Cuma, Kasım 28, 2008

Mandolin ve Keman..

Gaybubet'in Çıksalın Ş. Kahvesi başlıklı yazısının yorumlarından aklıma gelen bir konuyu, bugün aldığım bir e-posta'daki bir kaç kare resim pekiştirince yazmadan duramadım..

İstanbul'un güzel günleri diye bir iki satır çiziktirmiştik orada Çınar'la karşılıklı..

Çocukken, Lâleli'de oturduk biz.
Evden Beyazıt Deneme İlkokulu'na yürüyerek gidiyordum. Okul tam gündü.
Sabah erken ya da gece geç vakit, okul yolunda bir elinde çantası, diğer elinde mandoliniyle yürüyen on yaşlarında bir erkek çocuğu..
Şehzâdebaşı'nda, ara yollardan hiçbirşeyden ürkmeden yürüyebildiğin, aklına bir şey getirmediğin bir çocukluk dönemiydi..
Dört yıl sürdü bu gidiş/dönüş.. Tek bir olay olmadan..
Ha, pardon. Bir olay olmuştu ama onu da ben çıkartmıştım..
Bir arkadaşla kavga çıkmıştı, çocuk üstüme saldırırken bende mandolinin sapını arkadaşın aşağı nâhiyesindeki sap tarafına gömüvermiştim de, çocuk çok ağladıydı. Enstrüman çalmanın böyle faydaları da vardı işte. Herneyse..

Sonra Yeşilyurt'a taşındık.
Özel ders almam gerektiğinden, babam ve annem, bir öğretmen bulmuşlardı bana..
Samatya'da oturuyordu bu öğretmen. Ve ben, ders günlerinde trenle, tek başıma Yeşilyurt-Kocamustafapaşa-Yeşilyurt hattını gidip geliyordum..
Öğretmen dediğime bakmayın, şu anda yaşını tam tahmin edemiyorum ama sanırım en az yirmi en fazla otuz yaşında olan esmer, güzel bir kızdı, hocam.

O günlerden kırık kırpık aklımda kalanlarsa şöyle;
Örtmenim, sürekli siyah giyiniyordu. Naylon çoraplarına varıncaya kadar.. Başka detay bilmiyorum bu konuda.. Daha ileri noktaları araştıramayacak yaşlardaydım çünkü..

Tahtadan yapılmış, iki katlı bir evde oturuyorlardı annesi ile berâber..
Ev, hat boyundaydı. Ders çalıştığımız odanın penceresinden ikide bir geçen banliyö trenleri görülüyordu.
Duvarda asılı bir keman vardı ve ev olağanüstü rutûbet kokuyordu.

Budur işte aklımdakiler..

E-posta'da Kocamustafapaşa tren istasyonunu görünce, o yer karolarının üzerinde, elinde bir kaç kitap ve defter ile duran küçük bir hayâleti anımsadım.

Tek başına ve defâlarca o karoların üzerinde yürüyen,
aklında hiç bir kötü düşünce olmayan,
korkmayan, ürkmeyen,
ama her trenle geçişinde, vagonların pencerelerini yalayan ağaç dallarının arasından, rutûbet kokulu o evi ve belki de kemancı öğretmenini görebilmek için dikkat kesilen küçük hınzır çocuğun hayâletini..


Velhâsıl, İstanbul belki bugün de güzel.
Ama o günlerde çok daha güzeldi.
Bence..




Playera koyduğum Samatya adlı şarkının asıl ismi "Don't leave me" olup dünyânın en büyük keman virtüözlerinden Fransız Grappelli ve Hintli Subramaniam tarafından çalınmaktadır.
Meraklılara özellikle 02,23 ve 03,16 zamanları arasında iki ustanın karşılıklı atışmalarını dikkâtle dinlemelerini öneririm.
İlk giren Rahmetli Grappelli'de Batı havasını, yanıtlarda ise Subramaniam'ın olağanüstü Doğu kokusunu alacaksınız.

Perşembe, Kasım 27, 2008

G. ( III. Bölüm ) - Gölgeler

Altı ay daha geçti..
Ayşe'nin saçları uzamış, boğazındaki delik nedeniyle oluşan ses kısıklığı dışında neredeyse hiç bir şeyi kalmamıştı. Biraz zayıflamıştı, o kadar..
Gaye-Ferit ve Ayşe-Serhat dörtlüsü birlikte geziyorlar ve sanki herşey iyiye gidiyordu..
Boğazındaki deliğin kapatılma operasyonu için Almanya'ya gönderdiler Ayşe'yi.
Ameliyattan sonra, Ayşe, kendine geldiğinde hastâne telefonundan kardeşini aradı..
Sesi düzelmiş ve son derece neşeliydi.. "On-onbeş güne dönerim ablam." demişti, gülerek..
Karşıyaka'da kimileri bu habere sevinirken, Almanya'daki hastânede doktorlar Ayşe için seferber olmuşlardı. Telefonu kapattıktan on dakîka sonra kalbi duruvermişti Ayşe'nin.
Ölüm nedeni kalp yetmezliği olarak geçti hastâne kayıtlarına..

* * * *

Ferit, Belgin hanımın ne düşündüğünü ve ne hissettiğini hep merâk etti ama asla öğrenmedi.
Çabalamadı da zâten.
Gaye ile ilişkisi, bu sarsıntılara rağmen bir müddet daha devâm etti.
Sonra,
bir akşam üzeri, Gaye geldi, Ferit'in çalıştığı yere..
Kısa ve özdü söyledikleri;
"Kimsem kalmadı artık. 18 yaşına geldiğim için, babam ve annemden kalan varlıklar üzerime geçti. Ama Dayımlar mutlaka evlenmemi, bir yuva kurmamı istiyorlar.
Ya benimle evlen ya da beni evlendirecekler bir başkasıyla.."
Ferit bir kaç dakîka sessiz kaldı.
Sonra parmağından çıkardığı aslanlı yüzüğü tezgâhın üzerine bıraktı.
Gaye yüzüğü almadı.
Sâdece "Elvedâ." dedi ve gitti.

* * * *

Yirmi yıl sonra,
Ferit, arkadaşı olan bir diş hekiminin koltuğunda oturmuş, ağzının uyuşmasını beklerlerken çaldı muayenehânenin telefonu.
Arayan Diş hekimi Aydan'ın eşi Ümmühan'dı. Ferit, O'nu da tanıyordu, Gaye'nin sınıfından..
Ümmühan ile Gaye aynı sınıfta okumuşlardı, kolejde.
Eşine "Ferit bende, selâmı var." dediğinde, bir kaç sâniye Ümmühan'ı dinleyen Aydan, yüzüne oturan bir gülümsemeyle âhizeyi Ferit'e uzattı, "Bak kim var burada?" diyerek.
Ferit yirmi yıl sonra duyduğu Gaye'nin sesini ilk anda tanıyamadı.
Sonra bir kaç dakîka konuştular.
İyi geliyordu Gaye'nin sesi be.. İki çocuğu olmuştu. Mutluydu..
Sevindi Ferit için için. Ters bir şey yoktu..
Âhizeyi Aydan'a geri verirken, kutudan bir mendil aldı eline ve başını arkaya dayayarak ağzını açtı..

* * * *

Ayşe'nin ölümünden günümüze kadar geçen yaklaşık otuz yıl içinde Ferit ile Serhat çok nâdir görüştüler.
Senede veya iki senede bir de olsa, arayan hep Ferit'ti.
Serhat, muhtemelen Belgin hanımın onayladığı bir evlilik yapmış ve bir çocuğu olmuştu.
Bursa'da çok büyük ve tanınmış bir otomotiv fabrikasının Genel Müdürüydü.
2006 yılındaki son görüşmelerinde, Serhat "Bir toplantıdayım. Çıkınca ararım seni." demişti, Ferit'e.
Aramadı.


Ferit, günün birinde, bir kaç satır karalarken Serhat'ı hatırlayacak, yine eli telefona gidecek ama Vefâ konusundaki öngörülerinin doğruluğunu ve O'nun yüzündeki gölgeleri düşünerek vazgeçecekti bundan.

Çarşamba, Kasım 26, 2008

G. ( II. Bölüm ) - Kedi

Ferit ve Serhat'a ulaşan tek haber, kızların Sofya yakınlarında bir hastâneye kaldırıldıkları, Gaye'nin durumunun ablası Ayşe'ye göre biraz daha iyi olduğuydu..
Azap, merak, endişe ve mutsuzlukla geçen bir aydan sonra, Gaye'nin İzmir'e gönderildiği, bir müddet Urla Kemik hastânesinde kalacağı haberi geldi.
Cumartesi sabahı, Ferit, hiç kimseye haber vermeden Urla otobüsüne bindi.

Bir garip sessizliği ve huzûru vardı bu hastânenin.
Usulca odaya girdiğinde, Gaye'nin vücûdunu çevreleyen sargılar ve askılardan kırıkların ciddiyetini anlamıştı. O'na doğru dönüp gülümseyen kızın yüzündeki kesik izlerini ve bir gözüne oturmuş olan kanın hâlâ geçmemiş olduğunu farketti. Kazânın şiddeti bir ay geçmesine rağmen net olarak görülüyordu.

Elini tuttu Gaye'nin. Çok konuşmadılar.. Ne O'nun soracağı, ne de Gaye'nin anlatacağı çok bir şey yoktu. Kalkarken, usulca öptü kızı.. Elleri ayrılırken avucundaki minik metali farketti Ferit.
Üzerinde bir aslan minyatürü olan gümüş bir yüzüktü bu..

* * * *

Ayşe'nin İzmir'e dönüşü bir kaç ay sonra oldu..
Bu zaman süresinde gelen haberlerde, durumunun çok daha ciddi olduğu, boğazında bir deliğin varlığı, bir müddet öyle yaşayacağı ama daha sonra bir operasyonla o deliğinde kapatılacağı söyleniliyordu.

Makine mühendisliğinden mêzun olmak üzere olan Serhat'ın annesi, Belgin teyze, oğlunun bu kızdan ümîdi kesmesini istiyor, hatta daha da ileri giderek bunu ciddî bir aile sorunu hâline getiriyordu..
Önünde pırıl pırıl bir gelecek olan aslan gibi oğlu..
Ve diğer tarafta, boğazı delik, vücûdunda başka ne gibi ârazlar kaldığı belli olmayan bir kız vardı.
Vazgeçmeli, vazgeçirilmeliydi Serhat..

Çiçek pasajındaki sofralarda, dillendiriyordu Serhat içinde bulunduğu zor durumu..
Arkadaşları da kendi fikirlerini söylüyorlardı ama Ferit garip bir önseziyle, Serhat'ın için için annesine hakverdiğini düşünüyor ve buna öfkeleniyordu.

Ayşe'de döndü..
Üç aylık zamanda kazânın hemen bütün izleri yokolmuş gibiydi..
Her zamanki güzelliğiyle karşılarındaydı Ayşe..
Boğazındaki deliği gizlemek için taktığı bir fulâr vardı farklı olarak..
Ama fulârın üzerine dökülmesi gereken sarı saçları yoktu.. Yeni uzuyorlardı..
Bir de sesi..
Kısık ama neşeli sesi..
Kısık kısık konuşuyordu, Ayşe.
Mutluydu ama..

Buna karşın Serhat,
Yüzünden gölgeler geçen Serhat,
Beyninin içini yiyen Belgin hanım yüzünden çehresine mutsuzluğun oturduğu Serhat..

Gaye ve Ayşe hiçbirşeyin farkında değillerdi..
Ferit ise Serhat'ı inceliyordu, hep birlikte olduklarında..



*Devâm edecek.

Salı, Kasım 25, 2008

G. ( I. Bölüm ) - Kahverengi Koltuklar..

Ferit, Esin'le konuştuktan bir kaç gün sonra, okulun tiyatro kolunun yeni bir oyun sahneleyeceğini ve bir cinâyeti araştıran kısa boylu komiserin uzun boylu salak yardımcısı rolünün kendisine verildiğini duymuştu.
Erkek Lisesi, piyesi Kız Koleji ile berâber sahneleyecek ve provalar kızların okulunda yapılacaktı. Ferit'in koleje ikinci gidişi sırasında olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki; kendisini Sakıpağa Cafe'de Gaye ile çay içerken bulmuştu.
Bir taraftan Esin'e haksızlık ettiğini düşünürken diğer tarafta haftanın hemen hergünü görebileceği, evleri evlerine yakın olan bu sempatik kızı da, belki de bu avantajlar yüzünden tercih ediyordu.. Ne bilelim..
Gaye, ablası Ayşe, annesi ve muhasebeci olan babası ile birlikte, Yalı'da bilindik bir apartmanın dördüncü katında oturuyordu.
Ferit henüz bilmiyordu ama ilk uzun süreli bir ilişkisi olacaktı bu.. Gaye, sorunsuz bir kızdı gerçekten.
Aradan bir yıl geçti. Ferit onsekizine, Gaye onyedisine girmişti..
Gaye'nin ablası Ayşe'de makine mühendisliğinde okuyan Serhat'la çıkmaya başlamıştı. Ferit'le Serhat'ta tanışmışlar, arada bir Çiçek pasajında bacanak muhabbeti yapar olmuşlardı.
Sonra bir gün, Gaye ailesiyle birlikte Almanya'yadaki akrabâlarının yanına tâtile gideceğinden bahsetti. Arabalarıyla gidecekler ve yaklaşık bir ay kalacaklardı. Vedâlaşıldı..
İlk 10-15 gün Ferit'te, Serhat'ta pek bir şey anlamamıştı ama günler geçtikçe her ikisininde özlemi artıyor, Çiçek pasajında, Barmen Recai'nin önlerine koyduğu rakı kadehleri birbiri ardına devrildikçe hasretlik katlanarak büyüyordu.
Mektup gönderse, gidene kadar Gaye'ler geri gelecekti..
Telefon yoktu, e-posta yoktu, mesıncır-gugıltolk hiç yoktu. Sâdece 18 yaş aşkı vardı işte..
Öylesine anlamsız bir bekleyiş..
Bir ayın dolmasına bir kaç gün kala, Ferit'in akşam yürüyüşleri başladı Gaye'lerin evine doğru..
Giderlerken balkonda bırakmış oldukları kahverengi tahta koltukların duruş şekillerinin bozulmamış olduğunu gördüğünde anlıyordu Ferit, henüz dönmediklerini..

Bir ay dolmuş, hattâ bir kaç gün geçmişti..
Haber yoktu.
Koltuklar aynı şekilde duruyorlardı.
Haber yoktu..
Koltuklar aynı şekilde duruy..
Haber yok..
Koltuklar..
..
Bir pazar sabahıydı.
Ferit uyurken annesi uyandırdı; "Kayahan geldi."
Kayahan tiyatro oyununda evin komik ve şımarık çocuğunu canlandırmıştı.. Büyük bir başarıyla..
Ve yıllar sonra Vâli olacaktı, yine büyük başarılara imzâ atarak..
Ferit, bir Pazar günü, sabahın köründe Kayahan'ın gelişini pek anlamlandıramadı ama yine de "vardır bunun bi derdi." diyerek çabucak giyindi..
Ya babasıyla, ya anasıyla kavga etmiştir diye düşünmüştü.. O yaşlarda hemen hepsi aynı dertlerden muzdariptiler..
Evden çıkınca Ferit, Kayahan'a "Gel bi, Gaye'lerin o tarafa bakalım." dediğinde farketmemişti arkadaşının tedirginliğini..
O yöne yürümüşler, Ferit artık gökdelen virajını döndüğünde koltukların şeklinden durumu anladığından daha fazla devam etmemişler, bu kez Karşıyaka Çarşı tarafına doğru voltalamaya başlamışlardı.

-Ferit, kötü bir haber var..
-Ne o lan? Babanla mı papaz oldun?
-Yok, bizimkilerle ilgili değil bu..
-EEee?
-Gaye'ler..
-??
-Gaye ve ailesi..
-S.ktirtme şimdi.. N'olmuş lan?
-Usta, sabah gastede gördüm.. Trafik kazâsı..

Ferit başka hiçbir şey duymamıştı. Duyamamıştı..
Sonrası bir film sahnesi gibiydi.
Uğultu vardı..
Çarşı yönüne koşan Ferit,
arkasından "Dur Allahaşkına, sâkin ol." diye bağıran Kayahan,
gazetecinin şaşkın bakışları vardı..
Ve gazetede birinci sayfada kocaman bir haber..
"İzmir Karşıyaka'lı muhasebeci T.T. ve ailesi Almanya'dan dönerken Sofya yakınlarında trafik kazası geçirdi. T.T ve eşi olay yerinde hayâtını kaybetti. İki kızları ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı."

Karşıyaka 1975 yılının güneşli bir Pazar sabahını yaşıyordu.
Ferit'in kulaklarını sağır eden uğultu ise giderek artıyordu..

Cuma, Kasım 21, 2008

iki çırağın gözüyle..

Yıllar önceydi.. Sanırım 1994-95..
Bakkaldan eve bi'şeyler göndermesini istemiştim.
Bir kaç dakika sonra çalan kapıyı açtığımda, karşımda 8-10 yaşlarında bir erkek çocuğu vardı..
Bakkal çırağı istediklerimi getirmişti..
Kapıyı açık bırakıp, getirdiklerini mutfağa bıraktıktan sonra parayı vermek için geri döndüğümde, çırak "abi, sen fakir misin?" diye sordu âniden..
Şaşkınlıkla "Neden böyle düşündün ki?" dedim.
"Çok az eşya var abi senin evinde." diye yanıtladı.
Belli ki, rafları dantellerle süslenerek doldurulmuş koca büfeleri, büyük masaları, heryerine bi'şeyler tıkıştırılmış salonları görüyordu çırak, uğradığı zengin evlerde..

* * * *
2000'li yılların başı..
Evin boyası ve bâzı şeylerini değiştirirken, sokak kapımızı söküp balkona taşımış, orada üzerine akıttığım alçı ve tutkal karışımı kuruduktan sonra yerine takmış ve lâcivert renge boyamıştım.
Farklı bir kapı olmuştu gerçekten..




Bir kaç sene sonra, bir gün eve dönerken asansörün kapısını bizim katta açtığımda, elleriyle benim kapıyı okşayarak ne olduğunu anlamaya çalışan bi'kaç kişi gördüm..
Adamlardan bi'tanesi uzun zamandır Almanya'da yaşayan ev sâhibiydi. Diğerleri ise boyacıydı.
Sordular "nası'yaptınız bunu?" diye.. Anlattım.
Evlerinin iki giriş kapısı var..(dı o zamanlar. Şimdiki vatandaş birini iptal etti.)
Bunlara kapıları sökmek, alçı ve tutkalı karıştırarak böyle bi'şeyle uğraşmak zor geldiğinden sanırım, bi'yerden aldıkları tüp tutkalı uzaktan fışkırtarak yapmaya çalıştılar işi..
İçinde alçı olmadığından sıvı tutkal aşağıya süzülüp kururken sanki bir tükürük ya da sperm efekti yapmıştı kapılarında bi'kaç gün.. Beyaz, beyaz..
Asıl acaipliği bi'kaç gün sonra, bi'gece eve geldiğimde gördüm.
Tutkalları kurumuş olan kapıları kan kırmızısına boyamışlardı.. Yuh dedim içimden.


Bir müddet sonra, bi'akşam A.W. kasaptan istediği eti getiren kasap çırağına açmış kapıyı..
Bana seslendi "Çabuk gel.." diye.. Sesi endişeliydi..
Koşup gittiğimde, gözlerinde dehşet ve korku ifâdesi olan, ağlayan ve burnunu çeken bir çocuk gördüm.. Titriyordu..
İlk aklıma gelen merdivenlerde ya da asansörde bir saldırı ya da tâcize uğradığı olmuştu..
"N'oldu oğlum?" filân diye sorduğumda, uzun etmiim, çocuğun kırmızı kapılardan inanılmaz etkilendiğini ve korktuğunu anladım.
O'nun gözü ile baktığımda, gerçekten bir mezbaha kapısı görünümü vardı kapılarda..
Sanki oluk oluk kan akmış ve pıhtılaşmıştı üzerlerinde..


Çocuğu sâkinleştirip gönderdikten sonra Alamancıyla konuştum ve anlattım olayı..
"Sizinkinin aynısı olmasın diye o renge boyadık." dedi ama bir mahsuru olmadığını hattâ daha da iyi olacağını söyleyince lâciverte döndü onlarda..

* * * *
İki erkek çocuğunun gözünden detaylardı bunlar..
Bu kadar..


Kırmızı kapı komşunun kapısı değil, bizim kapının fotoğraf hilesiyle kırmızıya döndürülmüş hâlidir. Azıcık fikir vermesi açısından.. Akıntı efektlerini bir de diğer şekilde görseydiniz, siz de z.çardınız belki..

Perşembe, Kasım 20, 2008

2 soruluk geyik..

1- A.A. kim ki A.Q.?
17 yaşındaki çıtır faytoncunun kendisine Büyükada'da, hem de atlarının önünde çatır çutur yoğuşmalı kombi yaptığı bu dizi oyuncusunu tanıyan var mı ya?

2- Rahmetli bir blog açmaya karar verseydi adını Altan Erblog koyar mıydı meselâ? (altaner.blogspot.com)

Çarşamba, Kasım 19, 2008

Kız Doğdu

Güzel yurdumun -belki de feministleri çileden çıkarıyordur ama- güzel bir deyişidir "Kız doğdu" deyişi. Uzunca süre sessizlik olduğunda söylenen ve genellikle "şu an dünyanın bir yerinde kız doğdu" anlamına gelen bir deyimdir bu. (Tanımın garantisi var, biliyordum ama ayrıca doğrulattım ekşisözlükten. Bu arada ekşisözlüğü de doğrulamış oldum.)

Her deyimin, her atasözünün kendi içerisinde bir mantığı varsa, bu cümleninkini de çözümleyelim hemen şuracıkta. Feminist bacılarım için ben ayrıca bir açılım düşündüm, onlarınkini önden ikram edeyim, kırılmasınlar. Onlar şöyle yorumlayabilirler bu sözü, yeryüzüne bir "Kadın" daha gelmiştir ve bu mükemmel varlığın yeryüzüne gelişi karşısında insanlar,hayvanlar, cümle canlılar ve dahi dağlar-taşlar saygı içerisinde soluksuz kalmışlardır. Ortaya çıkan mutlak sessizlik ve bu deyim bundandır. Biz ortalama insan beyniyle düşünüp bu sözün açılımını şöyle yapacağız burada (feminist bacılarımın izniyle).

Zahir hemen hemen her erkek nedense önce bir oğlu olsun ister, daha sonra kızı da olabilir elbette ama hele önce; erkin (iktidarın, gücün) sürekliliği anlamında bir oğlu olsun ister. Öyle ki dünyaya merhaba diyen bebek zaafiyet timsali olduğu düşünülen kız cinsinden doğunca bir hoşnutsuzluk, bir tatsızlık ve bu tatsızlıktan mütevellit de bir sessizlik zuhur olur ki işte biz bu duruma "kız doğdu" durumu deriz. (Beğenmediniz mi anlatım dilimi, niye ki alışın artık bu türden ibn-i andelib tarzı anlatışlarına. O kadar kanal açtık, yedi çarpı yirmidört anlatıyoruz iş bu dille darbı darbı meselleri. Tevekkül içinde anlıyomuş ve onaylıyomuş gibi yapıcaksınız, uzatmayın. ) Gerçi kız doğdu deyimi ultrason cihazının icadından sonra biraz başkalaşım geçirmeli bana sorarsanız ama dildeki son durum budur.

Son günlerde herkeste bir "kız doğdu" durumu hasıl oldu nedense. ( Bknz sağ taraf: Komşu esnafın son etkinliği ) Sevgili Abi, bugünkü sohbetimiz sırasında bu duruma "herkes kırçına kaçan yılanı çıkarmakla meşgul" diye kabaca ifade etti ama katılmıyorum ben kendisine. Yok öyle bişey, kaçan bir şey yok, hala kahramanca sıkıyoruz milletçe , teğet geçti valla :)

Bana öyle geliyor ki az buçuk aklı, mantığı, bilinci , birikimi olan, "ıssız adam, dertsiz başım" geyiği yapamıyo artık. Ben bu "kız doğdu" durumunu böyle yorumluyorum. Ne dandanakan davası ne mercidabık davası, mühim olan mercimek davası diyen yemek blogları haricinde, bir parça etli ve sütlü yemek çeşitleri ile ilgilenen blogseverlerin nur topu gibi kızı oldu gibi sanki. İyidir iyidir. Bunlar iyi günlerimiz. Moraller bozulmaya...

(Tam bu esnada İbn-i Andelib piposunu dişleyerek sorar : )


- Mirim, siz İlya Ehrenburg'dan Paris Düşerken' i okumuş muydunuz ?

Cumartesi, Kasım 15, 2008

Cuma, Kasım 14, 2008

BONJOOORNO!

Dün gece bir arkadaşım anlattı..
Gıda çarşısında bir minibüsün içinde İtalya'ya geldiklerini zanneden 17 Pakistan'lı mülteci bulunmuş..
Arkadaşım bu bilgiyi, minibüs boşaltıldıktan sonra başında nöbet tutan görevliden öğrenmiş.
Ne kadar doğru bilemem..
"Adamların hâli çok feciydi." dedi.. Tirtir titriyorlarmış hepsi. Acınacak bi'şey bu, tamam.

Ama komik bi'tarafı var. Kızsanız da yazacağım..

Dedim ki; "Şöyle minibüsün kapıları açıldığı sırada, bizim polis ve zâbıtalardan oluşan bir koro, hep bir ağızdan (Bonjoooorno!) diye bağırıp, hemen arkasından yandaki şarkıyı şööle eller havada, hafif bir saygı üslûbu içinde söyleseler, ne eğlenceli olurdu, değil mi?"
Lö şatamiii kantaaaaree..

Kabûl ediyorum. Ben kötü bir adamım..

Perşembe, Kasım 13, 2008

Hürriyet'te bir yazı ve bir cevap.. Yorumsuz..

CÜCE, YANDAŞ VE BESLEME
13 Kasım 2008 - HÜRRİYET GAZETESİ

TÜRK basınında adil ve dürüst yarış imkánı ne yazık ki tedavülden kalktı.
Kaldırıldı, iptal edildi.
Babıáli’nin DNA’sı bozuldu, genlerine fesat yerleştirildi.
Mahallemizin ilginç bazı yeni sakinleri var.
Kalleşçe, birlikte pusu kurup mahallenin eski sakinlerinin üzerine çullanıyorlar.
Siyasetçi eliyle cüce, yandaş ve besleme bir basın yaratıldı.
* * *
Bu basın cüce...
Topunun satışını birbirine ekleseniz, tümünü üst üste koysanız bir Hürriyet etmiyor.
Ama yaptıkları yaygaraya baksanız, sanırsınız ki beş katı.
Siyasetçi eline bir borazan tutuşturmuş, mahallenin altını üstüne getiriyor.
Bu basın yandaş...
Bütün gün sahibinin dizinin dibinde oturup, yukardan "Saldır" sesi geldiğinde saldıran yeni bir tür bu.
Bildiği tek istikamet, sahibinin işaretparmağının ucu.
Konuşabildiği tek lisan, sahibinin iki dudağının ucundan fışkıranlar.
Bu basın besleme...
Kabına kim yiyecek koyarsa onun emrine amade.
* * *
Çıkardıkları şeyin adı hukukta mevkute diye geçiyor.
Hayrettir, kimse onlara "gazete" demiyor.
Gazete denince, insanın, vatandaşın aklına Hürriyet geliyor.
"Soygunlar, yolsuzluklar konusunda ne yaptınız" diye sorsanız, mafyanın üzerine gittiniz mi deseniz, tıs yok.
Deniz Feneri deseniz ışığı yok ki sayfalarını aydınlatsın.
Lügatlerinde "Ali Dibo" kelimesi yok.
Yolsuzlukları görmezler, siyasetçinin yalanlama makinesidirler.
Yolsuzlukların üzerine gitmezler, gidemezler; ama yolsuzlukları yazan Hürriyet gibi gazetelerin üzerine saldırırlar.
Habercilik, gazetecilik yarışına hiç girmezler.
Çünkü bilirler ki, daha ilk 50 metrede havlu atacaklar.
Gazetecilik dalında yarışamayınca başka branşa geçerler.
En iyi bildikleri dal, iftira atmadır.
Orada rekorlarına kimse erişemez.
* * *
Bu cüce, yandaş ve besleme basın şimdi Hürriyet’e ve sahibine saldırıyor.
Onlara cevaplarını gazetecilikte vermeye kalksak, muhatap yok ki yakasına yapışalım.
Mesleki rekabet desek, Babıáli olimpiyatlarında, iftira atma diye bir branş yok.
Varsa da biz o yarışta yokuz.
Öyleyse, evli evine, köylü köyüne.
Biz gazeteciliğe, siz yarıştığınız iftira ve pislik kulvarına.
"Sahibinin sesi" olmak kolay değildir, çok meşakkatli iştir.
Allah’tan ki, böyle musibetleri sava sava yaşamayı ve bir de şunu öğrendik.
Türkiye’de iktidarlar geçici; Babıáli’deki cüce beslemeleri ise onlardan bile gelip geçici.
Bizse hancıyız...

HÜRRİYET

* * * *

Ve Hürriyet gazetesine gönderilmiş bir yazı:

Hürriyet’e açık mektup


Gazetecilik hayatımın 24 yılını geçirdiğim Hürriyet Gazetesi’nin nasıl yozlaştığını çok iyi bilen biri olarak, bugün yandaş medyaya hitaben yazılan Hürriyet imzalı mektubu hayretle okudum. Çürümenin tohumlarını önce rakipler attılar, Hürriyet de bu tarlayı suladı, yeşertti. Bu nedenle Hürriyet’in böyle bir şikayete hakkı yok.

Hürriyet’te her şey Nezih Demirkent’in devrilmesiyle başladı. Hürriyet salt gazetecilik yapardı. Erol Simavi’nin yatırımları ve şirketleri Hür Holding bünyesinde toplanmıştı. Sigorta şirketleri, kümesler, otomobil pazarlama v.s. hepsi o bünye içindeydi. Hürriyet Gazetesi, matbaalar, dağıtım ve grubun diğer yayınları ayrı bir bünye içindeydi. Hür Holding’in haberlerinin Koç holding’in haberlerinden hiçbir farkı yoktu. Haberler aynı süzgeçten geçerek gazeteye girerdi. Tek ayrıcalık, ilan fiyatları konusundaydı, bünyeye kıyak yapılırdı.

Üstelik haber konusunda torpil de işlemezdi. Çok iyi hatırlıyorum, bir gün bir trafik kazası haberi gelmişti ve kazayı yapan, muhabiri, Erol Simavi’nin arkadaşı olduğunu, bunu yazarsa kendisini gazeteden kovdurmakla tehdit etmişti. Nezih bey tek sütun girebilecek bir haberi üç sütuna çıkartıp yayınlamıştı.

Hür Holding eldeki gazeteyi kullanabilmek için Erol bey üzerinde büyük baskı oluşturdu ve sonunda ihtilal oldu, Nezih bey ayrılmak zorunda bırakıldı. Başa Hür Holding’in Genel Müdürü Arda Gedik geldi ve Hürriyet, gazetecilikten endüstrinin bir parçasına dönüşmeye böyle başladı. Hürriyet’in gazetecilik fonksiyonlarını terk etmeye başlamasının kabaca görüntüsü budur. Babıali’de “vahşi batı” böyle başlamıştır. Hürriyet rakiplerinin başlattığı bu modaya çok çabuk uymuştur. Gazete halk gazetesi olmaktan çıkarılıp, ekonomi haberciliğine ağırlık verilerek, iş çevrelerin gazetesi haline dönüştürülmüş, sonunda ipin ucu kaçmıştır.

Bugün artık basın diye bir şey kalmamıştır. Televizyonların ve radyoların yaygınlaşması ile adı bile “medya”ya dönüşmüştür. 24 yılını Hürriyet’te geçirmiş, muhabirlikten yazı işleri müdürlüğüne kadar çeşitli görevler yapmış, meslekte 42 yılını geride bırakmış bir gazeteci olarak, altını çizerek söylüyorum: Bugün medya, büyük holdinglerin çok gelişmiş hakla ilişkiler şubelerinden başka bir şey değildir.

Haberler maniple edilmekte, halk yanıltılmaktadır. Çok basit bir şey söyleyeyim: Televizyon programlarını verdikleri sayfada grubun televizyonlarındaki yayınlar birinci sıraya alınmakta, daha büyük verilmektedir. İçerdeki ekonomi haberlerinin doğruluğu tartışmak bile istemiyorum. Başlıklara bakın: altındaki yazıyla alakası yok. Bu moda şimdilerde internete de sıçramıştır. Başlıklar adeta bir şifrelidir, üç tık yapmadan yazıya ulaşılamamaktadır. Nedeni tık sayısını çoğaltıp hit sayısını üçe katlama, bir başka değişle bir koyundan en az üç post çıkarma kaygısıdır.

Genel yayın yönetmenlerinin sıfatlarına bir baksanıza: Dönek, hortumcu, durgun, tetikçi, yobaz, penis yazarı vb… Başbakan uçağında iliştirilmiş genel yayın yönetmeni oldukları zaman havalarından yanlarına yaklaşılmıyordu. Şimdi bağlı olduğu holdingin isteklerini elde edemeyince başbakana saldırıyorlar. Tabii Erdoğan’ın da hedefi oluyorlar ve “odun kırıcıların hık deyicisi” yandaş medyadan her gün dayak yiyorlar.

Aslında iktidar saldırılmayacak bir iktidar da değil. Günde beş vakit aleyhte yazı yazsanız Allah katında sevaba girersiniz. Ama saldırının amacı rant elde etme olunca işin şekli değişiyor.

Ey Ertuğrul Özkök,

Titre ve kendine dön. Aklını başına al. Sıra size geldi. Genel seçimlerde Cem Uzan ve ailesine uygulanan muamele, yerel seçimlerde size uygulanacak. Siyasi rakip olmaya kalkışan Cem Uzan nasıl kamyona çarpmışa döndüyse hedefte Aydın Doğan var. Erdoğan, basın devi Aydın Doğan’ı ezmenin ve terbiye etmenin gururu ile seçim meydanlarında dolaşacak.

Başbakanlığın Hürriyet muhabirlerinin akreditasyonlarını yenilememesi sadece kafaya küçük bir çuval geçirme olayı. Gazeteciler ve basın hürriyeti açısından kabul edilemez bu olay şimdi kimselerin umurunda bile değil. Kendi grubunun dışında kimse sana destek de olmayacak.

Cem Uzan ve ailesini yok ettikleri, Dinç Bilgin’i hortumculuktan içeri aldıkları zaman hiç üzülmemiştim. Hak ettiklerini düşünüyordum. Aydın Doğan’a ve zatı-alinize de acımıyorum. Zaten götürdüğünüz kadar götürdünüz. Tek üzüntüm ekmek parasını kaybedecek olan çalışanlar.

Dikkat edin, bir tarihte Erol Simavi, kendi imzası ile gazetede yarım sayfa bir mektup yayınlamış Turgut Özal’a giydirmişti. Çetin Emeç’in kaleme aldığı yazıda Özal’ın by-pas ameliyatı sırasında beynine kan gitmediği için beyninin bazı bölümlerinin öldüğü, unutkanlığının arttığından bahsediliyordu. O mektup Simavilerin basın hayatı için sonun başlangıcıydı. Sizin için de öyle olmasın.

Hatırlatmak istedim.

Dostça selamlarımla…

YALÇIN BİNGÖL

A Good Year ve Kissed

Ben bu işi Çınarağacı kadar iyi yapamam.. Yine de size iki filmden sözedeceğim...

Havasından mı, suyundan mı bilemem, dün gece seyrettiğim A Good Year adlı Ridley Scott filmi bana Chocolat'ı hatırlattı..
Avrupa'da geçiyor oluşu, şarap ile sanat'a yaptığı göndermeler güzeldi.. Russell Crowe'u da severim.. Keyifle, neşeyle, ilgi ve merakla izlenen bi'film.. Tavsiye edilir..



Bahsedeceğim bir diğer film ise Kissed.. 1996 yapımı..
Bulabildiğim kadarı ile Türkiye'de 1997 Kasım'da "Öpülmüş" adı ile bir festivalde gösterime girmiş..
Çocukluğundan beri ölü hayvanlar ve ölüme aşırı ilgi duyan bir kızın, erişkin döneminde çalıştığı Cenâze Evinde (*), genç erkek cesetleri ile yoğuşmalı kombi yapışını :) anlatan, sıradan olmayan, çok farklı ve güzel bir film.
(*) Hani ölüleri, makyaj yapıp giydirerek son görüşe hazırlayan mekân..


Dünya internetinin hiçbi'yerinde Kissed filminin Türkçe altyazısı yok.. Filmi indirip izlemek isteyen olursa, Abi çevirisiyle size altyazıyı gönderebilirim.

Cumartesi, Kasım 08, 2008

Çipurayı yastık yapan adam..

O yaşlardaki erkek çocukları bunu hep hissederler mi, bilemem.
Ama ben 10-12 yaşlarımı sürerken kendimden beş-altı yaş büyük kızlara aşık oluyordum.
Bunlardan birisiydi Canan.. Üç kızkardeşin en büyüğü.. Onsekiz filân, en fazla..
Babamlar, amcamlar, Canan'lar ve üç beş aile, hep birlikte tatil yapıyorduk o zamanlar. Genellikle kış mevsimine denk gelen bayram tatillerini Ayvalık'ta geçiriyor, yazları ise Çeşme Ilıca'ya gidiyorduk.
Sıklıkla kaldığımız yer, çok eski bir Rum evinden bozma pansiyon, Karabina oluyordu, Çeşme'de..


Bu tatillerden birinde, sâdece çocuklar ve gençlerle çıkılan yemek sonrası yürüyüşünde, Canan'a olan aşkım bir şekilde deşifre olmuş ve çok muhtemel beni biraz da alaya alarak, elleriyle tak kurmuşlar, düğün marşını söylemişti, o gençler..
Canan'da benim koluma girmiş ve takın altından geçirmişti. Evlenmiştik güyâ..
Diğerlerinin neden o kadar güldüğünü bilmiyordum ama ben mutluydum..

Bir kaç gün sonra, bir akşam üzeri..
Hani denizden el ayak çekildiği sıralar vardır, çoğunlukla herkesin odasında olduğu, belki de annelerimizin ve babalarımızın akşam çıkılacak yemek için hazırlık yaptığı..
İşte öyle bir akşam üzeri.. Deniz gözlüğüm ve şnorkelim ile Karabina'nın önünde yüzüyordum.
Kimseler yok gibiydi denizde.. Kafamın ve vücudumun neredeyse tamâmı suyun içinde olduğundan yüzen bir kaç kişinin de beni farketmesi hayli zordu..
Ancak, yüzenlerden birinin Canan olduğunu farketmek, benim için o kadar zor olmadı.
Suyun altında gördüğüm vücut siluetine, şaka yapmak için yavaş yavaş yaklaşırken aniden daldığını ve karşısında yine suyun altından kendisine doğru gelen başka birisine doğru yüzdüğünü gördüm. Durdum ve seyretmeye başladım..
Canan, suyun altında, Vedat'la öpüşüyordu..
Vedat, yine babamların grubundan bir ailenin, benden hemen hemen on yaş büyük olan oğullarıydı. Şok olmuştum. Canan ve Vedat.. Biz Canan'la evlenirken Vedat'ta oradaydı. Bunu bilmesine rağmen Canan'ı dudağından öpüyordu.. Öpebiliyordu.

Denizde ağlamanın avantajını orada öğrendim ben.. Belli olmuyordu..

* * * *

Yıllar sonra,

Canan'ın Burhan diye birisi ile büyük bir aşk evliliği yaptığını, hamile kaldığı sırada karnında ölen çocuğu farkedemeyişlerini ve Canan'ın da bu yüzden öldüğünü duydum.

* * * *

Yine yıllar sonra,

1980'lerin hemen başında, bir tesâdüf sonucu Burhan'la tanıştım.. Oniki-onüç yaş büyüktü benden. Ve inanılmaz sevdim..
Yeni bir evlilik yapmıştı. Mutluydu. Canan'dan da konuşurduk zaman zaman. O'nu hâlâ sevdiğini anlardım böyle zamanlarda. İkinci eşi Türkan'da kabullenmişti bunu.. Çünkü O'nu da çok sevmişti, Burhan.. Sevdimi seviyordu bu adam..
1997 yılında, elli iki yaşındayken, bir kalp krizinden ölene kadar Burhan abi'den çok şey öğrendim ben. Onbeş yıla yakın bir abi-kardeş ilişkisi olmuştu aramızda..
Fosur fosur tüterdi. Ve güzel rakı içerdi.. Birisi çok konuştuğunda "Bırak usturayı.." derdi.
Karşılıklı son görüşmemizde; "Usta." demişti bana.. "Yatak odanda kapın kapalıyken, ayaklarına kapanıp ağlayabilecek kadar sevmelisin kadınını.."
Bu cümleyi eden adam, iki gün sonra, benim tâbirimle "çipura'ya yatacaktı".
Kalp anjiyosuna bir gün kala, balkonda, önünde duran tabaktaki çipura'ya bakarak, "Türkan, koy bi'kadeh rakı be." demişti.
Türkan itiraz etmek istemişti ama vazgeçmişti. Hattâ iyiki de vazgeçmişti. Çünkü, elinde rakı kadehi ile döndüğünde, elleri masadan aşağıya sarkmış ve yanağının üzerinde çipuraya kafasını dayamış şekilde bulmuştu Burhan'ı. Çakmak mavi gözleri kapanmıştı. Sessizce..
Ama güzel bir ölümdü bu be.. Yakışmıştı Burhan'a.. Yastık yapmıştı balığı kendine..

* * * *

Ve çok uzun yıllar sonra,

ben, Çipura'ya yatan adamın bebeğini taşırken ölen ilk karısını denizin altında öpen Vedat'ı görecektim, bizim apartmanda..
İkinci evliliğini yapmıştı, kendisi gibi memur görünüşlü komşularımızın dul kızı ile..
Onlar yaşıyorlardı ama, ne Canan vardı, ne de Burhan abi kalmıştı geride.

Vedat'la selamlaştık. İki kelâm ettik. Öylesine.. Kuru kuruya..
Çok şey söylemek istedim. Söyleyemedim.

Bi'şeyi farkettim ama;

Aynı yaşlarda olmalarına rağmen, hâlâ hayatta olana adıyla hitap ediyor, diğerine ise ölmüş olmasına karşın "Abi" diyordum..

Cuma, Kasım 07, 2008

Tam temizlik..

Evinize gelen yardımcı kadın, o gün banyoda, küvetin etrâfındaki fayansları ovmaya karar vermişse,
ve işini bitirdikten sonra dalgınlıkla plâstik kutusunun üzerinde beyaz üzerine yeşil tonlar içeren CİF ovma kremini şampuanların durduğu rafta unutmuşsa,
üstelik sizde biraz yaşlanmışsanız,
yâni yakını artık gözlüksüz görememeye başlamışsanız,
ve de üzerine üstlük kullandığınız şampuanın kutusu beyaz üzerine yeşil tonlar içeriyorsa,
boyutları da Cif'e benziyorsa..
..sıkıntı olabiliyor bâzen..

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Abi vs Aslan burclu Obama..

- Lân Oğlûm, senin burcun ne?
- Lion..
- O ne sayın piresıdınt?
- Aslan..
- Anaaa. Aynı burçtanız desene..
- Aynı burçtanız. Bak dedim. Nası, iyi dedim mi?
- Hangi gün piki?
- 4 Ağustos.
- Ohaaama.
- What?
- Tesâdüfün bu kadarı..
- Why?
- E, aynı gün doğmuşuz.
- Fuck..
- Neden ööle diyon ki?
- E, ben dünyaya piresıdınt oldum, sen bi bok olmamışın..
- Deme bööle be Öbeme..
- Hıı?
- Zzzzt, vaşington.
- Guards!
- Yuhamaaa. Ayıp ama..
- Guarrrdddsss!
- Ben iyi niyetle Barack'lara geldim, sen nası davranıyon bana.. By the way, Makkeyn'in burcu neydi acaba?

SORU..

ABD'NIN ISTANBUL BASKONSOLOSLUGU GOREVLILERI ILE BU KENTTE BULUNAN ABD'LILER, SECIM SONUCLARINI MASLAK'TAKI SHARETON OTELI GALAXY SALONU'NDA KURULAN TV'LERDEN IZLEDILER.

ABD'NIN ISTANBUL BASKONSOLOSU SHARON ANDERHOLM WIENER, ABD'NIN YENI BASKANI SECILEN BARACK OBAMA'NIN, STRATEJIK MUTTEFIKI VE DOSTU OLARAK TURKIYE'NIN FARKINA VARACAGINI BELIRTEREK, YENI DONEMDE DE ORTAKLIGIN DEVAM EDECEGINI SOYLEDI.

Bu, Wiener'in "Barack Obama'nın Türkiye'nin öneminin henüz farkında olmadığının" farkında olması anlamına geliyor olabilir mi?

Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhâne parkında..

Salı, Kasım 04, 2008

iNSANi BiR RUYA..

- Ata’m, seninle ilgili bir film yaptılar.
- Ne güzel. Sonra?
- Sonra kavga çıktı Ata’m.
- Kimler kavga ediyor, çocuk?
- Lâik kesim kendi arasında kavga ediyor, Ata’m.
- Bak evlâdım. Sana iki kelâm edeyim;
“Cumhuriyet fikir serbestliği taraftârıdır. Samîmi ve meşrû olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.”
“Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Bunları unuttunuz siz.
Sizler, aranızda kavga edeceğinize, tek yürek olup, asıl hedeflerinize odaklanmalısınız. Bir filmle benim incitilebileceğimi ya da küçültülebileceğimi düşünüyorsanız, sizler, kendi içinizde yeteri kadar kuvvetli değilsiniz.
Bak, karşı taraftan hiç ses yok..
Çünkü Onlar, sizin aranızda bir film yüzünden çıkmış olan bu kavgayı, ellerini oğuşturarak seyrediyorlar.
Çünkü, Onlar henüz hiçbir şey söylemeden, filmi seyreden sizler benim hakkımda “Sarhoş, kafayı bulunca ağlayan zayıf adam, zampara, diktatör, korkak” sıfatlarını kullanıyorsunuz.
Evet çocuk. Bu sıfatları sizler kullanıyorsunuz. Onlar seyrediyor, gülüyor..
Yarın bu kelâmları Onlar kullandığında, sizlere diyecekler ki; “Bunlar sizin kendi kelimeleriniz.”
Türk milleti zekidir demiştim hâlbuki. Gördün mü Yalnızlığımı?
Yazık. Çok yazık..

Cumartesi, Kasım 01, 2008

nothing else matters..

Polonya'da trafik kazalarını önlemek için gösterilen kısa film..
Çok etkili ve dehşet içeriyor.. İstemeyen izlemesin..