Farklı zaman dilimlerinde, dünyanın farklı yerlerinde doğan iki kadının kısa öyküsü bu.
Kadınlardan bir tanesi, 1940 doğumlu.
Diğeri 1922.
1940 doğumlu olan, ikinci dünya savaşı sürerken Almanya'da doğmuştu. Savaş çocuğu bu güzel Alman kızının adını Heide koydular.
Diğeri ise Kurtuluş savaşı bittiğinde Türkiye'de dünyaya gelmişti... Cumhuriyet kızıydı. Adını Şukûfe koydular.
Heide, bir Yunan yakışıklısıyla evlendi. İki tane kızları oldu.
Şukûfe ise bir Türk yakışıklısıyla birleştirdi hayatını. İki oğulları oldu.
Heide, kocasının bir Akdeniz'li olması yüzünden, rebetiko'yu, uzo'yu, tesbihi, metaxa'yı, çiftetelli'yi öğrendi.
Bu kültüre sempati duydu. Hiç bir zaman dışlamadı Akdeniz'i, Ege'yi.
Şukûfe ise aldığı eğitim ve kültür ile, hem yıllarca İzmir Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı, hem de çok okudu, çok geliştirdi kendisini. Hiç bir zaman dışlamadı Avrupa kültürünü.
Heide'nin küçük kızı ile Şukûfe'nin küçük oğlunun Aachen'da tanışmaları, birbirlerini sevmeleri ve evlilikleri birbirini hiç tanımayan bu iki kadını biraraya getirdi.
Heide ve Şukûfe 1993'te birbirlerini ilk kez gördükten sonra, her sene birlikte yapılan tatillerde on-onbeşgünlük periyodlarla birlikte oldular.
Ne Heide Türkçe öğrendi, Ne Şukûfe Almanca.
Ama birlikte içkiler içtiler, güldüler. Bir kaç ingilizce sözcükle birbirlerine olan sevgi ve saygılarını ifade ettiler yıllarca.
Ben, Heide'yi doksanlı yılların başında tanıdım. Olağanüstü espri yeteneği olan bu kadın hâlâ içkisinden, sigarasından ve hayattan keyif alıyor. Ve mutlu. Belki de bize öyle hissettiriyor, bilmiyorum.
Ama hep dimdik...
Şukûfe'yi ise otuzbeş yıldır tanıyorum. Espriden anlıyor, gülüyor. Güldürüyor.
87 yaşında... Rakısını içiyor, tavlasını oynuyor. Ve mutlu. Öyle görünüyor. O'nu da ilerlemiş yaşına karşın, hiç omuzları çökük görmedim.
Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, tatili biten Heide'yi havaalanına uğurlamak üzere hepimiz erkenden kalktık. Şukûfe ile Heide, birbirlerinin dilinden anlamayan bu iki kadın, bir Bitez sabahında erken saatte vedalaştılar.
Önce sarıldılar birbirlerine. Sonra daha sıkıca sarıldılar.
Şukûfe "Bir dahaki seneye görüşebilecek miyiz?" diye mırıldanırken ağlamaya başladı.
Yıllardır, oğullarından ayrılmasını defalarca izlediğim bu kadını ilk kez ağlarken görüyordum.
Heide ise Almanca, benim anlamadığım şeyler söylerken gözleri dolu doluydu.
O'nu havaalanına bırakan Tahsin, döndüğünde, Heide'nin yol boyunca ağladığından bahsetti.
Biz Tahsin'le anneanne ve babaannenin ilişkisini konuşurken az ötemizde, damarlarında Yunan, Türk ve Alman kanı dolaşan torunları, Selin havuzda yüzüyordu.
Kimbilir yıllar sonra tanışacağı, seveceği, evleneceği erkek nerelerdeydi şimdi.
Ve bu ilişki başka hangi sevgileri ve dostlukları körükleyecekti.
Kadınlardan bir tanesi, 1940 doğumlu.
Diğeri 1922.
1940 doğumlu olan, ikinci dünya savaşı sürerken Almanya'da doğmuştu. Savaş çocuğu bu güzel Alman kızının adını Heide koydular.
Diğeri ise Kurtuluş savaşı bittiğinde Türkiye'de dünyaya gelmişti... Cumhuriyet kızıydı. Adını Şukûfe koydular.
Heide, bir Yunan yakışıklısıyla evlendi. İki tane kızları oldu.
Şukûfe ise bir Türk yakışıklısıyla birleştirdi hayatını. İki oğulları oldu.
Heide, kocasının bir Akdeniz'li olması yüzünden, rebetiko'yu, uzo'yu, tesbihi, metaxa'yı, çiftetelli'yi öğrendi.
Bu kültüre sempati duydu. Hiç bir zaman dışlamadı Akdeniz'i, Ege'yi.
Şukûfe ise aldığı eğitim ve kültür ile, hem yıllarca İzmir Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı, hem de çok okudu, çok geliştirdi kendisini. Hiç bir zaman dışlamadı Avrupa kültürünü.
Heide'nin küçük kızı ile Şukûfe'nin küçük oğlunun Aachen'da tanışmaları, birbirlerini sevmeleri ve evlilikleri birbirini hiç tanımayan bu iki kadını biraraya getirdi.
Heide ve Şukûfe 1993'te birbirlerini ilk kez gördükten sonra, her sene birlikte yapılan tatillerde on-onbeşgünlük periyodlarla birlikte oldular.
Ne Heide Türkçe öğrendi, Ne Şukûfe Almanca.
Ama birlikte içkiler içtiler, güldüler. Bir kaç ingilizce sözcükle birbirlerine olan sevgi ve saygılarını ifade ettiler yıllarca.
Ben, Heide'yi doksanlı yılların başında tanıdım. Olağanüstü espri yeteneği olan bu kadın hâlâ içkisinden, sigarasından ve hayattan keyif alıyor. Ve mutlu. Belki de bize öyle hissettiriyor, bilmiyorum.
Ama hep dimdik...
Şukûfe'yi ise otuzbeş yıldır tanıyorum. Espriden anlıyor, gülüyor. Güldürüyor.
87 yaşında... Rakısını içiyor, tavlasını oynuyor. Ve mutlu. Öyle görünüyor. O'nu da ilerlemiş yaşına karşın, hiç omuzları çökük görmedim.
Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, tatili biten Heide'yi havaalanına uğurlamak üzere hepimiz erkenden kalktık. Şukûfe ile Heide, birbirlerinin dilinden anlamayan bu iki kadın, bir Bitez sabahında erken saatte vedalaştılar.
Önce sarıldılar birbirlerine. Sonra daha sıkıca sarıldılar.
Şukûfe "Bir dahaki seneye görüşebilecek miyiz?" diye mırıldanırken ağlamaya başladı.
Yıllardır, oğullarından ayrılmasını defalarca izlediğim bu kadını ilk kez ağlarken görüyordum.
Heide ise Almanca, benim anlamadığım şeyler söylerken gözleri dolu doluydu.
O'nu havaalanına bırakan Tahsin, döndüğünde, Heide'nin yol boyunca ağladığından bahsetti.
Biz Tahsin'le anneanne ve babaannenin ilişkisini konuşurken az ötemizde, damarlarında Yunan, Türk ve Alman kanı dolaşan torunları, Selin havuzda yüzüyordu.
Kimbilir yıllar sonra tanışacağı, seveceği, evleneceği erkek nerelerdeydi şimdi.
Ve bu ilişki başka hangi sevgileri ve dostlukları körükleyecekti.