sarhoşluk halleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sarhoşluk halleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Ekim 04, 2013

baĞzıları...

Herifler vardır...
hayatları boyunca çalışıp didinen...
elbette bu didinme sırasında hataları da olmuş...
ve bu hataları yüzünden tepetaklak oldukları zamanları olan...

Karılar vardır...

iyi zamanlarında bu heriflerin...
hediye edilen yüzüklerle hava atan...
ama herif boka battığında herkesin içinde herifi boka batıran...

kadınlar vardır, kocalarına herif denilmesinden rahatsız olmayan,
ama kendilerine karı denilmesine çok kızan...
tek taraflı...

boşandımıydı o heriften...
bambaşka bir hanımefendi olan...
saçı, başı, giyimi, dostları, yaşamı değişen...
eski herifi sallamayan...
kocasıyken de zaten hiç sallamamış ama yüzük bokuna sallamış gibi görünen...
adam kaybettiğinde bi'debikte ben koyayım demekten çekinmeyen...
zaten birlikteyken bile bir başka yaşamın hayalini kuran...

sen arkadaşısın zannedersin kendini ikisinin de...
adamın hatasının büyük olduğunu bilirsin ve söylersin.
ama kadının da az biraz hatası olduğunu söylediğinde...
herif iplemez de...
karı siler seni her yerden...

kadın böyledir.

mutludur o şimdi.

ne eski kocası...

ne eski kocasının arkadaşları...
ne eski anılar...
ne eski dostluklar...

bir kalemde siler kadın...

hepsi böyle değildir elbet amma...

bir kalemde siler bazıları...

olsun.

sosyal medyada uçuşan saçları güzeldir onların...

Çarşamba, Haziran 30, 2010

Keşke herkes GOOGLE kadar zeki ve anlayışlı olsa


Googılı seviyorum.
Gugıl diye mi söz etmeliyim bilmiyorum ama ben onu öylece, içimden geldiği gibi ifade etmeyi seviyorum.Gugıl diyince sanki yabancılaşıveriyor güzelim deniz fenerim. Yok canım, deniz feneri lafını duyunca hiç tüyleriniz diken diken olmasın. Deniz feneri denizciler için yaşamsal önem taşıyan yol göstericilerdir. Bakmayın siz çıkarlar uğruna güzelim ismin/kavramın ırzına geçilmiş olmasına.
İnternet biz kullanıcılar için uçsuz bucaksız bir okyanus ise, Googıl da bizi en yakın ve aradığımız kara parçasına taşıyan tartışmasız deniz fenerimiz değil mi? Sanal alemde insana yolunu gösteren, neyi aradığını üç beş harf ile şıp diye anlayıp, aradığı ile en kısa sürede buluşturan böylesi bir klavuz, aradığının eğrisini de doğrusunu da gösteren böylesi bir dost olması inanılmaz bir nimet.
Peki ya gerçek hayatta böyle dostlarımız olsa nasıl olurdu?
Leb demeden leblebiyi anlayan kaç insan var hayatınızda?
Eğrisi ile doğrusu ile aklınızdan geçeni her yönüyle değerlendirmenizi sağlayacak seçenekleri önünüze serecek kadar samimi, iyi niyetli, açık ve yalansız kaç insan var sahi çevrenizde?
Bu bloğa googıldan gelen kazazede okurlar da, bu bloğu düzenli olarak takip eden blog sahibi okurlar da ne demek istediğimi iyi biliyorlar aslında. Ne kadar ilgilenmiyorum desek de, blog sayaçları ile bloğa gelen okurların nereden, hangi referanslar ile geldiğine bakıp, googıldaki aramalara zaman zaman gülümsemiyor muyuz? Hatta bir ara bloglara googıl aramalarından gelen okurların anahtar sözcükleri ile dalga geçme modası bile vardı, biliyoruz. Eğlenceli idi şüphesiz.
Ne olursa olsun, googıla tapıyorum. Buyursunlar benim anahtar sözcüklerim ile de doya doya dalga geçsinler hiç önemi yok. Ben o anahtar sözcükleri ardı ardına sıraladığımda karşımdaki ne demek istediğimi anlıyor ya, bu bana yetiyor ve artıyor.
Daha bu akşam "afganistan film okumak isteyen küçük kız" sözcüklerimle bir türlü hatırlayamadığım o harika filmin adını, yönetmenini vesairesini önüme serdi, eksik olmasın. Sahi ne güzel bi filmdi o. Cnbcede benim rastladığım kadarı ile iki kez gösterildi ama, siz rastlamadı iseniz lütfen bulup izleyin bu arada sözü edilmişken. Ne diyordu Orhan Veli; onu da sonra anlatırım. Ya da anlatmayayım, siz googılım olup anlayın ne demek istediğimi mesela.

Ah keşke yaşamımızın her alanında karşılaştığımız herkes googıl kadar anlayışlı olsa...
Hayat ne güzel olurdu...Belki evliler boşanmaz, savaşlar bile biterdi kimbilir, ha?

Cumartesi, Eylül 12, 2009

17'ydi...


Bak bu Erdal Eren...
Erdal’a iyi bak general.
O hep 17 yaşında kaldı. Daha sakalları çıkmamıştı. Kaç kez kemik incelemesi yapılmasını istedi avukatı. Son fotoğrafa iyi bak general! Avukatın taleplerini yerine getirmek yerine ne yaptınız hatırlıyor musun?
Avukatı da tutukladınız general!
Erdal’ın vurduğunu iddia ettiğiniz asker, çok yakından vurulmuştu! Adli Tıp 5 ile 35 santimlik bir mesafeden vurulduğunu söylüyordu. Oysa Erdal en az 13 metre ilerdeydi! Erdal’a verebileceğiniz ceza, en çok korsan eyleme katılma cezasıydı. Neden olay yeri keşfi yaptırmadınız? Neden ölen askerin elbiseleri mahkemeye sunulmadı? Asker başka bir askerin kaza kurşunuyla mı vuruldu general?
Veda mektubunu bile iç çamaşırına saklayarak getirdi Erdal. Çocuğu astınız ama çocuklar çabuk büyür zulmün üstüne.
Erdal o yaşında başı dik gitti!
Deniz’den nasıl öğrendiyse öyle!
“Hadi eyvallah” dedi ve gitti!

ETHEM DİNÇER: Mersin 78’liler Derneği eski başkanı

Perşembe, Eylül 03, 2009

Pure Earth was right...

Kimileriniz okuyacağınız satırlara şaşırabilir hatta "Lan Abi'ye hiç yakışmamış bu tarz." diyerek bu konuda düşündüğünüz şeyler olsa bile yorum yazmak istemeyebilirsiniz.
Ama cidden bu konudaki fikirlerinizi merak ediyorum.
Böyle düşünen sâdece ben miyim anlamında...

Son zamanlarda seyrettiğim iki film ile gelişti bu soru beynimde.

Filmlerden biri Vicky Christina Barcelona idi.
Vicky ve Christina, Barcelona'ya tatile giden iki arkadaş. Orada karizmatik ressam Juan Antonio ile tanışırlar. Daha doğrusu Juan o kadar hızlıdır ki, daha tanışmadan bu iki sıkı fıkı arkadaşa toplu seks teklif eder. Vicky, Dough adlı Newyork'lu ile evlenmek üzere olduğundan kızar bu teklife, hatta duymamazlığa filân gelir. Christina ise (Scarlett Johansson) daha bir vergendir Juan'a. Netekim, tam şeyken durum, Christina'nın midesi bozulup ülseri azınca, Juan'ın zâten azmış olan ülseri elinde kalır ve bi numara olmaz.
Fakat film bu ya; o evlenmek üzere olan aklı başında Vicky, on numara formayla sergen/vergen olur Juan'a. Bu kadarla kalsa iyi... Evlenir, Juan'dır aklındaki. Kocası Dough'la sevişir, Juan'dır aklındaki, Christina Juan ve eski karısı ile olan orgy'i anlatır, ağzının suyu akar... vs.vs... Kalanını şuradan okuyun...
Ama eğer okumayacaksanız Fil nick name'li sözlük yazarının film hakkındaki 7 sorusunu okuyun...
"soru 1. bir zamanlarimin butun kadinlarin kafasi karisiktir baslikli kitabinin basligina namzet sekilde filmdeki tum kadinlari kafasi son derece karisikti. en ne istedigini bilen vicky bile mustakbel kocasiyla huzurlu bir yasami cocuklugundan beri idealize eden vicky bile bir gecelik askinin pesinden herseyi yakabilecekken atesli silahin azizligiyle evliligini ve iliskisini kurtardiysa asil soru su mudur: filmde gecen "unfullfilled love is the only true love" (gerceklesmemis ask tek gercek asktir) onermesi dogru mudur ? film boyunca duygular rayina oturdukca iliskiler bozuluyordu. o kadar alti cizilip sanatcinin yasam amaci gibi gosterilen ask duygusunu "transient" olmayan hali mumkun degil miydi ?

soru 2. cristina ne aradigini bilmiyor ama ne aramadigini daha iyi biliyor artik. "identification with exclusion" (olasiliklari eleyerek karar vermek) ne kadar pratik bir cozum askta. yoksa soru 1'in isiginda bu umutsuz bir caba mi ?

soru 3. doug filmdeki saf-salak kisiydi, cevresinde olanlari bir turlu fark edemeyen. doug saf ve salak miydi ? yoksa sadece guvenen bir kisi miydi ? yoksa problem cikacak yonlere bakmamayi ogrenen hepimizin (yani erkeklerin) adim adim gittigi uber-erkek miydi ? modern nasrettin miydi, hanima bana gorunme de kime gorunursen gorun diyen.

soru 4. cok eslilik ne kadar mumkun ? evet ani oldu. onceki sorularimizin izleginde bir iliskiyle basa cikamadigimizi dusundugumuz su dunyada; cok eslilik cozum mudur ? javier bardem-penelope cruz icin tek cikar yol buydu. iliskide yurumeyen bir sey varsa; bir tamamlanmamis eksiklik (missing element) varsa ve bu durum iliskiyi surukleyebiliyorsa (bakiniz soru 1) ama ote yandan bu durum cozume kavusmadikca ve cozume kavusmayacaksa ne yapmalidir ? bahsi gecen filmimiz bu soruya threesome yanitini mi verdi yoksa ? gercek dunyamizda (non-fiction) threesome olmasa da evlilik danismanligi altindan ciftlerin ozellerini bir baskasina anlattigi ve bir tur yabanci bir adami (psikiyatrist / psikolog) hayatlarini soktugu ve bu adamin mediatorlugunde (omdusman diyecektim ama demirel'le yataga girmek fikrinin cazibesi korkuttu) yuruyen iliskiler threesome kategorisinde degerlendirilebilir mi ?

soru 5. penelope cruzun scarlet johansson'un yeni arayislara yelken acacagini soyledigi sahnede gecirdigi sinir krizi javier bardem ile iliskisinin scarlet johansson olmadan yuruyemeyecegi ve bu nedenle iliskinin sonu oldugunu ve javier bardem'den eninde sonunda ayrilacagi bildigi icin gosterdigi bir tepkiyse sevdigi adami paylasmaktan cekinmeyen ve diger kadindan kiskanmayan kadin gercek midir ? tekrar soralim soru 4 ne kadar mumkun ?

bonus soru. doktor jivago'daki hanimlarimizla javier bardem'in hanimlarini karsilastirabilir miyiz ? pasternak'in eksikligi var midir, farkliliklar nerededir ?

soru 6. evlilik curumus bir kurum mudur ? ayni yastiga bas koydugunuz kisinin ne dusundugu sizin icin ne kadar onemli olmalidir ? soru 3'deki uber-nasrettin-erkegin evlilik kurumundaki yeri nedir ?

soru 7. arayis hic bitmeyecekse ve arayisti bitti, buldum diye evlenmek ne kadar kendinizi aldatmaktir ? (yeniden bakiniz soru 6) "
Eğer ekşiye bakıyorsanız, özellikle yazarı porsgemsheniark olan 361. entry'de geçenlerde bir arkadaşımın hediye getirdiği gerçekten çok kaliteli Port şarabını burnumdan çıkarttığımı ifâde etmeliyim.

İkinci film ise; My Life Without Me... İki aylık ömrü kaldığı söylenen evli ve iki çocuk annesi genç bir kadının ölmeden evvel, hiç bir neden yokken, evet, hiç bir neden yokken, yani kocasını seviyorken, mutluyken, iki tane çocuğu ile düzgün bir hayat yaşıyorken... Sadece ölüyor diye, başka bir erkeğe vermeye karar vermesidir beni düşündüren...

Ekşiden bunu da okuyun ama, şurada, 41. entry'de şöyle yazmış, Nihat adlı ekşi sözlük yazarı:

"Konu olarak ele alındığında, çok sade ve hayatın gerçeklerinden bahseden bir film. insanı bulunduğu kısır döngüden çıkartıp, hayata dönmesi gerektiğini söylüyor ama tek anlayamadığım $ey, sevdiğin bir insan var iken, neden ba$kalarınla sevi$mek ister insan. sevdigin ile mutlusun ve hayatının son 2 ayında ba$ka bir erkekle sevdiğini aldatıyorsun. Aldatma konusu, film içeriğinde olmasaydı mükemmel bir yapıt olarak akıllarda kalacak bir film olacaktı."


Şimdi bu iki filmdeki iki olaydan yola çıkarak,
neden son zamanlarda çoğu filmlerde evli kadınların kocalarını aldatmaları masum gösterilirken...
...aynen My Life Without Me filminde Sarah Polley gibi, ölümün ayırdına varmış/gelmiş erkeklerin "Dur, bende gitmeden biraz başkalarını götürüveriim" düşüncelerine,
ya da Vicky Christina Barcelona filminde, Juan gibi erkeklerin kadın şeklinde olanlarının karşısına, Vicky gibi kadınların erkek şeklinde olanlarının çıkmasına o kadar doğal bakamıyor/sun/uz ???
Şunu demek istiyorum çok net bir şekilde.
Eğer,
Bir erkek, gider ayak, hele durumu da uygunsa, Pure Halis Earth Toprak misâli, hele bir de nikah filân da yaparak isteğini gerçekleştiriyor, kendisinden 263 yaş ufak birisine takılıyorsa...
sizlerde Vicky'e, Christina'ya, ya da giderayak başkasına vercem diye tutturan kıza kız/a/mıyorsanız...
... erkeklere de kızmamalısınız.
Yok öyle çifte standart...
Aslanım Halis abi.
Yürü be.
Port şarabı müthiş walla...
Thanks, thanks, thanks... to H&M Wijnbergen

Cuma, Ağustos 07, 2009

neler neler oldu? ama hepsini yazmak zor be...

Nereden başlasam, hangisinin nesini anlatsam bilemedim ama şu son on-onbeş gün içinde olanlardan kısaca bahsetmek istiyorum.

İlk olarak, birinci pause yazısındaki tekne-yelken olayı çok güzel geçti. Ben sadece mutfak ve yemekten sorumluydum.

Birinci sabah hazırladığım 8 ton balıklı ve 8 salamlı sandwichle akşama kadar idare ettik. Yol uzundu ve seyir esnasında bir şey hazırlamak ve yemek olanaksızdı.

O gece Fırında Levrek yaptım.



İkinci sabah mükellef bir kahvaltı ve öğlen yemeğinde çeşitli baharatla şenlendirilmiş sosisli yumurta vardı.

O günün gecesi Okluk koyunda, içinde kaşar, pastırma ve çeşitli sebzenin bulunduğu Bonfile sarma çekmişim ki spesiyallerimden biridir. Tabi yanında sarmısaklı, körili patates vardı. Rokfor peyniri ile eritilerek karıştırılmış krema sosu dökerim bi'de üzerine. İptal ederim adamı lezzetten...


Üçüncü sabah yine güzel bir kahvaltı ve öğlen, baby havuç ve brokolili, zeytinyağlı, sarmısaklı, kekikli bir makarna ile geçirilmiş ve görevim başarı ile sona ermiştir...



Sonra efenim, ikinci pause olayında ise, aileni sevindir durumu içinde, Bitez'de dört gece kalınmış, ortamlardan azâmi miktarda faydalanılmış, denizden iyot, havuzdan klor, mangaldan kanser, güneşten "D" ve rakıdan "Râ" vitamini alınmıştır.

Bu arada Gündoğan'da denize girerken, alçak uçuşla üzerimden geçen âlete bakılmış ve "Benim hayalimi gerçekleştiren bir i.ne varmış demek ki." diye söylenilmiştir.



Tüm bunlardan sonra ise, 3 Ağustos 2009 Pazartesi gecesi, bizim evde, Lakerdacı blogger'lar partisi gerçekleşmiş ve geleceğini bildiren herkes gelmiş ve çok keyifli bir gece yaşanmıştır.



Kurabiye, Gulteinen Enkelini, Kuzey Işığı, Ayşe Bebek, Nilly, Çalışan Anne, Hep O Mutsuz Çocuk, A.W. , Big Daughter, Lina (kız tarafı) ve Jubelum, Cahil, Turkekırgın, Ege Mavisi, Vladimir ve Ben (erkek tarafı olarak), bol miktarda Lakerda, midye dolma ve Blogger bayanlarımızın yaptığı mezelerden götürdüğümüz gibi yan tarafta milletin pek beğendiği koca bir plastik bidon içinde 3 büyük kalıp buzun soğuttuğu suda misâl Vladimir'in biralarını ararken kollarımızın soğuktan kesilmesi vs. vs. vs... pek eğlendik be...
Çalışan Anne'nin taaa Hatay'dan taşıdığı manyak büyüklükteki pasta...



O gecenin hem Ah be güzel abim'in 3. kuruluş yıl dönümüne denk gelmesi...
Hem benim doğum günüme oturması...
Üzerine bir de neredeyse 30 yıllık yavşak adi şerefsiz arkadaşım sigaraya elveda demeye karar verdiğim bir gün olması hasebiyle...

Ama en önemlisi işte...

Yukarıda dediğim gibi;

Bu güne kadar sadece yazılarından tanıdığımı düşündüğüm bir sürü insanın aslında hiç te şaşırmadığım gibi ne kadar DÜZGÜN insanlar olduğunu gördüğüm bir gecenin sonunda...

...hepsine sadece içten, kocaman, ama çok samimi teşekkür etmek düşer bizlere.

Davetimizi kırmadığınız ve evimizi şenlendirdiğiniz için...
... blogger olmanın ötesine geçip artık bizim dostlarımız olduğunuz için...

...hepinize çok teşekkür ederiz.

Çarşamba, Haziran 03, 2009

MAVi YOLCULUK ' lardan...

1-Suat(*), tam dalmak üzereyken telefonu çalıyor.:) Arka planda, Tez, Ben ve Chakotay. Filmi çeken Benli...

2-Bu tip yolculuklarda balık, ahtapot tut(ama)ma! ihtimalimize karşı ben genellikle tedarikliyimdir. Daha evvelden yanımda getirdiğim kafa içi temizlenmiş, çarpılmış, dondurulmuş ahtapotun öyküsü...:)

(*) Suat Kaptan'ı Bodrum'da tanımayan yoktur. Lâkâbı "Pava" olup, aslında Fava demektir.:))) Bodrum lehçesiyle konuşan biri, bir de üstüne üstlük hızlı konuşuyorsa ve de ayrıca hiperaktifse artık anladığınızla idare edersiniz.

Cumartesi, Aralık 20, 2008

raslantısal tesâdüfün koinsidınsı..

Abicim,
Blogcu bi'kardeşim beni bi'zaman mimlediydi.. "Hayatınızdaki tesâdüfler" gibi bi'şeydi..
Çok zaman geçtiği için hatırlamıyorum kim olduğunu. Kızmasın bana, eğer bu satırları okursa. Şimdi dönüp aramakta zor. Arasam bulmak daha zor. Bulsam linkti, minkti en zoru...
Dışarıda yağmur alabildiğine yağarken, ben de bu güzel kış gecesinde sütün dibine vurmuşken, "Uğraşamâcem" Özür.
Konuya dön ajan...

Üç adet tesâdüf var size bahsedeceğim.
Yeniden eskiye doğru gidelim.

Yaklaşık 2-3 ay önce cep telefonum çaldı. Adamın biri.. Adım "Franco" dedi. Aksanlı konuşuyor biraz. Sattığım mallarla ilgili bi'şeyler sordu. "Ben karides alcam, Somon füme alcam, havyar alcam. Evimde yiyicem." filân yaptı.
Sipârişini ve telefonunu aldım, "dönjembensize" diyerek...
Ertesi gün, nâdiren gittiğim bir arkadaşımın işyerinde oturuyoruz, lâflıyoruz.
Derken, arkadaşımın bir arkadaşı daha geldi. Tanıştırdı bizimki; "A... bey - H....bey" filân...
Lâf lâfı açtı, sen n'apıyon, ben n'apıyom.. Ben anlatırken, yeni gelen kişi "Seni dün Franco diye biri aradı mı?" dedi.. "Yes" dedim. "E, o benim.." dedi adam...
Yuh dedim ben de...

Neyse, bana acaip gelmişti böyle bir tesâdüf.

Blog âleminde "Abi" rumuzunu almam ve bloğun adını "Ah be güzel abim be" koymamdan uzun bir müddet sonra, "Ah be abim" adında başka bir bloğun varlığını keşfetmiştim.. Hattâ bu konuda bir yazı da yazmıştım ve o dönemde o bloğun sâhibi beyefendi bizi ziyâret edip, nâzik bir kaç kelâm etmişti.. Kaldı ki şimdi o yazıyı bulup link vermekte şey ister. Emek..
Neyse, Konuya dön ajan...
O bloğu incelediğimde, o abi'nin eşinin adının benim eşimle aynı olduğunu gördüm..
Bu da bana acaip gelmişti..
Koca internet dünyasında birbirini hiç tanımadan, hemen hemen aynı isimle blog açan iki adamın eşlerinin isimlerinin aynı olması..

Fekat, benje, hayâtımdaki en acaip raslantı şudur;
Âhir ömründe iki kez evlenen bir adam olarak,
16 yıl ara ile tanıştığım her iki iyi insan ile, ilk karşılaşma ânının, koskoca dünyânın, koskoca Türkiye'sinin, koskoca Ege Bölgesinin ve Kocca İzmir şehrinin, aslında hemen hemen hiç kullanmadığım bir caddesinde gerçekleşmiş olması, sizce de anormâl değil midir?

Bunu bi'arkadaşıma söylediğim de; "Sen oralarda çok dolaşma artık." dediydi..

Info: Şimdi Gugılört'den baktım.. iki nokta arası 285 metro.. Vay beee.. Ben bi süt daa aliim. Bye.

Perşembe, Kasım 27, 2008

G. ( III. Bölüm ) - Gölgeler

Altı ay daha geçti..
Ayşe'nin saçları uzamış, boğazındaki delik nedeniyle oluşan ses kısıklığı dışında neredeyse hiç bir şeyi kalmamıştı. Biraz zayıflamıştı, o kadar..
Gaye-Ferit ve Ayşe-Serhat dörtlüsü birlikte geziyorlar ve sanki herşey iyiye gidiyordu..
Boğazındaki deliğin kapatılma operasyonu için Almanya'ya gönderdiler Ayşe'yi.
Ameliyattan sonra, Ayşe, kendine geldiğinde hastâne telefonundan kardeşini aradı..
Sesi düzelmiş ve son derece neşeliydi.. "On-onbeş güne dönerim ablam." demişti, gülerek..
Karşıyaka'da kimileri bu habere sevinirken, Almanya'daki hastânede doktorlar Ayşe için seferber olmuşlardı. Telefonu kapattıktan on dakîka sonra kalbi duruvermişti Ayşe'nin.
Ölüm nedeni kalp yetmezliği olarak geçti hastâne kayıtlarına..

* * * *

Ferit, Belgin hanımın ne düşündüğünü ve ne hissettiğini hep merâk etti ama asla öğrenmedi.
Çabalamadı da zâten.
Gaye ile ilişkisi, bu sarsıntılara rağmen bir müddet daha devâm etti.
Sonra,
bir akşam üzeri, Gaye geldi, Ferit'in çalıştığı yere..
Kısa ve özdü söyledikleri;
"Kimsem kalmadı artık. 18 yaşına geldiğim için, babam ve annemden kalan varlıklar üzerime geçti. Ama Dayımlar mutlaka evlenmemi, bir yuva kurmamı istiyorlar.
Ya benimle evlen ya da beni evlendirecekler bir başkasıyla.."
Ferit bir kaç dakîka sessiz kaldı.
Sonra parmağından çıkardığı aslanlı yüzüğü tezgâhın üzerine bıraktı.
Gaye yüzüğü almadı.
Sâdece "Elvedâ." dedi ve gitti.

* * * *

Yirmi yıl sonra,
Ferit, arkadaşı olan bir diş hekiminin koltuğunda oturmuş, ağzının uyuşmasını beklerlerken çaldı muayenehânenin telefonu.
Arayan Diş hekimi Aydan'ın eşi Ümmühan'dı. Ferit, O'nu da tanıyordu, Gaye'nin sınıfından..
Ümmühan ile Gaye aynı sınıfta okumuşlardı, kolejde.
Eşine "Ferit bende, selâmı var." dediğinde, bir kaç sâniye Ümmühan'ı dinleyen Aydan, yüzüne oturan bir gülümsemeyle âhizeyi Ferit'e uzattı, "Bak kim var burada?" diyerek.
Ferit yirmi yıl sonra duyduğu Gaye'nin sesini ilk anda tanıyamadı.
Sonra bir kaç dakîka konuştular.
İyi geliyordu Gaye'nin sesi be.. İki çocuğu olmuştu. Mutluydu..
Sevindi Ferit için için. Ters bir şey yoktu..
Âhizeyi Aydan'a geri verirken, kutudan bir mendil aldı eline ve başını arkaya dayayarak ağzını açtı..

* * * *

Ayşe'nin ölümünden günümüze kadar geçen yaklaşık otuz yıl içinde Ferit ile Serhat çok nâdir görüştüler.
Senede veya iki senede bir de olsa, arayan hep Ferit'ti.
Serhat, muhtemelen Belgin hanımın onayladığı bir evlilik yapmış ve bir çocuğu olmuştu.
Bursa'da çok büyük ve tanınmış bir otomotiv fabrikasının Genel Müdürüydü.
2006 yılındaki son görüşmelerinde, Serhat "Bir toplantıdayım. Çıkınca ararım seni." demişti, Ferit'e.
Aramadı.


Ferit, günün birinde, bir kaç satır karalarken Serhat'ı hatırlayacak, yine eli telefona gidecek ama Vefâ konusundaki öngörülerinin doğruluğunu ve O'nun yüzündeki gölgeleri düşünerek vazgeçecekti bundan.

Çarşamba, Kasım 26, 2008

G. ( II. Bölüm ) - Kedi

Ferit ve Serhat'a ulaşan tek haber, kızların Sofya yakınlarında bir hastâneye kaldırıldıkları, Gaye'nin durumunun ablası Ayşe'ye göre biraz daha iyi olduğuydu..
Azap, merak, endişe ve mutsuzlukla geçen bir aydan sonra, Gaye'nin İzmir'e gönderildiği, bir müddet Urla Kemik hastânesinde kalacağı haberi geldi.
Cumartesi sabahı, Ferit, hiç kimseye haber vermeden Urla otobüsüne bindi.

Bir garip sessizliği ve huzûru vardı bu hastânenin.
Usulca odaya girdiğinde, Gaye'nin vücûdunu çevreleyen sargılar ve askılardan kırıkların ciddiyetini anlamıştı. O'na doğru dönüp gülümseyen kızın yüzündeki kesik izlerini ve bir gözüne oturmuş olan kanın hâlâ geçmemiş olduğunu farketti. Kazânın şiddeti bir ay geçmesine rağmen net olarak görülüyordu.

Elini tuttu Gaye'nin. Çok konuşmadılar.. Ne O'nun soracağı, ne de Gaye'nin anlatacağı çok bir şey yoktu. Kalkarken, usulca öptü kızı.. Elleri ayrılırken avucundaki minik metali farketti Ferit.
Üzerinde bir aslan minyatürü olan gümüş bir yüzüktü bu..

* * * *

Ayşe'nin İzmir'e dönüşü bir kaç ay sonra oldu..
Bu zaman süresinde gelen haberlerde, durumunun çok daha ciddi olduğu, boğazında bir deliğin varlığı, bir müddet öyle yaşayacağı ama daha sonra bir operasyonla o deliğinde kapatılacağı söyleniliyordu.

Makine mühendisliğinden mêzun olmak üzere olan Serhat'ın annesi, Belgin teyze, oğlunun bu kızdan ümîdi kesmesini istiyor, hatta daha da ileri giderek bunu ciddî bir aile sorunu hâline getiriyordu..
Önünde pırıl pırıl bir gelecek olan aslan gibi oğlu..
Ve diğer tarafta, boğazı delik, vücûdunda başka ne gibi ârazlar kaldığı belli olmayan bir kız vardı.
Vazgeçmeli, vazgeçirilmeliydi Serhat..

Çiçek pasajındaki sofralarda, dillendiriyordu Serhat içinde bulunduğu zor durumu..
Arkadaşları da kendi fikirlerini söylüyorlardı ama Ferit garip bir önseziyle, Serhat'ın için için annesine hakverdiğini düşünüyor ve buna öfkeleniyordu.

Ayşe'de döndü..
Üç aylık zamanda kazânın hemen bütün izleri yokolmuş gibiydi..
Her zamanki güzelliğiyle karşılarındaydı Ayşe..
Boğazındaki deliği gizlemek için taktığı bir fulâr vardı farklı olarak..
Ama fulârın üzerine dökülmesi gereken sarı saçları yoktu.. Yeni uzuyorlardı..
Bir de sesi..
Kısık ama neşeli sesi..
Kısık kısık konuşuyordu, Ayşe.
Mutluydu ama..

Buna karşın Serhat,
Yüzünden gölgeler geçen Serhat,
Beyninin içini yiyen Belgin hanım yüzünden çehresine mutsuzluğun oturduğu Serhat..

Gaye ve Ayşe hiçbirşeyin farkında değillerdi..
Ferit ise Serhat'ı inceliyordu, hep birlikte olduklarında..



*Devâm edecek.

Salı, Kasım 25, 2008

G. ( I. Bölüm ) - Kahverengi Koltuklar..

Ferit, Esin'le konuştuktan bir kaç gün sonra, okulun tiyatro kolunun yeni bir oyun sahneleyeceğini ve bir cinâyeti araştıran kısa boylu komiserin uzun boylu salak yardımcısı rolünün kendisine verildiğini duymuştu.
Erkek Lisesi, piyesi Kız Koleji ile berâber sahneleyecek ve provalar kızların okulunda yapılacaktı. Ferit'in koleje ikinci gidişi sırasında olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki; kendisini Sakıpağa Cafe'de Gaye ile çay içerken bulmuştu.
Bir taraftan Esin'e haksızlık ettiğini düşünürken diğer tarafta haftanın hemen hergünü görebileceği, evleri evlerine yakın olan bu sempatik kızı da, belki de bu avantajlar yüzünden tercih ediyordu.. Ne bilelim..
Gaye, ablası Ayşe, annesi ve muhasebeci olan babası ile birlikte, Yalı'da bilindik bir apartmanın dördüncü katında oturuyordu.
Ferit henüz bilmiyordu ama ilk uzun süreli bir ilişkisi olacaktı bu.. Gaye, sorunsuz bir kızdı gerçekten.
Aradan bir yıl geçti. Ferit onsekizine, Gaye onyedisine girmişti..
Gaye'nin ablası Ayşe'de makine mühendisliğinde okuyan Serhat'la çıkmaya başlamıştı. Ferit'le Serhat'ta tanışmışlar, arada bir Çiçek pasajında bacanak muhabbeti yapar olmuşlardı.
Sonra bir gün, Gaye ailesiyle birlikte Almanya'yadaki akrabâlarının yanına tâtile gideceğinden bahsetti. Arabalarıyla gidecekler ve yaklaşık bir ay kalacaklardı. Vedâlaşıldı..
İlk 10-15 gün Ferit'te, Serhat'ta pek bir şey anlamamıştı ama günler geçtikçe her ikisininde özlemi artıyor, Çiçek pasajında, Barmen Recai'nin önlerine koyduğu rakı kadehleri birbiri ardına devrildikçe hasretlik katlanarak büyüyordu.
Mektup gönderse, gidene kadar Gaye'ler geri gelecekti..
Telefon yoktu, e-posta yoktu, mesıncır-gugıltolk hiç yoktu. Sâdece 18 yaş aşkı vardı işte..
Öylesine anlamsız bir bekleyiş..
Bir ayın dolmasına bir kaç gün kala, Ferit'in akşam yürüyüşleri başladı Gaye'lerin evine doğru..
Giderlerken balkonda bırakmış oldukları kahverengi tahta koltukların duruş şekillerinin bozulmamış olduğunu gördüğünde anlıyordu Ferit, henüz dönmediklerini..

Bir ay dolmuş, hattâ bir kaç gün geçmişti..
Haber yoktu.
Koltuklar aynı şekilde duruyorlardı.
Haber yoktu..
Koltuklar aynı şekilde duruy..
Haber yok..
Koltuklar..
..
Bir pazar sabahıydı.
Ferit uyurken annesi uyandırdı; "Kayahan geldi."
Kayahan tiyatro oyununda evin komik ve şımarık çocuğunu canlandırmıştı.. Büyük bir başarıyla..
Ve yıllar sonra Vâli olacaktı, yine büyük başarılara imzâ atarak..
Ferit, bir Pazar günü, sabahın köründe Kayahan'ın gelişini pek anlamlandıramadı ama yine de "vardır bunun bi derdi." diyerek çabucak giyindi..
Ya babasıyla, ya anasıyla kavga etmiştir diye düşünmüştü.. O yaşlarda hemen hepsi aynı dertlerden muzdariptiler..
Evden çıkınca Ferit, Kayahan'a "Gel bi, Gaye'lerin o tarafa bakalım." dediğinde farketmemişti arkadaşının tedirginliğini..
O yöne yürümüşler, Ferit artık gökdelen virajını döndüğünde koltukların şeklinden durumu anladığından daha fazla devam etmemişler, bu kez Karşıyaka Çarşı tarafına doğru voltalamaya başlamışlardı.

-Ferit, kötü bir haber var..
-Ne o lan? Babanla mı papaz oldun?
-Yok, bizimkilerle ilgili değil bu..
-EEee?
-Gaye'ler..
-??
-Gaye ve ailesi..
-S.ktirtme şimdi.. N'olmuş lan?
-Usta, sabah gastede gördüm.. Trafik kazâsı..

Ferit başka hiçbir şey duymamıştı. Duyamamıştı..
Sonrası bir film sahnesi gibiydi.
Uğultu vardı..
Çarşı yönüne koşan Ferit,
arkasından "Dur Allahaşkına, sâkin ol." diye bağıran Kayahan,
gazetecinin şaşkın bakışları vardı..
Ve gazetede birinci sayfada kocaman bir haber..
"İzmir Karşıyaka'lı muhasebeci T.T. ve ailesi Almanya'dan dönerken Sofya yakınlarında trafik kazası geçirdi. T.T ve eşi olay yerinde hayâtını kaybetti. İki kızları ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı."

Karşıyaka 1975 yılının güneşli bir Pazar sabahını yaşıyordu.
Ferit'in kulaklarını sağır eden uğultu ise giderek artıyordu..

Cuma, Kasım 14, 2008

BONJOOORNO!

Dün gece bir arkadaşım anlattı..
Gıda çarşısında bir minibüsün içinde İtalya'ya geldiklerini zanneden 17 Pakistan'lı mülteci bulunmuş..
Arkadaşım bu bilgiyi, minibüs boşaltıldıktan sonra başında nöbet tutan görevliden öğrenmiş.
Ne kadar doğru bilemem..
"Adamların hâli çok feciydi." dedi.. Tirtir titriyorlarmış hepsi. Acınacak bi'şey bu, tamam.

Ama komik bi'tarafı var. Kızsanız da yazacağım..

Dedim ki; "Şöyle minibüsün kapıları açıldığı sırada, bizim polis ve zâbıtalardan oluşan bir koro, hep bir ağızdan (Bonjoooorno!) diye bağırıp, hemen arkasından yandaki şarkıyı şööle eller havada, hafif bir saygı üslûbu içinde söyleseler, ne eğlenceli olurdu, değil mi?"
Lö şatamiii kantaaaaree..

Kabûl ediyorum. Ben kötü bir adamım..

Cumartesi, Kasım 08, 2008

Çipurayı yastık yapan adam..

O yaşlardaki erkek çocukları bunu hep hissederler mi, bilemem.
Ama ben 10-12 yaşlarımı sürerken kendimden beş-altı yaş büyük kızlara aşık oluyordum.
Bunlardan birisiydi Canan.. Üç kızkardeşin en büyüğü.. Onsekiz filân, en fazla..
Babamlar, amcamlar, Canan'lar ve üç beş aile, hep birlikte tatil yapıyorduk o zamanlar. Genellikle kış mevsimine denk gelen bayram tatillerini Ayvalık'ta geçiriyor, yazları ise Çeşme Ilıca'ya gidiyorduk.
Sıklıkla kaldığımız yer, çok eski bir Rum evinden bozma pansiyon, Karabina oluyordu, Çeşme'de..


Bu tatillerden birinde, sâdece çocuklar ve gençlerle çıkılan yemek sonrası yürüyüşünde, Canan'a olan aşkım bir şekilde deşifre olmuş ve çok muhtemel beni biraz da alaya alarak, elleriyle tak kurmuşlar, düğün marşını söylemişti, o gençler..
Canan'da benim koluma girmiş ve takın altından geçirmişti. Evlenmiştik güyâ..
Diğerlerinin neden o kadar güldüğünü bilmiyordum ama ben mutluydum..

Bir kaç gün sonra, bir akşam üzeri..
Hani denizden el ayak çekildiği sıralar vardır, çoğunlukla herkesin odasında olduğu, belki de annelerimizin ve babalarımızın akşam çıkılacak yemek için hazırlık yaptığı..
İşte öyle bir akşam üzeri.. Deniz gözlüğüm ve şnorkelim ile Karabina'nın önünde yüzüyordum.
Kimseler yok gibiydi denizde.. Kafamın ve vücudumun neredeyse tamâmı suyun içinde olduğundan yüzen bir kaç kişinin de beni farketmesi hayli zordu..
Ancak, yüzenlerden birinin Canan olduğunu farketmek, benim için o kadar zor olmadı.
Suyun altında gördüğüm vücut siluetine, şaka yapmak için yavaş yavaş yaklaşırken aniden daldığını ve karşısında yine suyun altından kendisine doğru gelen başka birisine doğru yüzdüğünü gördüm. Durdum ve seyretmeye başladım..
Canan, suyun altında, Vedat'la öpüşüyordu..
Vedat, yine babamların grubundan bir ailenin, benden hemen hemen on yaş büyük olan oğullarıydı. Şok olmuştum. Canan ve Vedat.. Biz Canan'la evlenirken Vedat'ta oradaydı. Bunu bilmesine rağmen Canan'ı dudağından öpüyordu.. Öpebiliyordu.

Denizde ağlamanın avantajını orada öğrendim ben.. Belli olmuyordu..

* * * *

Yıllar sonra,

Canan'ın Burhan diye birisi ile büyük bir aşk evliliği yaptığını, hamile kaldığı sırada karnında ölen çocuğu farkedemeyişlerini ve Canan'ın da bu yüzden öldüğünü duydum.

* * * *

Yine yıllar sonra,

1980'lerin hemen başında, bir tesâdüf sonucu Burhan'la tanıştım.. Oniki-onüç yaş büyüktü benden. Ve inanılmaz sevdim..
Yeni bir evlilik yapmıştı. Mutluydu. Canan'dan da konuşurduk zaman zaman. O'nu hâlâ sevdiğini anlardım böyle zamanlarda. İkinci eşi Türkan'da kabullenmişti bunu.. Çünkü O'nu da çok sevmişti, Burhan.. Sevdimi seviyordu bu adam..
1997 yılında, elli iki yaşındayken, bir kalp krizinden ölene kadar Burhan abi'den çok şey öğrendim ben. Onbeş yıla yakın bir abi-kardeş ilişkisi olmuştu aramızda..
Fosur fosur tüterdi. Ve güzel rakı içerdi.. Birisi çok konuştuğunda "Bırak usturayı.." derdi.
Karşılıklı son görüşmemizde; "Usta." demişti bana.. "Yatak odanda kapın kapalıyken, ayaklarına kapanıp ağlayabilecek kadar sevmelisin kadınını.."
Bu cümleyi eden adam, iki gün sonra, benim tâbirimle "çipura'ya yatacaktı".
Kalp anjiyosuna bir gün kala, balkonda, önünde duran tabaktaki çipura'ya bakarak, "Türkan, koy bi'kadeh rakı be." demişti.
Türkan itiraz etmek istemişti ama vazgeçmişti. Hattâ iyiki de vazgeçmişti. Çünkü, elinde rakı kadehi ile döndüğünde, elleri masadan aşağıya sarkmış ve yanağının üzerinde çipuraya kafasını dayamış şekilde bulmuştu Burhan'ı. Çakmak mavi gözleri kapanmıştı. Sessizce..
Ama güzel bir ölümdü bu be.. Yakışmıştı Burhan'a.. Yastık yapmıştı balığı kendine..

* * * *

Ve çok uzun yıllar sonra,

ben, Çipura'ya yatan adamın bebeğini taşırken ölen ilk karısını denizin altında öpen Vedat'ı görecektim, bizim apartmanda..
İkinci evliliğini yapmıştı, kendisi gibi memur görünüşlü komşularımızın dul kızı ile..
Onlar yaşıyorlardı ama, ne Canan vardı, ne de Burhan abi kalmıştı geride.

Vedat'la selamlaştık. İki kelâm ettik. Öylesine.. Kuru kuruya..
Çok şey söylemek istedim. Söyleyemedim.

Bi'şeyi farkettim ama;

Aynı yaşlarda olmalarına rağmen, hâlâ hayatta olana adıyla hitap ediyor, diğerine ise ölmüş olmasına karşın "Abi" diyordum..

Salı, Eylül 02, 2008

GEL DE ANLAT..















Gel de anlat,
gökyüzünde hem en parlak
hem de en yalnız
yıldızı nasıl bulduğunu..

Gel de anlat,
yaşamında bâzılarını
hem ne çok sevdiğini,
ve ne kadar kırgın olduğunu..

Gel de anlat,
mum ışığında görünen
küllüğün yeşili ve
şarabın kırmızı tonunu..

Gel de anlat,
Orhan Veli uçarken
daha annen bile
bağlamıyordu donunu..

Gel de anlat..

Gel de..
Anlat.

Cuma, Ağustos 22, 2008

Bir MARTI olsam..
















Denizde görürsün onları..
Ya da damlarda..
Apartmanların tepesinde uçuşurken..

Bâzen Gökova'nın kuytu bir koyunda..
Belki de sevdilerse seni,
balkonunun korkuluklarında..

İskelelerde..
ya da.. kardeşçe süzülürlerken,
Motorların üzerinde..

Ama hep hareket hâlinde..
ya bir parça ekmek,
ya da balık peşinde..

Bilirsin belki nasıl ölür,
kediler, köpekler..
Sâhi ben bulamadım..
Martılar nerede ölürler?

Salı, Ağustos 19, 2008

Bunu mutlaka dinleyin :-)

http://www.medyaspor.com/v02/Videos.aspx?id=51&Page=0

Kılları aldım..

Bakınız, bu kıyağı her zaman yapmam..

1- Yalnız olmam lâzım..ki yalnızım.
2- İçmem lâzım..ki içiyorum..
3- Ay dedenin tabak gibi olması lâzım..ki tabak kipin..
4- İyi bir haber alıp neşelenmiş olmam lâzım..ki iyi bir haber aldım ve neşeliyim..
5- Accaip gıcık kaptığım bir olaya, karşı tarafın dibini dövecek bir çözüm bulmalıydım..ki buldum.

Bu durumda yaparım işte, yapacağımı..

Oturdum yeni bir şarkı sözü yazdım..
neşe olsun diye..
Yetmedi bir de oturdum söyledim şarkıyı..
Yetmedi bir de kayıt yaptım..
Oda yetmedi buraya kodum..
neşelenin diye..
Dinleyin bakalım, geyik yaptığıma değmiş mi?

Burnumun KILLARI - Soz: Abi - Music: Yuksek Sadakat


Çok menşur etçem bu şarkıyı bak..
Size geçen sene bir numara olmuş bi şarkıyı hatırlatıyo olabilir..
Benden araklamışlardır.. :))
(Yine de kendilerine çok yüksek derecede sadâkat borçluyum..)

* * * *

Yermisin Yemez misin?

Tırnaklar pisliklerle
Pislikler parmaklarda oldular
Tarayanlar saçlarını
Boyayanlarla beraber yoldular..

Kimbilir sen benim elimde
Pislik beynimde ne buldun
Bense ovundum

kendi kendime bi yundum
Duşta kaldım
Burnumun kıllarını aldım
Kıl düşerken
Bir an durup peşinden baktım

Ne yersin
Umarım bulduğunu yersin
Ne yersin
Belki de her boku sen yersin,
Yemezmisin?


oOooO yeah...

Perşembe, Ocak 31, 2008

KAZIKLARDAN BiR DEMET..

26 Ocak Cumartesi gecesi, A.W. ile birlikte bir yemeğe katılmak üzere Alsancak'a geldik. Arabayı, gideceğimiz yere en yakın otopark olan ve Vasıf Çınar Bulvarına deniz tarafından girdiğinizde hemen sağınızda, Dokuz Eylül Üniversitesi rektörlüğünün arkasındaki otoparka bıraktık.. Saatime o anda bakmamama rağmen, 18,30 civârıydı.. Bu otopark çoğunlukla araç bıraktığım, Cumhuriyet Enstitü ve Meslek Lisesi'ne ait bir işletmeydi. Herşeyden önce öyle otopark mafia'sının filân değildi.. Ödediğimiz paranın tamâmı okulun kazancıydı.

****

Yemek geceyarısına doğru sonlandı. Otoparka girip, aracı alarak gişeye geldiğimiz sırada saat 23.55 civârındaydı.
Aracı A.W. kullanıyordu, malûm nedenlerden..
Gişenin üst tarafındaki tabelâda 0-12 saat 4.00ytl, 12-24 saat 6.00ytl ve Kayıp Bilet 6.00ytl yazıyordu kocaman..
A.W. bileti uzattı adama.. "Altı lira.." dedi adam..
Ben, aracın sağ tarafından altı lirayı A.W.'a, A.W. da parayı adama uzattıktan ve fişi alıp cebime attıktan sonra, jeton düştü bende.. (Malûm nedenlerden..)
"Bi dakka yalnız.." dedim.. "Biz buraya 18,30 civârında girdik.. Araç beş saattir burada.. Neden 12 saat üzeri para alıyorsunuz?"
"Bilgisayar öyle yazdı.." diye yanıtladı adam..
"Olur mu öyle şey, Tabelânızda 12 saate kadar 4 ytl. yazıyor koskocaman.. Alamazsınız bu parayı bizden.."
"Valla bilgisayar ne yazdıysa onu alırız biz beyim.." dedi, adam pişkince..
Arkamızda üç araç daha var çıkış yapmak için bekleyen.. Kornaya bastı bir tanesi..
Açtım kapıyı, indim araçtan.. Çok cesâretliyim, malûm nedenlerden..
Önce arkadaki aracın yanına gittim ve düzgün görünümlü bir bey ve hanımefendiye "Bizi kazıklamaya çalışıyorlar, biraz müsaade ederseniz çözücem bu işi.." dedim.
Adam "Tabi.. Destekleriz sizi gerekirse.." diye cevapladı.
Gişeye geldim.. "Verirmisiniz size verdiğim bileti.." dedim adama.. Gariptir, adam bana iki tane bilet verdi. O kafayla bizimkini ayırıverdim orada.. 18:34:40 yazıyordu giriş saatinde.. Diğerindeki saati de gördüm ama.. Sabah dokuz girişli bir araca ait biletti.
Bizimkini göstererek, "Kaç yazıyor burada?" diye yüksek sesle sordum, görevliye..
"18,34.." dedi.
"Nası ya.. Nası yâni? Siz beş saat kalmış bir araçtan nasıl 12 saat kalmış araç parası alırsınız..?" derken, bir başkası geldi gişeye.. Daha gençten bir adam.. "Ne oluyor?" diye sordu.. Kısaca anlattı bizimkisi.. Genç, diğer bileti alarak "Sabah dokuzda girmişsiniz.." dedi. Benim kendi biletimi öbüründen aldığımdan haberi yok tabi..
"O bilet bizim değil abisi.. Ahanda bizimkisi bu.." dedim, avucumun içinden bileti göstererek..

Kısa bir sessizlik oldu.. Birbirlerine baktılar.. "Buyrun" dedi bir tanesi, 2 ytl'mi geri verirken..

****

Çıktık otoparktan, ben sayıyorum tabi adamlara.. (Malûm nedenlerden.)
Bileti cebime koyarken, fiş geldi elime.. Çıkarttım baktım.. AAaaa.. 4ytl.lik fiş kesmiş..::))) Saat tam 00.00'mış.. Yani münakaşa başlamadan önce..




Taktik şu;
Gece geç saatlerde araçlarını almaya gelen insanların yorgun ya da içkili olduklarını düşünerek, fişe bakma olasılıklarının düşük olduğunu biliyorlar..
Önce bileti alıyorlar ve zaten hemen görüyorlar o biletin 4ytl.lik bir bilet olduğunu, ama okutmuyorlar makinaya.. Size 6 lira diyorlar. Ödeyip giderseniz, bileti siz gittikten sonra okutuyorlar. Daha sonra dört lirayı kasaya koyup iki lirayı cebe atıyorlar..
Siz altı lira ödediğiniz halde, dört liralık fişle ayrılıyorsunuz oradan, farkında olmadan..
Buna karşılık, benim gibi kıllarla karşılaşma olasılıklarına karşı, orada bir yerde muhakkak 12 saati aşmış başka bir araç bileti bulunduruyorlar.. Zor durumda o bileti gösteriyorlar size, belki yersiniz diye..
Tabi çoğu kişi iki lirasını böyle aramıyor, konuyu bu kadar uzatmıyor ve hattâ bloğa yazmıyor..
Ve çoğu sürücüde, o gece bizim arkamızda bulunan sürücüler kadar da anlayışlı ve destekçi olmuyor.

***********

Bir diğer kazık konusu ise otomobillere yapılan çifte standart..
Aracınıza taşıtlar vergisi öderken panelvan muamelesi, trafik cezâsı uygularken kamyonet muamelesi yapıyorlar..
Daha önce bir yazımın yorumlarında yazmışım Espy'e cevap olarak..
Araç panelvan olmasına rağmen, cezâları yüksek tutmak için kamyonet statüsüne sokuyorlar ve öyle ceza alıyorlar diye..
Yani kısaca, cezâ öderken "Yok, yok.. Bu araç kamyonet. Daha yüksek cezâ ödeyeceksin.." diyorlar.
Ama vergisini öderken, "Yok, yok.. bu panelvan.. Daha yüksek vergi ödeyeceksin.." diyorlar..

Var mı bööle bi şi?

*****

Abicim, herkes oturtmaya çalışıyor kendince..
Devlette, Kâhya da..

Pazartesi, Aralık 31, 2007

ilk defâ..

Yalnızsın işte..
İlk defa..
Hayâtında ilk kez yalnız yılbaşı kutlayacaksın..

On-onbeş dakîkada, bir masa hazırlamışsın kendine..
Bir şişe düzgün beyaz şarap almışsın.. Ama kesmeyeceğini en başından beri bildiğinden, iki kadeh rakıyı da baştan götürmüşsün.. (Ve bitmiş.. şu anda yine rakıya dönmüşsün..)
Tam şarabı koymuşken kadehine ve ilk yudumu henüz almamışken "Big Daughter" aramış.. İlk yudumunu O'nun sihhatine içmişsin..

Masa, hoşuna gitmiş sonra..



Bir fotoğraf çekeyim ve çekerken de, bu akşam için kendine hazırladığın 150-200 şarkılık mp3'te ne çalıyorsa o şarkıyı koyacam bloğa diye aklından geçmiş.. Koymuşsun..

İşte hayat da böyle bi şey zaten..

Aklından geçeni yapmak..

Yarın, kısmetse, yine, A.W., Lina ve Big Daughter beraberiz..

Ben de bir değişiklik yok..
Ben yine içerim..

Saygılar..
Boyalar..

Sizi..
Hepinizi seviyorum..
Ölecez.. Kabûl..
Maksat neşe olsun..

az kaldı bu fuckin'year'ın bitmesine..
şurada birkaç dakika..