Salı, Kasım 09, 2010

internet mi ???



Gina’lar hafiften uzamış, prasa saçlar çıkıyor yavaştan, az sonra lüle lüle dökülecek ve çiçek çocuk olacak kızlar...
Erkeklerde ise artık fötr şapka kalmadığı için briyantine ihtiyaç kalmamış, cep aynalarında görülmediği için enseden yelken açmış gibi duran kepçe kulaklar yavaştan örtülmeye başlamış, az sonra onlar da önden yandan arkadan mısır püskülü gibi kahkül olacak, hepsi birbirinin aynı; kulaklı baykuşla Ringo Starr arası birsürü yaratık, sokaklara dökülecek.


Nerden çıktı şimdi bu saç takıntısı diye meraklananlara küçük bir sırrımı açıklayacağım: işte bu, 60’lı yılların başlarında her Türk genci gibi benim de saçlarım vardı.

Yelpaze dergisine hikayeler yazan ağabeylerden gelen romantizmle duygulanmış; Dolmabahçe açıklarında demirleyen İngiliz ve Amerikan uçak gemilerinden inen denizcilerin kıyafetlerinden kopya (ama Beykoz kunduraların üstünde çuval gibi duran) bol pantolonlarla medenileşmiş, Varlık yayınlarından Rus edebiyatı, Lise hocalarından Alman disiplini, Kambur’un Bahçesinde izlenmiş filimlerden de Amerikan kültürü alınmış,.. yani tam donanımla ve bu donanımla hiçbir ilgisi olmayan bir şehire, Paris’e kapağı atmış bir Türk genci...

Komik olsun diye yazmıyorum, kendisi zaten komik. Ülkemde hangi taşı kaldırsan altından bu gibi tutarsız, aymaz, uslanmaz, arsız, densiz bir yapı ve bu yapıyla da global dedikleri globun öbür ucuna gitmeye uğraşan milyonlarca deli çıkar :)

O namussuz Eyfel kulesi, bir türlü 35 mm.lik filimle fotoğraf çeken makinalara sığmaz. Sığsın diye 250-300 metre öteye gidince de bişey çıkmaz, önündeki adamın net olmaması da cabası.
Bendeniz zaten doğuştan sinir bi herif olduğumdan Eyfel kulesinin dibine, orasına burasına;
“Lutte petits-bourgeois en vain,
que la tour ne tient pas machine photo dans votre main...”
yazmışlığım bile vardır, yüz kişiye derdimi anlatamadıktan sonra. Bu Google Fransızcasından beter deyişle, bir yandan da çok kızgın bir solcu olarak,
“Boş yere uğraşma küçük burjuva,
o koca kule sığmaz fotoğraf kutuna...” demek istiyorumdur :)

Aslında bu, yes itiz, fransızcası ile kız bile tavlamışlığım vardır. Çok hoş bir Amerikalı kızı, “Musée de l'Homme” denen İnsan Müzesi’ne götürdüğümde; girişin hemen yanıbaşında duran, müzenin protokol rehberi ve bekçisi olan iri kıyım bir vatandaşla uzun uzun sohbetler ettiğimi görünce, “ayyy ne kadar akıcı Fransızca konuşuyosun,” diyerek bana tav olmuştu.

Tabii, Mösyö İbrahim’in aslen İzmir’li olduğunu, hatta bir ara Atatürk’ün şöförlüğünü yapmış olduğunu, bu uzun uzun hasret giderici konuşmaları her gidişimde yaptığımı kıza söylememiştim :)

Neyse, karşı kıyıda Eiffel’in altına dönelim yine.
Ayağımda bir blue-jean, üstümde İngiliz kesimi ceylan derisi bir süet ceket (dayım okurken bir eskiciden almış, ben de tepe tepe kullanıp bir arkadaşımın yeğenine hediye ettiydim sonunda, dikişleri hala sağlamdı). Gömleğimi hatırlamıyorum, ama kesinlikle Fransız değildi, çünkü biz Fransa’yı, hastahane ziyaretlerinde taşıdığımız Eyfel Kulesi şeklinde limon kolonyası şişesinden öğrenmiştik.
Tabii ki, saçlar enseden boyuna, oradan da dalga dalga ceketin yakasına iniyor. Omuzda asılı, tam da pasaport ile tütün paketi ve sevgili Abidin’in hediyesi seramik uçlu bir pipo ile bir paket Gitanes ya da Gauloises sığacak ölçüde, Clignancourt bitpazarından alınma kızılderilivari dilim dilim püsküllü bir çanta,.. hemen çantanın yanından da sallanan bir de trompet. Metroda filan çikulata renkli yamyamlarla nota satıyoz arada...
Sanırım ayağımda da Londra’dan alınma, yeşil renkli domuz derisi ayakkabıları da söylersem gülme krizinden küçük dil yutma moduna geçeceksiniz :) Haluk bilir, İzmir’de de işe giderken espadrille’lerin içine çorap giyerdim. “Eee, ne var bunda,” diyeceksiniz, ben de söyliyeyim: sağdaki sarı espadrille’in içinde turuncu çorap, soldaki yeşilin içinde de bordo...

Bu kadar protest kılığın içinde ne işin var Paris’te birader, git Londrada, git Central Parkta dolan diil mi,.. hayır, ben kaderimi arıyorum, döndüm geldim akordeonların çingene kemanlarıyla birbirlerine yapışıp Reggiani, ya da Montand’ın buğulu sesine bir sevgili gibi sarmaş dolaş sarıldığı Paris’e.

Aksaray’dan dolmuş kalkardı daha sonraları, tam Laleli camiinin önünden. Çoğu tahta bavullu, kuru sıska ve siyah bıyıklı yolcular gelip beklerledi dolmuşun başında, belki iki saat, belki iki gün ya da iki hafta,.. beklerlerdi o kuru, sıska ve siyah bıyıklılar oracıkta,.. dolmuş dolacak, dolunca kalkacak, amcamları Münih’e kadar atacak...

Vatandaşım benim, canım, ciğerim kardeşim belki de... Nomadik, bağımsız, isyankar, başkaldırıcı, uyumsuz ve vizyonsuz. Amerikan göçü gibi hamsi kasasında tıkış tıkış gitmediler, ya da Afgan ve Pakistanlılar gibi özel kamyon bölmelerinde siyah karanlıklara bürünüp gitmediler, otobüs, uçak tren yetmeyince dolmuş icad ettiler...

Bir neyse daha, yine dönelim Eiffel’in dibine.

Yürüyorum, etrafta resim çekenlere gülerek, her yerden insanlar yürüyor, Edwin Powell Hubble’ın gözlemlediği yıldızlar gibi birbirinden uzaklaşıp gitmiyorlar, ya da bilim kurgu filimlerindeki gibi yanımdan da geçip gitmiyorlar, merkez burası, hepsi bana doğru geliyor, içime çekiyorum hepsini, Gitanes dumanı gibi savurmadan ama,.. İspanyolların tüm dünyadan toplayıp Madrid’e yığdığı kültür gibi beynime sığdırıyorum hepsini.

Herkes bana doğru yürüyor, hatta bir de kravat yürüyor bana doğru.

Çok iri, üçgen, altın sırlı gibi parıl pırl, sarı sapsarı, kocaman bir kravat.

Üzerinde bordo, mavi, menevişli minyatürler gibi motifler var, bir kilim kadar, bir halı kadar kocaman bir kravat,.. yaklaştıkça daha da büyüyor.

Kruvaze lacivert bir ceket, italtan mafya babalarını kıskandıracak briyantinli fırça gibi bir kafa,.. kravatı sarmalayan gömleğin etrafında bana doğru yürüyor,.. Kravat büyüdükçe adam ufalıyor, ama yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaştı..

-Bir resmimi çeker misin?

Farkediyorum ki elinde suni deri kaplı vizörlü bedavaya kapılmış bir makine. Kravat müthiş, ama sanki bir de altın diş varmış gibi gülüyor bir yandan.
“Türk olduğumu nereden anladı,” diye düşünüyorum.

-Bir resmimi çeksene...

“Elindeki minicik kutuya nasıl sığar o koca eyfel,..” diyeceğim adama, ama nerden bildi Türk olduğumu yaw,..

-Bir resim...

Trompetime bakıyor, etrafa gülüyor,.. düşünüyorum, eski Türkler trompet taşıyıp püsküllü çantayla mı dolaşırdı..

-Bi resim aabey,

O koca sarı, sapsarı ve parlak kravatın ardındaki adama bakıyorum, menevişli, allı morlu motiflerin ve kamaşan dişlerin ardından; kuru, sıska ve siyah bıyıklılar çıkıyor hayal meyal, nereden bildi yaa...

-Bir resmimi çeker misin ?

Alıyorum makineyi, yere çömelip adamı boylu boyunca, Eiffel'i de sığdığı kadarıyla görünce basıyorum deklanşöre, bir yandan da “nereden bildi,” diye söylenerek,..

-Mersi,

Diyor, ama anlıyorum ki adam onca yıl burada olmasına karşın Türkçe’den başka bir dil bilmiyor, Mersi deyişi bile Türkçe... Sadece bana değil, herkese aynı şeyi söylüyor..

Vatandaşım benim, canım, ciğerim kardeşim belki de... Nomadik, bağımsız, isyankar, başkaldırıcı, uyumsuz ve vizyonsuz....

2 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

Farklı ve etkileyici.
Teşekkürler.

GULTEINEN ENKELINI dedi ki...

konsantirem hic bozulmadan soluksuz okudum; zaman zaman gulmekten sandalyeden dusme tehlikeleri gecirerek.. anlatimina saglik Leo