Pazar, Mart 30, 2008

aktörler ve dalkavuklar..

Player'da 5li adı ile çalmakta olan şarkıların ilki, Supertramp'in "If everyone was listening" adlı şarkısı..

hem dalkavuklar hem aktörler
temiz ve karanlık sahnede
perdenin açılmasını beklerler.
Ve bu oyunun kime ait olduğundan
emin değiller..

Uzun, çok uzun zamandır sağduyu hakim olsaydı,
düşler görüp, kumpaslar kurmak yerine..
sevgi şarkıları söylerlerdi, sahne çökmeden önce..

Eğer herkes dinleseydi
kurtarmak mümkündü gösteriyi..
çatının çökmesine sebep son soytarı kim olacak?
Böyle kapatmamalılardı, perdeyi.

Bakalım, senin kostumün ne bugün?
Peki kim, suflorün?
Başından beri en doğru olduğuna inandığı rolün..
Savunmasını göreceğiz gerçek aktörün..

Göz gezdir bir kez daha repliklerine..
ne yaptığını bilmeden çıktığın sahnede
Başladı çünkü son perde..

Eğer herkes dinleseydi
kurtarmak mümkündü gösteriyi..
çatının çökmesine sebep son soytarı kim olacak?
Böyle kapatmamalılardı,
bir önceki perdeyi.



** ** ** **


The actors and jesters are here
The stage is in darkness and clear
For raising the curtain
and no-one's quite certain whose play it is
How long ago, how long
If only we had listened then.
If we'd known just how right we were going to be.
For we dreamed a lot
And we schemed a lot
And we tried to sing of love before the stage fell apart.
If everyone was listening you know
There'd be a chance that we could save the show
Who'll be the last clown
To bring the house down?
Oh no, please no, don't let the curtain fall
Well, what is your costume today?
Who are the props in your play?
You're acting a part which you thought from the start
was an honest one.
Well how do you plead?
An actor indeed!
Go re-learn your lines,
You don't know what you've done
The finale's begun.
If everyone was listening you know
There'd be a chance that we could save the show,
Who'll be the last clown
To bring the house down?
Oh no, please no, don't let the curtain fall.

Cumartesi, Mart 29, 2008

Hür müsün?

Yıllardır âfâki söylemler ve kendilerince yapıştırmalarla üzerinize gelirlerken, bir yerde "Yeter." dediğinizde,
Olan olayları olmamış, olmamış olayları da olmuş gibi göstermeye çalışıp,
İnsan olmanın temel erdemlerinden olan,
Dürüstlük,
Yalan söylememek,
Gerçekleri çarpıtmamak,
Şâhitleri bilerek susturmamak,
Delilleri bilerek karartmamak,
Vicdanlarla oynamamak gibi hasletleri,
ayaklarının altında çiğnemeleri, acı değil mi?

Bu satırları okuduğunda, eline çıktılar alıp sağa sola koşturabilirsin..
Ya da telefona sarılıp "yine yakmış yar mektubun ucunu" diyebilirsin..
Ya da belki "forvırd" edebilirsin. Buna karşı çıkan yok..

Ama..

Gece yastığına başını koyduğunda, düşün bakalım;
bu satırlarda doğruluk payı nedir?
ve şimdi kim/kimler "gerçekten" nelere karşı çıkıyor?

"Ben gerçekten Hür'müyüm?" diye sor bakalım kendine..

Allah rahatlık versin.
Tabi, eğer mümkünse..


..

Perşembe, Mart 27, 2008

Bana herşey seni hatırlatıyor..

Bir tarafta Ergenekon,
diğer tarafta AKP'nin kapatılması..
Nevruz'la dökülen kanlar..
Güneydoğu'da operasyon..
Liderlerin gittikçe daha fazla şiddet içeren söylemleri..
Bir spor kulübüne yapılan baskın ve görevlilerin öldürülmesi..
Kızının, profesör annesinin kafasını gövdesinden ayırmaya çalışması..
Ertesi gün, benzer başka bir haber..
** ** ** **
Dün sabah bir arkadaşımın onaltı-onyedi yaşlarındaki kızı gemiyle Karşıyaka'dan İzmir'e geçiyor..
Kulağında kulaklık..
Karşısında bir delikanlı cep telefonunun kamerasını çalıştırmış, kızın bacaklarını filme alıyor.
Kız hiçbirşeyin farkında değil..
Olayı farkeden başka bir delikanlı, sapığa "N'apıyorsun sen?" diyor. "Sana ne.." derken bir kavga patlıyor. Sapığın ağzını burnunu dağıtıyor, yürekli genç.. Olay karakolluk oluyor. Kızda dahil olmak üzere alıyorlar bunları.. Sabahın o saatinde anne-babaya edilen telefon.. Haydiii, apar-topar karakola..
Sapık yolda giderken görüntüyü silmiş.. Delil yok.. Kimse tanıklık yapmakta istemiyor. Kız da tam bilmiyor, olayın nasıl geliştiğini..
Sapık, diğer gençten şikayetçi..
Arkadaşım, dün bütün gün o delikanlıyı kurtarmak için uğraştı.. Çünkü T.C.K.'na göre "aykırılık ve darp" suçundan yargılanacak..
Eğer sapığın burnunu kırmış olsaydı 4,5 ay hapis cezası alacaktı..
Ne güzel di mi?
** ** ** **
Güzel ülkem öyle bir halde ki..
Beraber ıslanıyoruz yağan yağmurda..
Ta donumuza kadar..
Kuru çamaşırda kalmadı artık..

'Peygamber'e bir soru'

Metin Münir'in yazısı

http://www.milliyet.com.tr/Default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=509985&AuthorID=57&Date=27.03.2008

Financial Times’ın hafta sonu ekindeki kitap sayfalarında yazarlarla yapılan kısa bir soru cevap sütunu var.
“Nerede yazmak hoşunuza gider, yemekte yanınıza hangi ünlü kişi otursun isterdiniz, en çok ne sizi korkutur, kendinizle ilgili neyi değiştirmek isterdiniz” gibi sorular sorulur genellikle.
Geçen haftaki sohbetin konuğu Norveçli kadın yazar Asne Seierstad idi. Mesleği gazetecilik olan Seierstad 2004’te yayımlanan Kabul Kitapçısı adlı kitabıyla uluslararası üne kavuştu.
Ona sorulan sorulardan bir şu idi: “Bir ruh çağırma seansında kimin ruhunu çağırmak isterdiniz?”
“Peygamber Muhammed’in ruhunu” diye cevap verdi Seierstad. “Ona türbanla ilgili ne düşündüğünü sorardım.”
Seierstad’a ulaşabilsem, “Neden Peygamber, neden bu soru?” diye sorardım ama ulaşabileceğimi sanmıyorum. Bu, zaten, pek o kadar muamma da değil, muhtemelen. Nüfusu Müslüman olan ülkelerde savaşın ve çatışmaların insan yüzü ile ilgilenen Batılı bir kadının neden Müslüman kadınların tesettüre girdiğini veya sokulduğunu merak etmesi, belki de, doğal.
Ben de merak ediyorum. Tesettür gerçekten şart mı? Yoksa dişi cinselliğinden korkan erkeklerin Kuran’ı işlerine geldiği gibi tefsir ederek kadınlar için seçtiği bir kıyafet mi?

Geri gelip bunları görseydi
Seierstad’ın cevabı düşüncelere dalmama neden oldu.
Belki de peygamberlerin çağında yaşamadığımız için şanssızız. Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in ağzından çıkanları saf haliyle bilmiyoruz. Başkaları tarafından nakledildiği şekliyle, kötü tercümeleriyle, başkaları tarafından yapılan eklemeleriyle onlara mal edilen cümlelerin önemli bir bölümü onlara ait olmayabilir.
Peygamber dünyaya dönse ve aklımızı karıştıran soruları açıklığa kavuştursa ne kadar iyi olurdu.
Aynı anda “dindar” ve rüşvetçi olanlar hakkında ne düşündüğünü kendi ağzından duymayı çok isterdim.
Neden bu kadar gerisiniz, neden Hıristiyanlar her şeyde sizden ileri, diye sorar mıydı? Neden despotların zulmü altında inlemeyi kabul ediyorsunuz? Neden ahlaksızlık yaparken “camide miyiz?” diye soruyorsunuz, ahlak sadece camide mi geçerli? Neden sahte peygamberlerin peşinden koşuyorsunuz? Neden masum gençleri patlayıcılarla donatıp ölüme yolluyorsunuz?
Ben bilim Çin’de de olsa arayın dedim, siz hurafelerle uğraşıyorsunuz, der miydi? Zorunlu din dersi koyuyorsunuz ama diskleksiya (okuma yazma) sorunu olan on binlerce çocuğun ve ailelerinin acısına sırtınızı döndünüz, der miydi?
Ama ben ne geri gelsin ne de sorulara cevap versin isterim. Çünkü Müslümanların içinde bulunduğu durumu görmenin azabını yaşamamalı.
Bu azabı biz, kendi ülkemizde, onun yerine yaşamıyor muyuz?

Salı, Mart 25, 2008

Kendi kendine..

“Bir” diye saymaya başladı içinden.. 5
Hedef belliydi. 7
Hiç olmazsa kaça kadar sayacağını biliyordu. 13
Karanlıkta, el yordamıyla buzdolabından aldığı şişeyi dikti kafasına.. 21
Kapının yanında uyuyan köpeği kafasını kaldırmadan sadece kulaklarını dikerek gözlerini açıp baktı, O’na. 34


Bilgisayarını açtı, yazmaya başladı. 38
“Siyah ve Beyaz” yazdı. 42
Sonra “İyi ve Kötü.” 46
“Dünyanın özeti.” yazdı en son. 51
İmza yerine “Hedef55” yazdı.55

Cuma, Mart 21, 2008

yine bi film - yine bi altyazı..

XXY adında bir film seyrettim..
Yönetmenliğini Lucía Puenzo yapmış.. 2007 yapımı bir arjantin filmi. Bol bol ödül almış..
15-16 yaşlarındaki bir
hermafrodit hakkında..


Filmin başında, saf bir kız zannettiğimiz bu çift eşeyli çocuk, evlerine misafir gelen ailenin kendinden bir kaç yaş büyük oğlu ile samanlıkta ilişkiye girer..

Tabi, o sırada, biz bilmiyoruz, masum kızın aynı zamanda erkekte olduğunu.. Bizim bilmememiz çok önemli değil aslında.. Önemli olan, oğlan çocuğununda bilmemesi ve son derece şehvetli bir şekilde sevişirken, kız zannettiği kızın (!), kendisini çevirerek arkasına geçmesi.. O, biraz da şapşik görünüşlü oğlan çocuğunun sadece "Ihhh.." diye bir ses çıkarabilmesi.. Ve yüzündeki olağanüstü ifade.. Sanırım ödüllerin bir tanesi bu sahne ve oğlanın yüzündeki ifadeye verilmiştir..

Hiçbir filmi hızlı hızlı geçerek izlemem.
İlk defa bu filmde sıkıldım.. Sıktı işte beni..
Filmin son sahnesi bittiği sırada, çıkan altyazıda "Geçmiş Olsun" notu ve gülücük simgesi vardı..
İlk anda, çok sıkıldığım ve zorla seyrettiğim için sanki bana (seyirciye) söylüyorlarmış gibi geldi..
Sonra acaba dedim, ava giderken avlanan çocuk içinmiydi, bu not.. Bilemedim.

Çünkü bazı zamanlar olur hayatta;
Ben bu işi kesin götürürüm derken, nasıl olduğunu anlamadan o işin sizi götürdüğü..

Abi der ki; "Siz siz olun.. Ben bu işi yüzde yüz götürürüm diye başlamayın hiç bir işe.. Hiç ummadığınız bir anda, öyle birşey çıkıverir ki karşınıza, ağzınızdan çıkabilecek tek kelâm "Ihhh." olur..

Perşembe, Mart 20, 2008

?

Uzun soluklu bir maraton koşarken,
alkışlayanlar olduğu kadar,
yuhalayanlarda olacaktır.
Önemli olan, bitiş çizgisine vardığında,
birinci olamasanda başının dik olması, değil mi?
Hâlâ ayakta durabiliyor olman, değil mi?
Maratona hile hurda karıştırmaman, değil mi?
Birinci gelmek için, hakemlere yalakalık yapmaman.. DEĞİL mi?

Pazar, Mart 16, 2008

Bir kaç film..

Geçtiğimiz günlerde bayağı bir film izledim..
Atonement'le ilgili bir kaç satır yazarak başlamak istiyorum..
Ben, izlemeden önce, eleştirileri okuduğumda bir epic film (destan) seyredeceğimi ummuştum..
7. Oda da filmi çok sevdiğini yazmıştı..
Dün izlediğim filmde aklımda kalan tek sahne, filmin ortalarında, kurulmuş olan büyük plâtoda, kameranın hiç kesmeden beş dakika civarında aldığı sekans..
Büyük bir savaş alanı, vurulan atlar, yaralı askerler, dua edenler, içki içenler, karaya oturmuş gemiler, dönme dolap vs.. Muhteşemdi. Zaten 7'nin o yazısına koyduğu ikinci ve dördüncü fotoğraflarda o bölümden..
Bundan gayrıda, ben pek önemli bir şey göremedim filmde, kendi adıma..
Büyük Aşk/Savaş dönemleri/Ölüm konulu ve olağanüstü müzikli (dönemleri göz önünde bulundurularak) destansı filmler içinde Doktor Jivago ve İngiliz Hasta'nın üzerinde film tanımadım ben şu âna dek..

Gelelim "He was a quiet man"'e..
İzleyin.. Muhakkak.. Çok sevdim ben.. Son dönemde gördüğüm en iyi filmlerden biri..
Tekrar ediyorum, izleyin..

Son olarak My Life adlı eski bir filmden söz edeceğim..
Bu filmi, döneminde sinemada daha sonra da defalarca dvd'de izlemiştim.
Alt yazısı yoktu. Ara, ara.. bir türlü bulamamıştım. İngilizcesi bile yoktu. En son bir sitede Hollanda'ca altyazı bulmuştum. Bunu Hollanda'da yaşayan bir arkadaşıma gönderdim, sağolsun O'da tercümesini yaptı gönderdi.. Çoğunlukla O'nun yardımı ile birazda kulaktan altyazı işini hemen hemen 3-4 günde bitirdim.. 846 giriş/çıkış var.. Her biri ortalama iki satır olsa 1700 satır yazmak gerekti..
Ama,
Ama..
İnsan bir filmin altyazısını yazarken burnu sızlar mı ya..?
Gözleri dolar mı ?
Hatta iki yerinde kendini tutamayıp ağlar mı ?

İşte My Life öyle bir filmdi benim için..

Hayatımızın aslında ne olduğunu anlatan.. Öyle bir film..

Cuma, Mart 14, 2008

Hâşâ..

Geçen gün bir arkadaşlarda film seyrediyoruz..
I'm Legend..
Bir sahnesinde Will Smith "Tanrı yok o zaman.. "anlamına gelen bir şey söylüyor..
Alt yazıyı yapan arkadaş, bu çeviriyi yaparken ve bu cümleyi yazarken, günaha gireceğini düşünmüş sanıyorum ki, altına kendince bir ilâve yapmış..

Ne işler, ne işler yâni..

Perşembe, Mart 13, 2008

ACI BiR HABER..

Sevgili Return2'nun annesi vefat etmiştir.
Cenazesi bugün ikindi namazınından sonra Bostanlı Beşikçioğlu Camiinden kaldırılacaktır.
Allah Rahmet Eylesin.

Salı, Mart 11, 2008

HIRS..

Vaktiyle, İstanbul'da İsmail diye biri, tavuk imalatı işine girmiş. Ürettiği tavukları ambalajlayıp İstanbul'da satmaya başlamış. Bakkal dükkanlarına, o sıralarda yeni yeni oluşan ufak marketlere ve şarküterilere pazarlıyormuş mallarını. Allah bereket versinmiş..
Sonra bir gün gözünü daha yükseklere dikmiş, "Ben bunları İstanbul dışına da satmalıyım." diyerek, mallarını Türkiye'nin büyük kentlerinde bulduğu, güvenilir bir kaç kişi yolu ile, oralardaki bakkal, şarküteri ve marketlere de satmaya başlamış..

** **

Vaktiyle, İzmir'de Hakkı diye biri, İstanbul'dan kendisine gelen "Ambalajlanmış tavukları mı İzmir'de pazarlar mısın?" teklifini değerlendirerek, bunları Alsancak'taki lüks şarküterilere ve marketlere satmaya başlamış. Allah bereket versinmiş.
Sonra birgün gözünü daha yükseklere dikmiş. Bu malları otellere, restaurant'lara da satmaya başlamış.

** **

Vaktiyle, Alsancak'ta bakkal işleten Abdullah bey, Allah bereket versin durumundayken, şarküteri açmaya,
Şarküteri işleten Veli bey, Allah bereket versinken, market işine dönmeye,
Market çalıştıran Zeki ve Tahir beyler de, Allah bereket versinken, sermâyelerini birleştirip hipermarket açmaya karar vermişler..

** **

Daha sonra, İstanbul'daki İsmail bey, İzmir'deki Hakkı beye bu malları neden Hiper ve de Gross marketlere satmadığını sorduğunda,
Hakkı bey,
Grossmarketlerin malın rafa çıkabilmesi için bilmemkaçbin dolar avanta,
İlk verilecek malları bedava,
Malların normal fiyatından yüzde bilmem kaç iskonto,
Raf ömrü dolan mal iadesi konusunda yüzdeyüz garanti,
Ödemelerin, şarküteri, bakkal ve minik marketlerden en az iki kat uzun vade ile yapılmasını istediklerini söyleyerek, bu işin önce bakkalı, sonra şarküteri ve marketleri öldüreceğini ifade etmiş, "Öyle bir yere gelirsin ki İsmail abi, seni de öldürürler.." demiş.

** **

Yıllar geçtikçe,
Bakkal Naci, Abdullah Şarküteri, Veli Market teker teker düşmüşler..
Ortada kala kala, Grossmarket ile Tavukçu İsmail kalmış..
Yani Tavukçu İsmail'in tek müşterisi Grossmarketmiş..

** **

Günlerden bir gün, satışlarının azaldığını gözleyen İsmail, şöyle bir dolaşayım diye Grossmarket'e gitiğinde, ne görsün..
Kendi malının yanında, aynı kalite de ama yarı fiyatına o marketin kendi ürünü..
O zaman İsmail demiş ki kendi kendine, "Bu adamlar bu malın piyasada tanınması ve tutması için beni kullandılar. Pazarı bulduklarında beni de siliyorlar.. Eyvah.."
Dönmüş, Hakkı'ya sormuş, "Usta, bu şarküterilere, restaurantlara, bakkallara satış neden bu kadar düştü ya hu?"
Hakkı "Hangi bakkal, hangi şarküteri be abicim.. Kalmadı ki.. Hepsi kapattı.. Restaurantlarda zaten grossmarketlere gidiyorlar.." diye yanıtlamış..

** **

Yakın zamanlardan birinde, grossmarketlerin ortakları, tam da Allah bereket versinken, gözü biraz daha yukarıya dikip "acaba daha fazla nasıl kazanırız?" düşüncesi ile, grossmarketi yurtdışından gelen Corc'a satmışlar..

** **

Şimdilerde, İsmail'in durumu daha da vahim.
Karşısında anlaşabileceği bir Türk bile kalmadı..
Hafif bir dansla yanına gidip, "Hey Corç, versene borç.." diye mırıldandığında, "Olmaz İsmoş, bende de yok.." yanıtını alacağını biliyor..

** **

Ha, bu saatten sonra, Corç, tam da Allah bereket versinken, yeni bir hamle yapar da, durum Türk'lerin lehine gelişir mi?
Hiç sanmıyorum.
Çünkü Corç'un Allah'ı yok..
Yok ta, İsmoş'ta bunu çok geç anladı be abim..

Cuma, Mart 07, 2008

Laikliğin temel dayanaklarından biri de Atatürk'ün Bursa Nutkudur - Laik Cumhuriyetin Nasıl Korunacağı Tarif Edilir.

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek küçük ya da büyük bir kıpırtı veya bir davranış farkettiğinde, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. O zaman da “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek.” diye düşünecektir.

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.

Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım.
Araya girişimde ve eylemimde haklıyım.
Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

66. Sone

Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni;
Değmez bu yangın yeri avuç açmaya, değmez,
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız-oğlan-kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e;
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”

Shakespeare.. (Can Yücel’in tercümesi)

Atatürk'ün Gençliğe Seslenişi

Ey Türk gençliği!

Birinci ödevin Türk bağımsızlığını, Türk cumhuriyetini, sonsuza dek korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur.
Bu temel, senin en değerli kaynağındır.
Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyecek kötüler bulunacaktır.
Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan, göreve atılmak için içinde bulunacağın ortamın olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin!
Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz olabilir.
Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir yenginin temsilcisi olabilirler.
Zorla ya da aldatıcı düzenlerle, sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemi yapım yerleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine eylemli olarak girilmiş olabilir.
Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdun içinde yönetim başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık ve üstelik hayinlik içinde bulunabilirler.
Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri, kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.
Ulus, yoksulluk ve darlık içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin genç kuşakları!
İşte bu ortam ve koşullarda bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve cumhuriyetini kurtarmaktır.
Gereksindiğin güç, damarlarındaki soylu kanda vardır.


Mustafa Kemal Atatürk, 20 Ekim 1927

Salı, Mart 04, 2008

Lufthansa Emma 'ya karşı..




Abicim, bi sefer şunu baştan kabûl etmek gerekir ki, pilot accaip iyi.. Cesur, soğukkanlı, çok süratli ve doğru karar veriyor..

Cross-wind denen bu rüzgâr tipinde uçağın yaklaşması "crab" (yengeç) tâbir edilen yan uçuştur.. Pilot, uçağın touch-down (tekerlek koyması) olmasına saniyeler kala uçağın burnunu ve kıçını, pedallar ve lövyesi yardımıyla aynı hizâya getirir..

Burada çok şiddetli bir cross-wind var ve âletin sürati 250-260 km. civarında.. Pilot doğruyu yapıyor ve uçağı düzeltiyor ancak rüzgar o kadar şiddetli ve ters ki, önce sol yana ve daha sonra sağa yatıyor. Hatta pistten hafif çıkmış gibi de gördüm ben..

Orada kararını vermiş abim ve full-throttle (tam gaz) ve touch and go.. (yere dokun ve kalk) yapıyor..

Tebrik..

Yanlız bu rüzgarla bu uçağa iniş izni veren kuledekilerin, ben en azından bir ihtar almış olduklarını tahmin ediyorum..

ilâve: içerideki herkesin altına zıçmış olması çok doğaldır tabi..



Chakotay, sağolsun, pilotların resmini bulup göndermiş.. İniş sırasında bayan co-pilot kullanıyormuş uçağı.. Diyor ki; "Burada çok önemsenmedi ama kim iniş izni verdi filân hesâbı, araştırılıyor.."

Danke Chakotay..

Bir Başka İstanbul - Veysel Gençten

hızlı çekim linki:
http://www.ersineser.us/

Pazartesi, Mart 03, 2008

Sirkti, bayılttı..

Dün Lina'yı Venedik Sirki'ne götürdük..
19.00'da başladı gösteri.. İp cambazları, trapezciler, Jonglör, Palyaço, Köpekti, Attı derken ilk bölümün son gösterisinde kaplanlar geldi sahneye..
Lina'nın keyfi yerinde.. En önde oturuyor ve 200-250 kiloluk kaplanlara 2-3 metre mesâfede duruyor..




Benim keyfim kaçtı ama.. Çünkü inanılmaz bir osuruk kokusu..(afedersiniz..)
Ama öyle böyle bir koku değil bu.. Öyle normal bir insan evlâdının yapamayacağı cinsten..
Neyse, ara verildi..
Çocukların ellerinde salladıkları, Palyaço Gino'nun yapıp, tanesini iki yeteleden sattığı kılıç şeklinde balonların arasından sıyrılarak, dışarı attım kendimi..

Orada, programı sunan delikanlıyla yanyana düştüm..
Soruverdim; "Abicim, kaplanlar mı osuruyo bööle yaf?" diye..
Çocuk; "Abi, ben bir de tam arkalarında duruyorum.. Bir de bana sor.." diye yanıtladı..
Sonra devam etti. "Daracık odasından salona geçince rahatlıyorlar abi.. Ama sen bir de hergün onlarla yaşayanları düşünsene.."

Yerime dönerken babamla annem geldi aklıma..:) , nedense..

Ne kadar farkındayım ?

Tulumbacıların Baba Reis’iydi. Tophane’den narayı patlattı mı, ahalinin dizlerinin bağı çözülür, Dersaadet’in yangınları ondan sorulurdu.
Demircilikti ata mesleği; rahmetlinin paslı peştemalını bağladığında 13 yaşındaydı. Kuşluk vakti yakardı fırını, vururdu çekici hırsla ve aşkla... Demiri mi döverdi, ateşi mi, ayırt edilmezdi. Örsün çıplak sırtında zanaatını sanata dönüştürür, az konuşur, dik yürür, adamın yüzüne hoyrat bakardı. Bileğini büken görülmemişti; külhanbeyi değil, kabadayı idi. Küçükten çizmişti yolunu; garibi kollar, yıkılmışın koluna girer, sırtlan kovalardı. Baba lakabını aldığında 15’inde, anasının hamamda beğendiği kızı aldığında 18 yaşındaydı....

Hem, çok da sevmişti bu kara kızı....

Akşam olup, vakti kerahat geldiğinde, evinde çilingirin başında alırdı soluğu. Ağır ağır içer, kara kız ud çalar söyler, ter ile üretilmiş temiz yaşamının bu masum kaçamağı Baba Reis’e yeterdi.

Gençliğinde merak salmıştı tulumbacılığa. Zaten ateş ile hoşbeşi sübyanlığındandı ; kısa pantolon zamanından arkadaş olmuştu onunla...

Yangın haberleri, açıktan bir meydan okumaydı sanki Reis’e; duyduğu anda ok gibi sokağa fırlar , narayı patlatırdı :

“ – Hiieeeeyyt...!!”

Yarenler çağrıya koşmaktadır ; sandıklar, pompalar.....

Yangına bir deli şahin gibi dalar, önce canları, sonra emvali koparır alırdı ateşin sıcak kollarından... Son alev sönmeden rahat etmez ; nihayetinde, bıyığını burarak muzaffer bir komutan edasıyla yangın yerinde voltalardı.

Genç denecek yaşta öldü Baba Reis; yok , yangınlarda ayağı kaymadı, kalbi kısa devre yaptı. Sizlere ömür...

Hayatta iken namazla, niyazla pek işi olmamıştı; lakin “öteki mahalle“de durum başkaydı. Zebaniler arasındaydı, amel defteri açılmış, hüküm yüzüne okunuyordu :

“ – Reis, nasip cehennem !!...”

Kulağına gelen bu ses yabancı değildi ; ok gibi fırladı yerinden :

“ – Hiieeeeyyt...!! “

Narayı duyan Tanrı, buyurdu ; zebanilerle yakapaça olan Baba Reis’i huzura çıkarttılar. İlk defa diz çöküyordu, gür bir sesle :

“ - Ey Ulu Tanrım, beni cehenneme atma !...” dedi.

Tanrı sordu :

“ – Neden ?...”

Cevabı verirken sinirden her yanı titriyordu :

“ – Korktuğumdan değil, asla !... Aksine , alevleri severim; ama söndüremezsem, kahrolurum !...


Baba Reis farkındaydı, ama ben ne kadar farkındayım ?

Pazar, Mart 02, 2008

info..

Lost'çular..
Desmond'çular..
Brotha'cılar..

Lost 4.sezon 5. Bölüme uçacaksınız..