşünüyorum, eski Türkler trompet taşıyıp püsküllü çantayla mı dolaşırdı..

-Bi resim aabey,

O koca sarı, sapsarı ve parlak kravatın ardındaki adama bakıyorum, menevişli, allı morlu motiflerin ve kamaşan dişlerin ardından; kuru, sıska ve siyah bıyıklılar çıkıyor hayal meyal, nereden bildi yaa...

-Bir resmimi çeker misin ?

Alıyorum makineyi, yere çömelip adamı boylu boyunca, Eiffel'i de sığdığı kadarıyla görünce basıyorum deklanşöre, bir yandan da “nereden bildi,” diye söylenerek,..

-Mersi,

Diyor, ama anlıyorum ki adam onca yıl burada olmasına karşın Türkçe’den başka bir dil bilmiyor, Mersi deyişi bile Türkçe... Sadece bana değil, herkese aynı şeyi söylüyor..

Vatandaşım benim, canım, ciğerim kardeşim belki de... Nomadik, bağımsız, isyankar, başkaldırıcı, uyumsuz ve vizyonsuz....

yalnız syrtaki ( συρτάκι )

Bayan okuyucular belki de aşağıdaki satırları okuduklarında azıcık alınacaklardır.
Ama ne yapayım, bu da benim 52 yıllık, üstelik hayli görmüş-geçirmiş (ne demekse artık:) ) ömrümde gözlemlediklerim...

Çok dostum, çok arkadaşım ve çok tanıdığım oldu. Çiftlerden bahsediyorum. Kadın ve erkek...

Bu ikili ilişkilerde dünyevî işlerle daha ilgili olan çok büyük bir çoğunlukla kadındır. Dünyevî derken, giyim, kuşam, magazin, dizi, hava atma, onda var-bende neden yok gibi... (istisnaları ayrı tutarım.)
Oran olarak kadın nüfusunda bu işlerle ilgili olanların oranı, erkek nüfusundakilere göre çok misli ile yoğundur.

Erkeklerin büyük çoğunluğu ise, yıllar geçtikçe sessizleşerek kendi dünyalarına çekilir, ya okur, ya bilmece çözer, bazen dine yönelir. Sonuçta kendince bir şeyler yapar ama giderek yalnızlaşır. Evlatlarından, bir ananın beklediğinden çok daha az şey bekler. Çoğu zaman beklemez bile...
Bu düşünce bana son zamanlarda gelen bir şey değil. Yıllardır çevremdeki çiftleri gözlemlediğimde bunlar çok net görünen şeyler...

Aşağıda sinema eleştirmenlerden çokta iyi not almamış ama son sahnesi itibarı ile beni çok ama fazlayısıyla çok etkileyen eski bir filmin kapanış sahnesini sizlerle paylaşıyorum.

Filmin adı "The Greek Tycoon". Bizde "Akdenizli" adı ile oynamıştı.
Yunanlı armatör Aristotle Onassis'in hayatının anlatıldığı filmde Anthony Quinn ve Jacqueline Bisset oynamışlar, armatör ile Jackie Kennedy'i canlandırmışlardı...

6,5 dakikalık bu final sahnesini seyretmeden önce size söylemem gereken şey, bir sahne önce Onassis'in doktorundan çok az bir ömrü kaldığını öğrenmiş olduğu ve yatına geri döndüğüdür.
Jackie, katılacağı partiler için kendisine elbise seçmekte, gideceği yerleri ve yapacağı alışverişi düşünmektedir. O arada da "Doktor ne dedi?" diye sorar. Onassis "Daha yüz yıl yaşayacakmışım." diye yanıtlar ve onu kendi dünyasına geri gönderir.

Bu yalnız adam, biraz sonra tek başına karaya çıkacak, bir köpek ile sohbet edecek, uzosunu yudumlayıp, kendi sirtakisini yapacaktır.

Bu bir yatta da böyledir, bir gecekonduda da...

Erkekler sirtakilerini hep yalnız oynar...


Cumartesi, Kasım 06, 2010

ZOE

Σαμοθρακη, Samothraki, Semadirek Adası;
Enez kumsalından bakınca, uyuyan bir kıza benzer.
Gökçeada'da Kuzulimanı'ndan Yıldıztepe'ye çıkınca piramit pastası gibidir...
Gelibolu, Büyük Kemikli Burnu'nda ise, hemen karşıda, güneşin şavkına gölge eder...
Kuzey Anadolu Fay hattının da hemen ucunda oturur.
.
Gökçeadaya 40, Mar del Plata'ya ise 12.000 km. mesafededir.
.
Adı, "Trakya'nın Samos'u" anlamında Samos Thrakis'den gelmiştir (Trakya'nın Sisam Adası).
.
Zoe Tiganouria da burada doğar, büyür. Adada müzisyen yoktur, okul yoktur, konser filan da olmaz, sadece babasının çaldığı keman vardır dinlemek için. Bir ara Atina'ya gittiğinde Harmonium (el/ayakla hava basılan bir cins küçük org) bulup çalmaya başlar.
.
Kimse ona, "çingen mi olcen len, ne bu gavur müzii," filan gibi kelamlar etmez.
.
Kuş uçuşu 12000 kilometre uzakta, Buenos Aires'e 400 kilometre mesafede Astor Piazzolla da doğar, şöyle bir 70-80 yıl önce, büyür, sekiz yaşında küçük bir tefeci dükkanından alınma 19 dolarlık bir Bandoneon'la tanışır.
.
Ona da kimse, "Vay haylaz, adam olmiicen mi sen," filan demez.
.
Böyle olunca da Astor bir yandan büyür, bir yandan da devleşir, çalışmadığı müzisyen kalmaz neredeyse,.. kalp krizi geçirme yaşı geldiğinde Paris'ten İtalya'ya, oradan da tüm esintileri kafasının içine kazıyıp Buenos Aires'e döndüğünde Libertango'yu besteler;
hem de Poseidon'un tepesine çıkıp da Truva savaşını izlediği bir dağdan başka birşeyi olmayan çıplak bir adadan gelecek bir kızın piyanodan sonra eski evinin köşesinde bulduğu yeşil akordeonla müziğe atılarak bunu muhteşem bir yorumla çalacağını bile bilemeden...
.
Sonra,.. sonra bu kızın varlığından bile haberi olmadan öbür tarafa göçer Astor, bu kızı
dinlemesi de bize kalır....




meraklısına notlar:
Nedim Hazar'ın "Yakın Ada Uzak Ada: BURGAZADA" tv 2005 belgeselinde çalan odur.
Ayrıca, Yeni Türkü ile bir konser vermiş ve Okan Bayülgenin konuğu olmuşmuş, ama ben
görmedim.

(LeoNardo)

Çarşamba, Kasım 03, 2010

Tasarruf

Sayın Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanı olduğu dönemde, Köşk'e tasarruf tedbirleri amacı ile internet bağlantısı alınmadığını biliyor musunuz?

2000-2007 tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanının konutunda internet yokmuş. Nedeni; ayda 100 lira meselâ...

Bu konuda yazacağım çok şey olabilir ama ruhum sıkılıyor, içim daralıyor...