Cuma, Şubat 20, 2009

ALKAR

İstanbul'dan İzmir'e taşındıklarında onbeş yaşındaydı. Yarı yıl tatiline denk getirmişti babası bu işi...
Yeni bir okul, yeni bir çevre, yeni arkadaşlar.

Ailesinin durumu iyi idi. Otuz iki yaşındaki anası, kırk iki yaşındaki babası ve kendisinden dört yaş ufak erkek kardeşi ile birlikte Yalı'da bir dairede oturuyor, iyi bir yaşam sürüyordu.
Yaz tatilinin hemen başında çalışmaya başladı. Harçlığını çıkartıyor hattâ para bile biriktirebiliyordu.
Özgür hissediyordu ve kimseye eyvallah etmiyordu.

Bir yaz akşamı hep birlikte sofrada otururlarken, annesi zeytinyağlı ıspanak koymuştu tabaklarına. Büyük beyaz porselen kâseden sarmısaklı yoğurdu dağıtmaya başladığında "Bana bi'kaşık daha verir misin?" diyerek uzatmıştı tabağını annesine...
Ispanağı bol yoğurtlu seviyordu.
Annesi ikinci kaşığı koymak için davrandığında, babası "Gerek yok. Verme. Bir kaşıkla idâre etmeyi öğrensin." dedi sert bir tonla.
"Neden?" diye sordu babasına.
"Biz savaş gördük. Yarın istediğin kadar yoğurt bulamayabilirsin. Bu eğitimi senin de alman lâzım."
"Onu, yoğurdu bulamadığımız zaman düşünürüm baba. Şu anda yoğurt çoksa masamızda ve savaş yoksa, kimsenin hakkını da yemiyorsam istediğim kadar alabilmeliyim."
"Hayır dedim."
"Baba, ben ıspanağı bol yoğurtlu seviyorum. Ve bunu öyle yiyeceğim. Bunu soframızdan alamıyorsam, gider kendi paramla bakkaldan alırım, yine yerim."

Porselen kâse havada uçarak önünde patladı. Sol kolunun bir bölümü ve sol elinin tamâmı kalın bir yoğurt tabakasıyla kaplanmış, kırık porselen parçaları masanın etrafına dağılmıştı.

O sessizlikte, önce yoğun magma tabakasını delen ve aşağıdan gelen daha az yoğun ve daha sıcak bir sıvının çıkarttığı "Blup" sesi gibi bir şey duyuldu.

Sol elinin üzerindeki yoğurt tabakasını aşmaya çalışan ve bunu başaran kanın sesiydi bu.
Saf beyazın üzerinde koyu kırmızı yayılma hoş göründü ilk anda...
Annesi banyoya gitmesine yardım etmiş, yarayı yıkamış ve üzerine tütün basmıştı.

Evden çıktı. Batıya yürüdü. Emin'in annesi babası yoktu evde, biliyordu. Zili çaldı. Serdar ve Emin'e olanları anlatmaya çalışırken sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.

Üç dikiş attılar eline.

* * * *

Ferit, nereden bilecekti; o gece arkadaşlarına sığındığı bu apartmana yirmi yıl sonra taşınacağını ve sonraki onbeş yıl orada, hayatının en güzel ve en anlamlı günlerini geçireceğini...
Ve nereden bilebilirdi; bu satırları o apartmanın çatı katında yazarken sol elinin üzerinde neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş yara izine bakıp gülümseyeceğini...

5 yorum:

beenmaya dedi ki...

izler...eldeki, akıldaki ve de yürekteki izler...hangisi geçer, hangisi bir ömür boyu kalır ve kime göre değişir...

çok hoşdu...

tutsak dedi ki...

Aslında güzel bir hikaye ve eğitim ama o ''kan çıkmazsa para yok bölümü ''hariç. Yanlış eğitimden dolayı yokluğu bilmeyen bir evlat ve onun isteklerini yapabilmek için olmayanı yaratma çabası ile batma noktasına gelen bir anne tanımıştım.

hep dedi ki...

Ben anneme, kızım bana kıyasla çok savurganız. Doğru onlar yokluğu, savaşı gördüler. Yokluk vardı ama var olan her ne ise "bizim" di, şimdi her şeyimiz var ama borç ile alınmış, dışarıdan emanet. Kim daha zengin? Yokluk içinde büyüyen büyüklerimiz mi, borç içinde yüzen,yalancı varlığın bedeli ipotekle karşı karşıya kalabilecek olan bizler mi?

Baba'nın yaklaşımı öz itibariyle doğru, şekil itibariyle yanlış. Ama hayat yanlışıyla,doğrusuyla iyi ve kötü anılarla güzel. Öykü yine güzel ve etkileyici.
Sevgiler

cinar dedi ki...

çok güzel bir yazı olmuş Abi. Yine düşündürücü..

Sem dedi ki...

Sevgili abi, hepimizin kendinden bir şeyler bulabileceği düşündürücü bir öykü olmuş. Okumayı bitirir bitirmez parmağımda ki küçük bir yara izine bakmaktan kendimi alamadım, çocukluk günlerime bir yolculuk yaptım:)