Salı, Haziran 30, 2009

Buralar Tenha


Buralar Tenha
Bu aralar tenha buraları,
Bir tek ben varım
Bir de başrolde senin olduğun hayallerim.
Öyle bir yerindeyim ki hayatın,
Ne kalabilirim ne de gidebilirim...
Fotoğraf Kayseri - Aksaray yolunda çekildi. Babaannemin cenazesinden dönüyordum. Bu ağaca gözüm takıldı... Aklımdan geçenlerse zaten yukarda yazıldı...
Not: Jubeluma, bana fotoğraflara yazı yazma hastalığını bulaştırdığı için teşekkürler...

Pazartesi, Haziran 29, 2009

1. Lakerdacı bloggerlar kongresi.

İzmir Karşıyaka'da 03 Ağustos Pazartesi 2009 tarihinde saat 20-20,30 dolaylarında yapılacak ilk lakerda partisine kesin katılacak olanların bana ya da buraya bilgi vermelerini saygı ve sevgilerimle arz ederim...

Detay bildirilecektir.

LCV: halukakbasli@gmail.com

heh heh heee...

Perşembe, Haziran 25, 2009

Abartmıyorum, inanmayan izlesin.

Sizlere geçen gün sinema dili başlığı ile Burning Plain adlı filmde bir yönetmenin 3-5 dakikada neleri anlattığını ya da anlatabildiğini yazmıştım.
Üstelik bu bir aksiyon filmi filan da değildi. Çünkü aksiyon filmlerinde adam üç dakikanın içine dünyanın yok oluşunu da sığdırabiliyor.

Yeni nesil Türk yönetmenlerinden bunu istemek haksızlık, kabûl.
Yani olanaksızlıklar yüzünden özel efekt olaylarında elbette Hollywood ile yarışabilirler demiyorum. Lâkin filmin ilk dakikalarında seyirciyi içine alacak bir şey yapın be arkadaşım.
Beni filmin içine çekin, baymayın, kasmayın.
İlk onbeş, yirmi dakikada öyle bir şeyler anlatmalısınız ki, filmin ortaları durgunlaşmış olsa bile, sonunu merak etmeliyiz.

Geçenlerde Nuri Bilge Ceylan filmlerinin hepsini edindim.
Kasaba ile başladım. Abi, Allah canımı alsın, ilk yirmi dakikada, bir köy, o köyde bir ilkokul, ilkokulda sürekli camdan dışarı bakan bir öğretmen, bir Türkiye gerçeği; okula zar zor gidebilen ya da evinden bozuk yemekle gelen köy çocukları ve sobanın üzerine ayakları ıslanmış bir çocuk tarafından kuruması için asılan çoraptan düşen damlaların sesi vardı. Ha bir de kedi. Camdan miyavlıyordu.

15 dakika... Tısssss... Miyaaavv... (Sobaya düşen su sesi, miyavlama...)

20 dakika... Tısssss... Miyavvvv, tıssss, miyaaavv..

Kocaman yirmi dakikada anlatılabilen sadece bu. Film zaten siyah beyaz.
Kapattım.

Mayıs Sıkıntısı'na baktım. İlk on dakika yine bir ev... Karanlık. Uyumaya çalışan insanlar. Haziran sıkıntısı harbiden.

İklimler'de ne olmuş?
İlk iki dakika, bir kız, harabelerde sütunların arasından bir adamı kesiyor.
Bir kuş geçiyo tepelerinden fıtıfıtıfıtı diye... Önce kız, sonra adam (iki dakika ara ile) bu sese bakıyorlar. Derken tam ikinci dakika bittiği sırada biz adamla kızın birbirini tanıdıklarını anlıyoruz. Adam kıza sarılarak sıkıldın mı diye soruyor. Kız da "YooOo." diye yanıtlıyor.
Ve buradan itibâren taaa altıncı dakikaya kadar başka hiç bir şey olmuyor. Dört dakika sadece tepede oturan kızı izliyoruz arada köpek havlamaları ve sinek vızıltıları ile birlikte.
Toplam kocaman, koskocaman 6 (yazı ile altı) dakika.
Hani Nuri bey bana sorsa sıkıldın mı diye, yooOOoo diyemeyeceğim. "Eveeeet." diye bağırarak üstümü başımı yırtmak geliyor içimden.

Hadi Uzak'a da bir göz atalım.
Yine geniş plan, karlı bir köy görüntüsü... Yine tek sekans, yine iki dakika kırkbeş saniye yürüyen bir adam.
O kadar "Uzak" yani, köy ile yolun arası. Gerçek zamanlı çekiyor adam.

Bir tek Üç Maymun'u seyredebiliyorum sonuna kadar. Diğerlerine göre daha iyi. Merak ettiriyor.

Adam kimine göre dehâ, kimine göre Tarkovsky'dir, bilmem. Ben sı-kı-lı-yo-rum.

* * * *

Semih Kaplanoğlu'nun Yumurta filmine bakayım dedim az evvel. Nejat İşler'i sevmiştim Barda filminde. (Bak o güzel bir filmdi.)

Yine bir uzun yürüyüş sahnesi ile açılan bir film...
Yaşlı bir teyze birinci saniyeden başlayarak tek sekansta neredeyse üç dakika boyunca yürüdü.
Kırdım yumurtayı, omlet yaptım...

Türk yönetmenlerinden Jack Bauer'lı filmler yapmalarını istirhâm ediyorum.
Hem Kiefer biraz dinlenir, hem siz azcık hareketlenirsiniz. Biz de ortayı buluruz.

Tısssss... Miyaavv... Bu ne yaaa?

Çarşamba, Haziran 24, 2009

Teşekkürler...


Öncelikle Jubeluma beni bu güzel ortama önerdiği ve sevgili Abiye de cehaletimi hoşgörüp bana da bu dükkanda küçük bir tezgah açtığı için teşekkür ederim...

Ayrıca ilgilerini ve samimi hoşgeldin mesajlarını esirgemeyen gulteinen enkelini, gülçin, beenmaya, egemavisi, geveze kalem, cinar ve ismini yazamadığım diğer arkadaşlara da çok teşekkür ederim.


Belki bu mesajı daha erken yazmalıydım. Ancak sizlerle herhangi bir şey paylaşmadan da kendimi sizlere anlatamam diye düşündüm. Tezgahımı tasvir eder mi bilmiyorum ama İzmir'in tarihi alışveriş merkezi Kemeraltı'nda yer alan turşucunun tezgahı gibi her çeşit ürünümüz bulunmaktadır.


Herkese sevgiler...

İLMEK İLMEKTİ HAYAT


İlmek ilmekti hayat,
Her düğümde kendimi bağladım yaşama,
Yaşamsa her bağlandığımda benden aldı yıllarımı.
Yere dökülen anılardı ve ben onları gönlüme süpürdüm.
Hem yaşadım, hem gördüm.
Kimi zaman sevdim, kimi zaman parçalara bölündüm.
Kimi zaman doğdum, kimi zaman öldüm.
Koca bir ömrü ilmek ilmek ördüm
Not: Bu fotoğrafı 3 sene önce çekmiştim... Yer Ankara Beypazarı'nın tarih kokan ve nice insanın anılarını barındıran arka sokakları. Bu teyze çıktı karşıma, ben de bastım denklanşöre, sert gelen ışığa aldırmadan...
Dün gece tekrar karşılaştım bu fotoğrafla ve o an neler hissetiğimi hatırladım...

Salı, Haziran 23, 2009

Narteks

Ege'yi seviyorum neden biliyor musunuz çünkü Ege’de laf bitmez, buralarda varolmanın, insan olmanın keyfi başkadır doğrusu. Her dağ bir tanrıçanın, her tepe bir tanrının evidir. Tanrıların mekanı Ege’de her su kaynağının perisi, her akarsuyun koruyucusu vardır. Özetle doğa; doğanın her parçası, bir şeyler katmıştır biz ölümlülerin yaşamına. Tıpkı narteksle olduğu gibi... Narteks bir kez yakıldı mı, ucundaki ateşi gün boyu muhafaza eden Ege’ye özgü bir bitkidir. Eskiler sabah evden çıkıp, hayvanlarını tarlaya götürürlerken ellerindeki dalı hem baston niyetine kullanır hem de ansızın soğuk indiğinde ısınmak, ya da gecenin karanlığı çöktüğünde aydınlanmak için onun ucundaki ateşten yararlanırlardı. Onun için Ege’de hemen her evin bahçesinde bir narteks ağacı dikiliydi. Onu Miletos’ta, Priene’de, Menderes Magnesia’ında ya da Efes’te veya Teos’ta dolaşırken baharda yeşil yaprakları, yazlarıysa sarı çiçekleriyle görürsünüz. İyonya’nın gecelerini narteks aydınlatır. Belki de, bilim ve sanat adına ne varsa, hepsinin, İyonya’da yeşermesinin nedenlerinden biri de nartekstir. Söylenceye göre, insanlar gecenin karanlığından ve soğuğundan kurtulmak için güneşe ateş almaya gittiklerinde yanlarında narteks vardı ve ateş dünyaya bu ağacın dalıyla taşındı...

Pazartesi, Haziran 22, 2009

Küçük Bir Deneme...

Ermiş olandan sonra cahil çocuk söz istedi ve Onlar dinlediler:

"O halde insanlar da kıtalar ya da büyük kara parçaları gibidirler."

Şaşıran gözlere bakarak devam etti:

"Büyük bir benzerlik var aralarında. Her ikisi de kavuşmak isterler aslında, ancak aralarındaki mesafedir önemli olan. Sınırları tamamen kaldırmak, kıtaların arasındaki suyun yok olması gibidir. Başta kavuşmanın verdiği haz gezinir dudaklarda. Ancak sınırlar kalkmıştır bir kere; kıtalar çarpışmıştır. Siz bilge büyüklerimden öğrendiğim kadarıyla, kıtalar çarpışınca dünyanın en sarp dağlarını oluştururlar aralarında. Kavuşmanın hazzı kısa sürer. O dağların eteklerinde ayrılığın baş döndüren rüzgarları esmeye başlar."

Selamladıktan sonra bilgeleri, devam etti uçurtmasını uçurmaya. Hayallerine geri dönmüştü ve melekleri bile kıskandıran bir uçurtma olmuştu. Nasıl kıskanmasın ki melekler; "rüzgarı hissedemiyorsan, kanatların neye yarar ki!"

Ve hayalinden hiç vazgeçmedi cahil çocuk. Rüzgarları yüzünde hissederek uçan bir uçurtmaydı hep. Rüzgar, dünyanın en sarp dağlarından esen ayrılık rüzgarları olsa bile...

Pazar, Haziran 21, 2009

Alaçatı günleri...

Olay 20 Haziran 2009 da Alaçatı pazarında gerçekleşti. Elimde alınacaklar listesi pazara gittim, bu alışverişler benim için bir tür ritüele dönüşmüştür çünkü 3 yıldır Alaçatı’da yaşıyorum ve artık neredeyse satıcıların tamamını onlarla çay içip sohbet edecek kadar tanıyorum. Her biri ayrı renk, ayrı hikâye. Neyse listem kolaydı; Marul(1), Dereotu(2), Maydanoz(1), Roka (3). Tek kaprisim var bu listede, Roka mutlaka ikinci mahsul olacak, çünkü onlar daha acı ve baharatlı oluyor. Nerede bulacağımı gayet iyi biliyorum ya, doğru o tezgâha.
Hoş geldin, beş gittin,
dur sana çay söylüyorum, geçen hafta yoktun.
Makedonya’daydım teyze, bir gün sana anlatacağım.
Prilep, benim memleket, gördün mü oraları?
Gördüm üstelik bir dolu fotoğraf çektim sana söz haftaya onlarla geleceğim.
Bu şekilde süren sohbeti, oldukça ince ve ay inanmıyorummmm frekansından konuşan bir ses böldü. Teyze bunlar kaça diye sordu. Bizimki de dur buradan görmüyorum, o saksılar boy boy gelip bakayım diye cevap verdi ve tezgâhın önüne doğru geçti.
İki kişiydiler, ikisi de solaryum yanığı, erkeğin üzerinde dar beyaz gömlek, saçlar bol jöleli, kolye, deri bilezik tabi ki güneş gözlüğü, kız tarafı sarışın, yüksek topuklu ayakkabılar, dar kot, A&F tişört (çakma mı orijinal mi anlamadım )
Sahne tezgâhın önü. Kız soruyor, teyze cevaplıyor;
- İşte bu teyze, kaça bunlar?
- Beş lira kızım.
- Peki, nedir bu? (Buradan anlayacağınız gibi, soruyoruz ama ne olduğunu bilmiyoruz)
- Reyhan.
- Ne işe yarar?
- Yemeklere koyarlar.
- ???
- Makarnalara katıyorlar, güzel olur koku verir.
- (Yüz ifadesinden sanırsınız ki yer çekimi kanununu buldu) Evet İsmailllll hatırladım Paper Moon da yediğimiz makarnanın sosunda vardı bundan, demek bu onun CANLISI.
Ah be güzel ablam be diyeceğim ama durdum çünkü bu kulaklar geçen sene asma fidanını göstererek yanındaki kadına – bak sen üzüm ağacı istiyordun, alalım mı bunları- diyenleri de duydu…


* * * *

Abi'den özel Not:

Az evvel alttaki şarkıyı yayımlamak üzereyken sevgili Juby'nin bu yazısı çıkınca, yazının önüne geçmemek için Manowar'ın Babalar günü için çeşitli dillerde seslendirdiği şarkının Türkçe versiyonunu buraya eklemeye karar verdim...

Juby, kızmadın di mi?

Babalar günü kutlu olsun herkese...



Hitler, Lost 5.sezon finalini seyretmiş...

Adam haklı yalnız.

Cuma, Haziran 19, 2009

Rekabet kaliteyi getirir...

Baktım Jubelum tabana kuvvet yazıyor, hemen ilgiyi başka bir yöne çekerek gündemi değiştirmek için bir şeyler aramaya koyuldum...

Jubelum'a olan ilgiyi nasıl azaltabilirdim? Yeni bir şeyler yapmalıydım.

Buldum sonra aniden.

Yeni bir yazar;

Cahil...

Evet dostlar, bugünden itibaren aramıza katılan Cahil'e bloğumuza hoşgeldin diyor, seçtiği isimle alçakgönüllülüğünü en baştan koyan yeni arkadaşımıza desteğinizi esirgememenizi diliyorum.

Not: Şşşt, Laf aramızda Cahil'i Jubelum önerdi. N'oluyo be yaf? Bunlar çaktırmadan bloğu ele geçirecekler sanırım.

Tamam ya, Verecem yakında bir ilan;

Sahibinden 2. el sedan blog. Müzikli, müşterisi hazır, açılır tavanlı, zenon farlı, atmalı tutmalı, duygulu, kurgulu...
Ne bileyim ben?
Belki çakar kurtuluruz.:)

Ama...



Bu sokaklar seni tanımasa da olur
Bu insanlar seni görmese de olur.
Sen onları bilmezsen
Olan sana olur...


Perşembe, Haziran 18, 2009

Hiiieeeyytt..

N'oluyo burda?
Son yedi postun beşinin Juby'e ait olduğunu görünce bi dakka derler adama.
Kıskancımdır ben. Öyle gapı gaptırmam golay golay.
Şurada bi'kaç gün işim var diye, meydanı boş bıraktım zannetmeyin. Dağıtırım leeyyn.

Şaka bir yana dostlar, yazılarına yorum yazmak yerine ben Jubelum için buraya kocaman bir teşekkür yazmak istedim.

Bizlere tuttuğu ışık için,
yaydığı enerji için,
seçtiği kelimeler ve konular için...

Kocaman bir teşekkür.

İyi ki buradasın, Juby.

Yaz...

Devamlı yaz...

Çarşamba, Haziran 17, 2009

Sabah sabah aklıma düştü...

Aşkınızla vicdanınız arasına sıkışsanız hangisini tercih ederdiniz?

Salı, Haziran 16, 2009

Ego...

Dinle dedi; ego aklına gelebilecek, tahmin edebileceğin en kötü güven dolandırıcısıdır. Çünkü onu göremezsin. En büyük ve tek numarası nedir bilir misin? "Ben senim"dir der. En büyük sorunun ise egonun bakacağın en son yerde saklanmasıdır. Yani kendi içinde. Düşüncelerini, seninkiymiş gibi saklar. Onun duyguları, senin duygularınmış gibi. Onu sen zannedersin. İnsanların egolarını koruma ihtiyacı sınır tanımaz. Ego kendini korumak için yalan söyler, hırsızlık yapar, adam öldürür, ne gerekirse yapar. İnsan hapiste olduğunu bilmez. Bir ego olduğunu bilemezsin. Aradaki farkın ne olduğunu da bilemezsin. Başta zihin için kabullenmesi zordur. Kendinden öte, daha değerli içindeki gerçeği daha iyi ayırteden bir şey olduğunu kabullenmen çok zordur. Ego şeytandır ve tabi kimse egonun ne kadar zeki olduğunu anlayamaz ya da anlamak işine gelmez. Çünkü şeytanı başkasını rahatça suçlayabilmek için sen yarattın. Bu hayali dış düşmanı yaratırken genelde kendin için bir düşman yaratırsın, sonra o ego için gerçek tehlike olur. Aslında onu da ego yaratmıştır. Kafandaki ses ne derse desin dış düşman diye bir şey yoktur. Düşmana dair tüm fikirlerin, egonun düşman olarak yansımasıdır. Bu bağlamda dış düşmanların hepsinin sen tarafından yaratıldığını görürsün. En büyük düşman kendi fikirlerin, kendi cehalatin, kendi egondur.
Kanter içinde uyandım. Nasıl bir rüya bu diye düşünürken, yatağımın kenarına düşen kitabı gördüm. MACHAVELLİ. Okurken uyuyakaldığım yerde aynen şu yazıyordu; Savaştan kaçmak yoktur, sadece düşmana karşı avantaj sağlayana kadar ertelemek vardır.

Cumartesi, Haziran 13, 2009

WC

Adamın bir kaç günlük kirli sakalı ve buruşukluğundan kalitesi farkedilemeyen keten gömleği, kendisini olduğundan yaşlı ve yoksul gösteriyordu. Ona dışarıdan bakan birisi, bu sahil kasabasında bir sürü inşaat yaptığını, iyi para kazandığını anlayamazdı. Hayatı ve espriyi çok sevdiğini de.

Cumartesi gecesi, eşi ve arkadaşları ile haftasonu yemeğe çıkmışlar, sahilde sıra sıra dizilmiş rakı-balık mekânlarından birinde güle oynaya sohbet ediyorlardı. Sekiz-on kişilik masada hakim olan oydu ama. Anlatıyor, güldürüyordu. Her zamanki gibi.

Bir kaç saat sonra, "Ayaklarım uyuştu, şöyle on-onbeş adım atayım. Hemen dönerim." diyerek kalktığı masadan, insan kalabalığının içine karışmış, iyot kokusunu içine çekerken, mehtap ve yakamozlara bakarak parke taşlı yolda yürümeye başlamıştı. Yüz metre bile olmamıştı, "Yeter, döneyim." diye düşündüğünde.
Cami'nin yanında "WC" yazısını gördüğünde farketti, çişinin geldiğini.

İçeri girdi. İki floresan lambadan biri göz kırpıyordu. Kapının hemen iç tarafında, üzerinde bir kolonya, bir para tabağı ve bir gazetenin durduğu masanın yanında kimseler yoktu.
Çişini yapıp ellerini yıkadıktan sonra, cebinden çıkarttığı bir lirayı tabağa koyduğu sırada gözü gazetedeki bir ihâle yolsuzluğu haberine takıldı. Önemliydi kendisi için. Gazeteyi açtı, farkında bile olmadan oturdu masanın yanındaki kırık dökük iskemleye.

"Açık mı tuvalet?" diye soran dört delikanlıya, kafasını kaldırmadan "Açık, açık." diye yanıt verdi. Çocuklar işlerini bitirdiklerinde adam da gazetedeki haberi okumayı bitirmişti.
Ama piç'lik içinde vardı işte. Onlara kolonya ikram etti. Dört lira paralarını aldı. Kendi bıraktığı liranın yanına koydu hepsini. Yalnız kaldıktan sonra, gazeteyi toparladı. Karısının ve arkadaşlarının olduğu restaurant'a doğru yürümek için helâdan çıkarken göz kırpan floresan düzelmişti.

Az önce tuvaletten çıkan dört delikanlı bir dondurmacıda şakalaşırlarken üç beş metre arkalarından geçen adamı farketmediler bile.

Yaklaşık on dakika sonra, delikanlılardan biri diğerlerine "Şşşşuna bakın lan." diyerek sahildeki masalardan birini gösterdi. Biraz evvel tuvalette para verdikleri kirli sakallı, buruşuk gömlekli adam, kalabalık masalardan birinde, iki bakımlı kadının arasında rakı içiyordu. Çocuklar şaşırmıştı.

Adam, delikanlıları farketmiş, şaşkınlıklarına şaşırmamıştı. El salladı onlara.

Büyük yüzüklü karısı "Kim onlar?" diye sorunca, adam tüm masaya anlattı olanları.

Erkekler ve kadınların bazıları güldüler. Adamın karısı ise "Pazartesi sana bir psikiyatristten randevu alıcam." diyerek masayı terketti.

* * * *

Doktor sizsiniz.

Bu kadın size geldi. Ve olayı anlatarak "Eşim için randevu istiyorum." dedi.

Ne düşünürdünüz? Ne derdiniz? Ne önerirdiniz?

Cuma, Haziran 12, 2009

Ayna

Dün akşam epeyce geç saatte geldim eve, malum NBA maçları falan var, derdim bir an önce yatmak, hafta başından beri gün aşırı 4 te kalkıyorum Hido'nun uğruna. Hafiften hayali fener görüntüsüne bürünmeye başladım. Dişlerimi fırçalarken birden fark ettim, ne kadar uzun süredir aynada kendime bakmadığıma, bir süre kendimle göz göze kaldım. Şimdi bu şartlarda normal bir insanın aklından geçenler – yahu yıllar ne çabuk geçiyor, ne hale geldik, yaşlanıyoruz galiba – olmalıyken inanmayacaksınız benim aklıma şair Neşati'nin bir gazelinin son iki cümlesi geldi.

“Ettik o kadar ref-i ta'ayyün ki Neşati
Ayine-i pür tab-ı mücellada nihanız.”

Yuh dedim saatin 2 sinde; Neşati. Neyse aklıma düştü ya, açıklamasını da yapalım bu cümlelerin. Üstad diyor ki; Aşikarlığı o kadar red ettik ki, ruhumuzu hapseden cisim aleminden kurtulup, öyle görünmez olduk ki; aynanın parlak sathında saklı kaldık. Malum tasavvufta görünmek cismin özelliğidir. Cisim ise özü, hakikati, ruhu, aslolanı kapatır ve hapseder. Ruh ancak aşk yoluyla cisminden kendini kurtarır ve arınır. Aşk ve Ayna. Şimdi aşk hakkında laflasam, kurtaramayacağım kendimi iyisimi aynadan devam edelim.

Aynayı ayna yapan”sır”rıdır. Sır olmasa ayna basit bir cama dönüşecektir. Sadece görüntümüz girebiliyor aynaya ve biz giremediğimiz boyuttan bilgileri görüntümüz aracılığı ile ediniriz. Yani hakiki olanı değil, yansıyan sureti tanırız. Peki suret aslı ne kadar yansıtır? Bu bilinemeyecek elbette ama aynaya bakarak bunu değerlendirirsek aynanın kendine has oyunları olduğunu fark ederiz. Örneğin aynadaki görüntümüz bize benzer bir “öteki”dir. Çünkü aynada “kurmaca” vardır...

İlk ayna belkide Ovidius'un anlattığı Narcissus öyküsünde belirir. O gördüğü imgeye aşık olmuştur. Peki o kimi görmüştür, onu bilebilir mi? Öykünün tamamını göz önünde bulundurursak ayna kavuşmak ile hiçbir zaman kavuşamamayı simgeler aynı anda...

Oscar Wilde bu öyküyü söyle anlatmayı tercih etmiştir. Özetle; Narcissus'un ölümüne üzülen kır çiçekleri ağlayabilmek için nehirden su damlaları ister. Nehir, “benim suyum buna yetmez ki” deyince, kır çiçekleri Narcissus'un güzelliğini anlatmaya başlarlar. Nehir “güzel miydi bilemiyorum çünkü sularıma eğildiğinde onun gözlerinde yansıyan nehre vurgundum ben” der. Belki görüntü de kendi gerçeğini aramaktadır. Bu bakılan yön ve bakılan “şey” e göre değişir demek ki...

Aragon da, Elsa'nın gözlerinde ancak kendini görebildiğini söyler, onun yokluğunda aynasını yitirmiş olduğundan bahseder. Artık darmadağınık kalmıştır. Ne ve kim olduğunu bilememektedir.

İlhan Berk için gökyüzü, kendisine tutulan bir aynadır. Zaten doğa bütünüyle insanın önüne serilen bir ayna değil midir? Peki neyi yansıtır? Evreni, hakikati, olan biteninin arkasındakini, kendini, görebildiğini velhasıl neye bakmasını biliyorsanız onu, neyi arıyorsanız onu, neyi özlüyorsanız onu, neden korkuyorsanız onu.

Ayna en hafif ifade ile kendinin farkına olmak. Birkaç adım daha gidersek birey olmak demektir. Yani asıl yalnızlık demektir. İstersek görüntüdeki beğenmediğimiz taraflarımızı adım adım değiştirebiliriz, değiştiremesek bile beğenmediğimiz şeyin farkına varırız, farkına varmasak bile değerlendirme yaparız, değerlendirme yapmasak bile baka baka öğreniriz. Tüm bunlardan sonra her geçen saniye başka biri olarak bakar, her geçen saniye başka biri olarak görüntümüzü görürüz.

Bu kısa sürede aklıma gelenler bunlar oldu artık aynanın önünden ayrılıp yatmak istiyorum. Çünkü sabaha karşı maç için kalkacağım. Daha önce dediğim gibi bugünlerde böyleyim...

Çarşamba, Haziran 10, 2009

The Party

Ne zaman neşesiz olsam şu iki sahne beni katıla katıla güldürmüştür. İşete işete hatta... Kırkbir yıl olmuş arkadaş bu filmin çekileli... Ben hala gülüyorum...
Son bir kaç gündür gördüğüm kadarı ile bazı arkadaşların da gülmeye ihtiyacı var...:)

Buyrun... Önce Filmin başlangıcından ünlü BORAZAN sahnesi.



ve ardından BiRDiE NUM-NUM... :))))))))))))))))))

Özgürlük

Sustu, sustu şimdi çenesi düştü diyeceksiniz.
Yazmayı sevmem. Ne yazarım ne konuşurum. Ben susarım, saklarım ama bugünlerde yazasım var.
Bu ruh halim geçsin, size söz yine suskunlar sınıfının en çalışkan öğrencisi olacağım.
Size Jorge Semprún’dan söz etmek istiyorum.
İnsanlık tarihinin en büyük ayıplarından biri olan II. Dünya savaşında yirmili yaşlarını sürmekteydi Semprún. İspanyol olmasına karşın, Fransa’da direnişçilerle birlik olup Nazilere karşı mücadele etti, savaş sonrası İspanya’sında bu kez onu General Franco’nun diktatörlük rejimine karşı direnirken gördük. Niye yapıyordu bunları?
Tabi ki özgürlük için; önce ülkesinin, sonrasında ülkesinde yaşayan insanların ve giderek tüm insanlığın özgürlüğü ve mutluluğu için. Seksenli yılların sonuna geldiğimizde o artık özgür ülkesinin Kültür Bakanıydı.
II. Dünya Savaşında Nazilere esir düşen Jorge Semprún, yıllar sonra anı-roman olarak yazdığı kitabında (Ölüme Yolculuk) o günlerden şöyle bahsedecekti;
Auxerre’de cezaevinde savaş esiridir. Nöbetçi Nazi Askeri, özür diler gibi, nezaketle sorar ona “Niçin tutuklandınız, niçin buradasınız?”
Aralarında geçen, Semprún’un tanımlamasına göre, başı sonu belirsiz sağır diyalogudur. Semprún daha sonra yalnız kalınca bu durumu enine boyuna irdeler;
“…aslında o soruyu benim sormam gerekirdi: Niçin buradasınız? Çünkü benim durumum ayrıcalıklı. Ona göre daha ayrıcalıklı durumdayım. Asıl soru sorması gereken biri varsa o da benim. Çünkü şu 1943 yılında bizleri birleştiren ortak bir tarihsel öz var: ÖZGÜRLÜK. Bu özgürlüğe katıldığımız, onu kendimizle özdeşleştirdiğimiz oranda, belki hiçbir ortak yanı olmayan bizler birbirimize benzemeye başlıyoruz. Söz konusu özgürlük kavgasına katıldığımız ölçüde tutuklanıyoruz. Demek ki asıl sorgulamamız gereken tutukluluk durumumuz ya da cezaevi koşulları değil. Özgürlüğümüz. Neticede özgür olduğum için hapisteyim, hapisteyim çünkü özgürlüğümü gerçekleştirmek, onu üstlenmek istedim. Alman askeri ise o “Niçin buradasınız?” sorusuna ancak bir tek yanıt verebilir. Başka yerde olmadığı için burada; çünkü başka yerde olma gereği duymadı. Kısacası o benim gibi özgür değil.”
Nazım Usta’da aynı fikirde olsa gerek. Adeta herkes adına konuşur şu iki dizesi ile;
“ mesele esir düşmekte değil
teslim olmamakta bütün mesele...”
Bugünlerde böyleyim işte...

Salı, Haziran 09, 2009

KÖREBE...

Bunlar hep geceyarıları oluyor - yirmidörtlerde
Susuk bir yalnızlığım oluyor - anasonlu
Sen aslında yoksun ama gözlerin var
Gözlerinin buruk seslenişi var yol ağızlarında

Bu kentler senden öncede böyle miydi?
Böyle çıtkırıldım böyle korkak
Sonra bütün ışıkları söndürmek içten değil
Ellerini ayaklarını mesela - yani seni - içten değil
Biz nasıl olsa hiçiz biliyorsun - olan çiçeklere oluyor
Biliyorsun bir yumduk mu gözlerimizi açmamasına
Olan gökyüzüne oluyor - kahrımıza yetmiyor maviliği

Ya da ellerini sallama rıhtımlarda
Dudaklarını ısırıp ısırıp ağlama, yenileceğim
Üstelik son yenilgim olacak haberin olsun
Bu bir kaçış değil - bir kurtuluş hiç değil
Belki de bir arayış körebemsi yaşantımda

İyisimi indir perdelerini - bir başımıza çoğalalım...

Cumartesi, Haziran 06, 2009

Kime niyet, kime kısmet...

Dün Karşıyaka'da restaurant işleten bir arkadaşıma uğradım. O anlattı;
"Geçen hafta başı, biz yaşlarda bi'adam girdi içeri... Yanında da bi'tane çıtır. Yemek yediler filan. Sonra adam dedi ki; (Biz Pazar günü nikah dairesinde evlendikten sonra burada otuz-otuzbeş kişilik bir yemek vermek isteriz.)
Konuştuk, ettik, anlaştık. Adam çıkardı, 200 lira verdi kapora diye... Ve sonra da ilave etti;
(İçkimizi kendimiz getircez. Ayrıca Antep'ten bi'kaç tepsi baklava ve Maraş'ta Ferah'tan üç-beş kilo dondurma getirticem. Onları en geç Cuma günü size teslim ederim. Pazar günü akşam sekiz gibi burada oluruz.)
Hakkaten, Cuma günü rakılar, biralar, üç tepsi baklava ve stropor kutular içinde kaymaklı dondurmalar geldi abi.
Biz de Pazar günü erken saatte geldik. Hazırladık bunların yerini, bekliyoruz. Saat sekiz oldu, sekizbuçuk oldu. Yok gelen giden... Meraktayız. Dokuzu azcık geçe bir adam geldi, böyle alı al, moru mor... (Ben O. beyin bacanağıyım. Talihsiz bir olay oldu. Tam imzayı attılar, karı-koca ilan edildiler. Kapıdan çıkarlarken polis aldı O. beyi. Yemek iptal kısaca...) dedi ve çekti gitti.
Herhalde adamın bir davası filan vardı. Karşılıksız çek midir, başka bir şey midir bilmem.
Sonuçta baklavaları konu komşuya dağıttık. Dondurma dolu, vereyim mi sana da ?"
Allaaaahh, kediye peynir yermisin diye sormuşlar, gülmekten "he" diyememiş ya. O hesap.
Verdi bana bir stropor, sağolsun. Getirdim eve. İki gecedir yiyoruz, bööle şey olmaz ya...
Müthiş bir lezzet. Arkadaşımın söylediğine göre, adamlar dondurma yapımında saleple beslenen keçilerin sütünü kullanıyorlarmış.
Ben onu bunu bilmem arkadaş.
Hiç tanımadığım bir adamın hiç tanımadığım biriyle olan ve benim hiç bir zaman bilemeyeceğim problemi yüzünden evde hakiki Maraş dondurması var.
Hayat harbiden çok manyak ya...
Not: Ben bu nikah sonrası tutuklanma işinin içinde bir kadın parmağı seziyorum gibi...

Perşembe, Haziran 04, 2009

Sinema dili...

Dikkat. Bu yazı Burning Plain adlı filmin İLK YEDİ DAKİKASI ile ilgili spoiler içerir. Yedinci dakikadan sonrası ile ilgili bilgi yoktur. O yüzden rahat rahat okuyabilirsiniz.


Bir sefer şunu söylemeliyim ki, iyi bir film.
Hem Charlize Theron, hem de hâlâ dişiliğinden bir şey kaybetmemiş olan Kim Basinger var.

Filmin konusu aldatma üzerine kurulmuş. Kurulmuş da, ben filmden ziyade, ilk dakikalarında A.W. ile aramızda geçen bir diyaloğu aktarmak istedim size.

Filmin 4. dakikasında durdurup, dedim ki;
"Bak sinema dili böyle bir şey işte. İlk bir dakikayı yazılara ve girişe ayırmış olsalar, yönetmen üç dakika içinde, Charlize'ın umarsız ve intihara meyilli yapısını, bir garip sex ilişkisi olduğunu, bir restaurantta yönetici olduğunu, ilişkisi olduğu adamın da aynı restaurantta aşçı olduğunu ve dışarıda sakallı birisi tarafından takip edildiğini bize anlatıverdi."

Sonra filmi izlemeye devam ettik.

Tam yedinci dakikada öyle bir olay oldu ki;
yüksek sesle "Yönetmen yedinci dakikada Charlize'ın orospu olduğunu da söylemiş oldu." deyiverdim.

A.W.'ın tam da o sırada içmekte olduğu ice-tea burnundan çıkınca, filmi tekrar durdurup, sırtına vurmak zorunda kaldım. Bir daha da filmin sonuna kadar konuşmadım.

Film yazıları yazmıyorum diye, zannetmeyin ki seyretmiyorum. Son film yazımdan bugüne nereden bakarsan bak, ki ben bazen aşağıya inip oradan bakıyorum, yüz (100) film izlemişimdir.

Neyse, hikayenin sahibi ve yönetmen Guillermo Arriaga, Babel ve acaip sevdiğim, izlemeyenlere mutlaka izlemelerini önereceğim 21 Grams filmlerinin de yazarı... (Ege Mavisi düzeltmesi ile.:)) Burning Plain 3 ayrı zaman dilimi içinde, size çaktırmadan ileri geri gidip geliyor. Bir zaman sonra çözüyorsunuz neyin, ne zaman olduğunu. (Vladimir'in kevgirdeki bezelyeleri geldi aklıma.:))
İzleyin derim.

Yedinci dakikada beni hatırlarsınız.:))

Çarşamba, Haziran 03, 2009

MAVi YOLCULUK ' lardan...

1-Suat(*), tam dalmak üzereyken telefonu çalıyor.:) Arka planda, Tez, Ben ve Chakotay. Filmi çeken Benli...

2-Bu tip yolculuklarda balık, ahtapot tut(ama)ma! ihtimalimize karşı ben genellikle tedarikliyimdir. Daha evvelden yanımda getirdiğim kafa içi temizlenmiş, çarpılmış, dondurulmuş ahtapotun öyküsü...:)

(*) Suat Kaptan'ı Bodrum'da tanımayan yoktur. Lâkâbı "Pava" olup, aslında Fava demektir.:))) Bodrum lehçesiyle konuşan biri, bir de üstüne üstlük hızlı konuşuyorsa ve de ayrıca hiperaktifse artık anladığınızla idare edersiniz.

Salı, Haziran 02, 2009

Detay...

Bir çocuğun kıl bir karakteri olacağını anlamak için şu iki örnek yeterlidir sanırım.

1- Dişi sallanıyor. Gece yatmadan önce soruyor; "Ya uykumda yerinden çıkarsa, yutarsam n'olur?"

2- Annesi, tabağına kiraz ve erik koyuyor. Meyveler bittikten sonra tabağın görünümü:


Çalışan anne veya Kremali'nin annesi:

Allah birinizden birisine sabır versin artık.

Pazartesi, Haziran 01, 2009

Milliyet'ten bir araştırma.

4 kişiden 3’ü ‘içki içen komşu’ istemiyor

ŞAKİR AYDIN İstanbul
Prof. Yılmaz Esmer

Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Yılmaz Esmer’in öncülüğünde, 34 ilde 1715 denekle yapılan araştırma, hoşgörü için daha çok yol alınması gerektiğini gösterirken, kadınlara bakışta da şaşırtıcı sonuçlar ortaya koydu.

Abinizin notu:
Bizim sol yanda sürekli parti var. Sağ taraf desen, S. Teyze yalnız yaşıyor ama kızı, oğlu, damadı çok sık geliyorlar ve geldiler mi, alkol almama sorunu olmuyor.:)
Alt komşu, N. Abi desen, alkol, cigara, had safhada...
Bir ben kullanmıyorum işte. Ama üç yanım denizle çevrilmiş olduğundan ve bir kısrak başı gibi körfeze doğru uzandığımdan, buna ne kadar daha dayanabilirim bilmiyorum.
İşte, belki üç dört saat daha sanırım.
Gardım iyice düştü artık.
Kötü komşu insanı alkolik yapar' mıydı neydi o?
Bi'de balıktı galiba di mi, batınca yan giden.
Herneyse.
Şerefe.