Cumartesi, Ekim 31, 2009

Yılmaz Özdil'den alıntı - Hep'ten Mim...

"19 Mayıs 1919

-Yav bırak Mustafa abi yaa, sen mi kurtarıcan memleketi Allah aşkına!
- Ama işgal zırhlıları...
- Boşver şimdi sen işgal zırhlılarını filan.... Gün gelir, memleketin malını mülkünü tapusuyla İngiliz'e satar bunlar.
- Yok canım!
- Yeminle söylüyorum, İngiliz vatandaşı bakan bile getirip koyarlarsa şaşma.
- Ama ahval ve şerait...
- Güzel abim yaranamazsın. .. Bak şimdi binicez bu dandik gemiye, taaa Samsun'a gidicez, savaş, boğuş, kendimizi paralayacağız, diyelim becerdik, devrim mevrim, anlata anlata dilinde tüy bitecek, sonra sen kahırdan ölücen, önce biraz ağlıycaklar , sonra gene "Son Osmanlı Padişahı" diye pankart açacaklar, mezarında dönücen.
- Saltanat kalsın diyosun yani...
- Alışmadık kıçta don durmaz abi, egemenlik megemenlik vereceğine, iki çuval kömür ver, daha iyi... Aha buraya yazıyorum, açlıktan nefesleri kokarken padişahlarına saltanat uçakları alırlar, bu gemiyi de jilet yaparlar, söylemedi deme.
- Efkarlandım be...
- Yakma o cigarayı gözünü seveyim, yarın öbür gün belgesel yaparlar, keş gibi gösterirler seni haberin olsun.
- Hal çaresi nedir peki?
- Al padişahın kızını, yırtalım.
- Millet ne olacak?
- Onlar da ulemaya sorsun artık ne olacaklarını, bize ne, kendi düşen ağlamaz.
- Laik olmasınlar mı, birey olmasınlar mı , kendi lisanları olmasın mı, şıhlara şeyhlere mi bırakalım kaderlerini?
- Bak ne güzel söylüyorsun, kader der geçerler, takalım takkemizi bakalım dalgamıza, iş çıkarma başımıza...
- İyi de, yazık olmaz mı?
- Asıl bu yaptığını yaparsan yazık olur... Bazıları sana inanacak, etkilenecek, senin fikirlerini yaşatmaya kalkacak, hayatları kayacak, evleri basılacak, içeri tıkılacaklar, kimine saçını örtmediği için fahişe diyecekler, kimine milletin malını Arap'a satmayın dediği için komünist diyecekler, kimine Ne Mutlu Türküm Diyene dediği için faşist diyecekler, darbeci diyecekler.. . Yorma ahaliyi, kula kulluk edelim, rahat edelim.
- Yok arkadaş, ben bi deniycem.
- E sen bilirsin abi.. "

Yılmaz ÖZDİL

Perşembe, Ekim 29, 2009

PASAJ

Dönüş uçağımız yarın. Saat üçte... Avare avare dolaşıyorum İstiklâl'de. Akşam önemli bir düğünümüz var. Bayanlar hazırlıklarda. Benim vaktim var. Öylesine geziyorum İstanbul'da... Sinemalardan birinde, çok sevdiğimiz ve uzun zamandır gelmesini beklediğimiz bir filmin oynadığını görünce A.W.'ı arıyorum cep telefonu ile. Bugünkü programa bu filmi dahil etmemiz olanaksız ama yarın, uçak saatinden evvel 11 seansına girsek sorun olmadan havaalanına yetişebiliriz. Tamam mı, tamam.
Bilet almak için gişeye yaklaşıyorum.
Çok kalabalık.
Sıra bana geldiğinde iki kişilik bilet için 39 lira diyor gişedeki adam. Kredi kartımı veriyorum. Çekiyorlar. Kart slipi ile birlikte bir de kasa fişi veriyorlar elime. Fişe bakıyorum, 29 liralık. Benden 39 lira aldınız ama 29 liralık fiş vermişsiniz diyorum. Arkamda bir kaç kişi homurdanıyor. Gişedeki adam kızgın gözlerle bakarak "kartını ver yine." diye tıslıyor, kabaca. Uzatıyorum. Bir şeyler yapıyor ve kartımı vererek "Tamamdır işlemin." diyor, dişlerinin arasından...
"Tamamsa eğer, 39'luk işlemin iptalini ve 29'luk yeni işlemin yapıldığını gösterir yeni slipleri verirmisiniz?" diye soruyorum.
"Sen hep böyle ukalâ mısın?" diye bağırıyor gişedeki adam.
Aynı anda, arkamdaki büyük kalabalık uğuldamaya başlıyor.
Çember sakallı, uzun paltolu, yaşlı bir adam kalabalığın arasından bana bir tokat atıyor.
Çok garip...
Hiç kimse benden yana tavır koymuyor.
Kimisi, orada beklediği için,
kimisi çember sakallı gibi çember sakallı olduğu için,
kimisi "bana ne" dediği için,
ve kimisi kendisine göre durup durduk yerde arıza çıkaran bir adama gıcık kaptığı için...

Üzerime çullanan kalabalığa dur diyen yok...

Kaçmam lazım.

Ve kaçıyorum. Koşuyorum.

Arkamdan atla kovalayan birisi var. Ben kaçtıkça atını şahlandırıp, ön ayaklarını sırtıma bastırmaya çalışıyor. Kalabalık bağırışıyor. Ben koşuyorum, atlı adam yaklaşıyor. Atın her atağında ön ayaklarının sırtıma daha fazla yaklaştığını hissediyorum.
Tam o sırada ufak bir pasaj girişi görüyorum. Son bir güç ile kendimi o girişe atıyorum.
Atın oraya girmesi imkansız.
Düştüğüm yerde nefes nefese etrafıma bakınıyorum, her taraf Türk bayrağı ile donanmış.

Ter içinde uyanıyorum.

* * * *

Bu rüyayı 27 Ekim gecesi gördüm. Gördüğüm gibi paylaştım sizlerle. Hatırladıklarımdan hiçbir şey çıkartmadım. Hiçbir şeyi de abartmadım.

Ama sabah kalkar kalkmaz "Böyle bir rüyayı neden görür ki insan?" diye düşündüm kendi kendime...

* * * *

En büyük bayramımız kutlu olsun.

Salı, Ekim 27, 2009

Ortaklıklar

Sıkıcı bir pazar günü gazetelerin magazin ekini bile okumaya sevk ediyor insanı.



Ben magazin sevmem ki, çok saçma diyen ve kendini inkar eden kişilerden olmadım hiç.

Evet evet ben de gayet meraklı bir Türk kadınıyım ve gurur duyuyorum, inkar yok :)




Neyse konumuz Hilal Cebeci'nin Cem Yılmaz'a ilanı aşk etmesi.

Haberin devamında H.C'nin kısa özgeçmişi, yetiştirilme şekli, ailesi, ailesini mahkeme kararı ile reddedişi, Doğuş ile yaşadığı çalkantılı aşk vs. yer alıyor..



Burda esas konumuz H.C'nin aslında her ne kadar ben kendi ayaklarımın üzerindeyim, güçlüyüm dese de her ilişki arayışında bir beslenme kaynağı arayışı..



Misal Doğuş ile ilişkileri ortak acılar üzerine idi. Onlar geçmişlerindeki yaşantılarında yaşadıkları ortak acılar ile ilişkilerine başladılar.

İkisinin de düzgün bir ailesi olmamıştı. Alkolik babaları vardı ve hiç aile sıcaklığını hissedemediler. Bu ortak acıları ile birbirlerine sarılıp ilişkilerine tutkulu(!) bir şekilde başladılar.



Ancak ortak acılar bir ilişkiyi ne kadar canlı tutabilirdi ki.

Her ilişki ortak hüzünler ve acılar yerine mutluluğu da arar sonunda.

Ve eğer ilişki yaralı bu iki insana yeterli rehabilitasyonu aynı derecede sağlamıyorsa, belli bir süre sonunda hala zayıf olan acı müptelası illa ki terkedilir.



Hiçbir ilişki ömür boyu acılarla beslenemez.



H.C de sonunda bunu anlamış. Acılarla başlasa da ilişki, acılarla beslenirse büyümüyor aksine acı acı bitiyor.



O nedenle sırtını güvenle dayayabileceği ve kendini güldürebilecek birini arıyor.



Bakıyor piyasaya, Cem Yılmaz var.

Adam esprili, komik, zengin ve parmağında hala alyans yok.

Kel ama o da halledilir hem kel erkek daha çekiciymiş, hiç inanmam :P



Ancak H.C yine hatalı..



İlişkide asla sırtını ötekine dayamıcaksın.



Gülebilmen için illa ki karşındakinin seni güldürmesini beklemiceksin.



Önce sen güçlü olacaksın.

Önce sen güleceksin ki güldürebilesin.

Önce sen mutlu olmayı öğreneceksin ki karşındaki ile mutlu olabilesin.

Adamım: ALAIN...

Erkekte yakışıklılık ve karizma farkına hep değinmişimdir dost sohbetlerinde. Misal kemikli burunlu, kirli sakallı genç erkekler karizmatiktirler. İmirzalıoğlu mesela, bu konuda aklıma gelen ilk örnek. Kemikli yüz yapısına, sakalına ve birbirine yakın gözlerine rağmen karizmatiktir.

Oysa buna karşın Kıvanç Tatlıtuğ'da, karizmatik değil yakışıklıdır meselâ.

Yakışıklılık olgusunda, ağız, burun, kaş, göz, çene, boy, pos dediğimiz şeyler, kalemle çizilmiş gibi düzgün olmalıdır.

Yakışıklılık olgusunda biraz bebek yüzlü olmak vardır. Buradan yola çıkarsak eğer, benim için gelmiş geçmiş en yakışıklı adamlardan birisidir Alain Delon.

Hemen hemen tüm filmlerinde ya bir gangsteri ya da bir polisi canlandıran ve elinde muhakkak bir silah olan Delon'un tüm filmlerinde ismi J harfi ile başlar. Jo, Julien, Julian, Jean, Jaques, Jeff, Jean-Paul ve Jean-Marie gibi... Alıntı:
8 Kasım 1935’de Sceaux’da doğan Delon’un bugün bile hâlâ konuşmadığı annesi Edith ve babası Fabian o dört yaşındayken boşandı. Evlatlık verildiği aile öldürülünce annesi ve üvey babası onu yeniden yanlarına aldı. Ancak Alain 15 yaşında tasdikname alana kadar birçok okuldan kovuldu. Sonunda donanmaya yazılıp Hindiçin’e gitti. 1956 yılında terhis olup geldiği Paris’te Les Halles pazarında hamallık, satıcılık yaptı. Paris kafelerinde garsonluk yaptığı sırada, daha sonra altı filmde birlikte oynayacakları aktör Jean-Claude Brialy ile arkadaş oldu. Onunla birlikte 1957 Cannes Film Festivali’ne gitti. Eşine az rastlanır yakışıklılıkta, soğuk ve mesafeli tavırlı, savaşta mı yoksa sokaklarda mı aldığı belirsiz yara izleriyle çekiciliği bir kat daha artan henüz 22 yaşındaki bu delikanlı ortalığı birbirine kattı ve deyim yerindeyse kapanın elinde kaldı. Hollywood yapımcısı David O. Selznick onu 1955’te ölen James Dean’in tahtına geçirmek için yedi yıllık bir sözleşme teklif etti. Ama Fransız aktris Simone Signoret ve eski kocası yönetmen Yves Allegret onu anavatan topraklarında kalmaya ikna etti. Yves Allegret ile birlikte çevirdiği ilk filmi "Quand la femme s’en mele / İşe Kadın Karışırsa"da üstlendiği kiralık katil Jo rolünü farklı biçimlerde de olsa tüm kariyeri boyunca sürdürecekti...

İkinci filmi "Sois belle et tais toi / Güzel Görün ve Kapa Çeneni"de kuşağının bir başka oyuncusu Jean-Paul Belmondo başrolü paylaştı. Bu film, beş filmde daha sürecek ve "Borsalino" ile sinema tarihine geçecek bir beraberliğin başlangıcı oldu. Üçüncü filmi "Christine"de başrolü paylaştığı Avusturyalı Romy Schneider ona aşık olup Fransa’ya yerleşti. Beş yıl nişanlı kaldılar. "Kızgın Güneş"teki rolüyle perçinlenen "kötü çocuk" karakterinden hemen sonra Alain Delon’u bambaşka bir şekilde değerlendiren yönetmen, İtalyan usta Luchino Visconti oldu. Visconti ona "Rocco e i suoi fratelli / Rocco ve Kardeşleri" ve "Il Gattopardo / Leopar" adlı başyapıtlarında rol verdi. Bu sırada Delon’un şarkıcı Nico’dan bir oğlu (Christian Aaron Boulogne) oldu. Ama çift evlenmeden ayrıldı ve çocuğu Delon’un annesi Edith büyüttü. Alain Delon, Schneider ile nişanını bozduktan bir süre sonra oğlu Anthony’nin annesi olacak Nathalie Canovas ile evlendi. Delbeau Yapım şirketini kurdu. Dört filmle ABD’de şansını deneyen Delon aradığını bulamadı. Fransa’ya dönüşünde "Kiralık Katil" ile görkemli bir başarıya erişti. Ancak bir skandal yine huzurunu bozacaktı. Marsilya’yı merkez alan Fransız yeraltı dünyasıyla ilişkisi olduğu söylentileri kulaktan kulağa yayıldı. 1968 yılında koruması ve arkadaşı Stefan Markoviç ölü bulununca karısı Nathalie ile birlikte uyuşturucu, silah ve kadın ticaretini kapsayan bu davada sorgulandı. Ama hakkındaki tüm suçlamalar asılsız çıktı.
Bu olay sanki Delon’un kariyerini tümüyle polisiyelere yöneltti. 1970’te ikinci yapım şirketi Adel’i kurdu. Yetmiş ve seksenlerde, nitelikli B sınıfı filmlerin arasında Volker Schlöndorff’un Proust uyarlaması "Un amour de Swann / Swann’ın Bir Aşkı", Joseph Losey’nin "Assasination of Trotsky / Meksika’da Cinayet" (Haftaya Sinema Büyüsü’nde gösterilecek), "Kaderi Arayan Adam", "Ayrı Odalar" gibi sanat filmlerini de serpiştirerek yüksek bir tempoyla çalıştı. 1990’da ikinci evliliğinin ardından nadiren kamera karşısına geçti. 1998’de Berlin Film Festivali’nden yaşam boyu başarısına karşılık bir Altın Ayı ödülü kazandıktan sonra sinemayı bıraktığını açıkladı.

Ben bir yıldız değilim, ben bir aktörüm."
Alain Delon yaşamı boyunca bu gerçeği anlatmaya çalıştığını söyler bir röportajında. İnsanın nefesini kesen olağanüstü bir güzelliğe sahip olsa da Delon’u bir aktör olarak değerlendiremeyenler, sinema tarihinin başyapıtları olan filmlerini de izlememiş demektir. Patricia Highsmith’in "Yetenekli Bay Ripley" adlı romanının ilk uyarlaması olan, Rene Clement’ın "Plein Soleil / Kızgın Güneş"inde Alain Delon’u, öldürdüğü zengin arkadaşının yerine geçen Tom Ripley rolünde, Matt Damon’ın sonradan yanına bile yaklaşamadığı bir performansla izlersiniz. Clement’ın Delon’u görüntüleme tarzı, çekimler sırasında bir ilişki yaşadıkları dedikodularına bile yol açmıştı.



Henri Verneuil’ün "Melodie an sous sol / Vurgun"unda Alain Delon, Fransız sinemasının dev aktörü Jean Gabin ile ilk kez kamera karşısına geçme fırsatı buldu. Film 1964 yılı Altın Küre ödülü kazandı. Yenilikçi yönetmen Jean-Pierre Melville’in bir kült filme dönüşen "Le Samourai / Kiralık Katil"indeki ana karakterin Japon kültürüne merakının Delon’dan esinlenerek yaratıldığı söylenir. Melville, Delon’a kiralık katil rolünü teklif etmek için evine gittiğinde salonda sadece siyah deri bir kanape, bir samuray kılıcı, mızrağı ve hançeri görüp etkilenmiş.

Romy Schneider ile başrolü paylaştığı mükemmel kara film "La piscine / Sen Benimsin" ve "Trois hommes a abattre / Üç Adam Ölecek". Delon’un olgunluk döneminin en iyi iki performansını verdiği filmler de unutulmadı. Joseph Losey’in "M. Klein / Kaderi Arayan Adam"ında Nazi işgali altındaki Paris’te Musevi bir antikacıyı canlandırdı. Bu rolle ilk kez aday gösterildiği Cesar Ödülü’nü sekiz yıl sonra Bertrand Blier’nin "Notre Histoire / Ayrı Odalar"ındaki alkolik, mutsuz erkek rolüyle kazandı.
Kendi kurduğu şirkette yapımcı ve senarist olarak da çalışan Delon sadece iki kez yönetmenliği denedi. Bunlardan ilki 1981 yapımı "Pour la peau d’un flic / Bir Aynasızın Postu İçin" hem eleştirmenlerce gayet başarılı bulundu hem de yüksek bir gişe hasılatı elde etti. Çapkınlığı sanat haline getirmiş Kazanova’nın yaşlılık günlerini anlatan "Le retour de Casanova / Kazanova’nın Dönüşü" saçlarına ak düşmüş Delon’a pek yakıştı doğrusu.


Alain Delon, artık oğlu Alain Fabien ve ikinci eşi model Rosalie van Bremen’den olan kızı Anouchka ile Hollanda’da huzur içinde yaşıyor. Ve kendisinin sekizde biri yaşındaki oğluyla "Fabio Montale" adlı bir dizide oynuyor.



Çarşamba, Ekim 21, 2009

Müslüman mahallesinde domuz eti satılır mı?



Konuyla, ilgili-ilgisiz, yetkili-yetkisiz, konunun uzmanı-acemisi, herkese; soru önergesi olsun, gensoru olsun, safça bi soru olsun, veriyorum efenim. Hiç utanmıyorum, çekinmiyorum ve yekten soruyorum:
Domuz aşısı vurulmak dînen caiz midir? Biliyoruz ki bi şeyin aşısını vurulmak demek o şey'in bi zerresini (katresini) vücudumuza zerketmekle o şeyin tamamına karşı savunma mekanizması geliştirmek demek. Aha da bu tıbbiye öğrenimi görmeyen birinin aşı tanımıydı. Beğenmeyen mekteplerde uygulanan müfredata bu konuda zerk yapsın , ben vaktiyle maarif vekaletinin (yeni dilde milli eğitim bakanlığı) caiz gördüğü müfredatın bir eseriyim efendim. (Beğenmeyen müfredatı değiştirsin). Diyanete doğum kontrol hapı dinen caiz midir diye soran zihniyetten birilerinin bu konuda soru sormak aklına gelmedi ise onlara da tercüman olayım ve sorayım di mi ama, yalan mı ya?
Domuz eti yemeyiz etmeyiz. Ne demeye bu domuz gribi denen illet taaa bilmem nerelerden çıkıp gelip bizi hasta etsin? Hadi etti diyelim bunca sene dinen caiz değil diye, domuzun etinden-sütünden-kılından-tüyünden sakınırken, ürünlerin ambalajlarında son kullanma tarihinden evvel "bu üründe domuz mamülü yoktur" ibaresi ararken, bu aşıyı vurulunca dinden çıkmış olmaz mıyız?
Ne diye hiç bir ülkede denenmemiş aşının uygulandığı ilk ülkelerden biri olacak mışız ki? Ne yani globalleşen dünyamız bizi çok mu seviyo da soyumuzu koruma altına almak istiyo? Bu nasıl bi perhiz, nasıl bi lahana turşusu? Hem olacaksak biz de Merkel' e yapılan özel aşıdan oluruz, bu nedir böyle ? Merkel' e başka bize başka aşı da neymiş? Politikacılara var da, bize yoh mi? Parya mıyız biz?
Tabipler birliği uyuyo mu, yoksa bu konuda da mı bi birliğe varamadılar yine? Tabipler bile bi birliğe varamadılarsa, biz domuz gribi olunca "lokman neylesin yürekte yara" mı demeliyiz ?

Pazartesi, Ekim 19, 2009

Hititler'in Kadim Duvar Yazısı

HiTiTLERiN M.Ö.2000 YILINDAKİ DUVAR YAZISINDAN ALINMIŞTIR.

(Sevgili Nisim SİGURA'nın paylaşımıdır).



"Tanrım,

Beni yavaşlat.

Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir...

Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele...

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin

sükunetini ver .

Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği,

belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol...

Anlık güzellikleri yaşayabilme sanatını öğret;

bir çiceğe bakmak için yavaşlamayı,

güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,

güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı,

balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi ögret...

Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.

Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini ,

yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler oldugunu bileyim...

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.

Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi

büyümesine bağlıdır...

Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı

değerlerine doğru göndermeme yardım et.

Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha

sağlıklı olarak yükseleyim.

Ve hepsinden önemlisi...

Tanrım,

Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,

Değiştiremeyeceğ im şeyleri kabul etmek için SABIR,

İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve HİKMET,

Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver..."



Herkese sevgiler...

Not: Sevgili Abi şu radyo zamazingosunu halledemedim henüz :((

Çarşamba, Ekim 14, 2009

Bittabi...

Bi'sefer benim için en önemli ve sevindirici haber bloğumuza iki yeni yazar katılması...
Gamze (Bir nefes hayat) ve Elif (sendromx) uzun müddettir etrafta yoklarken geçen akşam facebook'ta gelişen bir sohbet sırasında verdikleri kararlarla bloğumuzu şenlendirdiler...
Hâlâ kimi okuyucularımız, blogtaki tüm yazıları benim yazdığımı zannediyorlar.
Oysa büyük çoğunluğu (600'e yakın) bana ait ama meselâ bugün itibârı ile, şimdilerde blogtan ayrılmış olan Türkekırgın'ın 50 küsur, Jubelum'un 41, yine geldiği gibi sırlarla dolu olarak ortadan kaybolan Espressso'nun 30, gelecek vaad eden ve ümit veren:) Andelib'in 20, Cahil'in 8 ve bir başka kayıp Su Kabağı'nın 6 yazısı çıkmış. Gamze'de iki gün önce ilk yazısı ile "Merhaba" dedi bizlere. Elif'i de bekliyoruz.:) Bu yazılar yan tarafta bloğun formatına uygun olarak ve harf sırasına göre Aby, Andy, Cahy, Elfy, Espy, Gamzy, Juby, Suky, Turky şeklinde etiketlidir...
Oradan misâl Espy'e tıklayacak olan bir okuyucu sâdece Espressso'ya ait yazıların tamamına ulaşabilir...

* * * *

Gamze'nin yazısının altında, sevgili Gulteinen'in yaptığı yoruma katılıyorum bende... Evet, Gamze'de, Elif'te duygu dolu yazarlar...

* * * *

Dün Andelib'in Sarı Zarflar yazısı çıktığında ben de gerçekten bir sarı zarf işi ile uğraşıyordum... Eski bir vergi borcu çıkmış... Gittim, onu ödedim, döndüm bir de ne göreyim, Andy sanki bilmiş gibi aynı gün patlatmış yazıyı...

* * * *

Önce Denizli'de bir işadamı intihar etti, sonra İzmir'de başka bir işadamı öldü... İstanbul'da bir öğretim görevlisinin aracı boğaz köprüsünde bulundu...
Derken Pazartesi öğlen tanıdığım bir kişinin daha intihar ettiğini duydum... Dün öğrendiğim kadarı ile karısını ve çocuklarını evden göndermiş, kapının arkasına divanı, çenesinin altına da tüfeği dayamış, sonra basmış tetiğe.
Denizli'li zengin bir işadamı olmak ile gariban bir karpuzcu olmak arasında hiçbir fark yok...
Çarklar hepimizi aynı öğütüyor.

* * * *

Hani aynı anda üç dört kitap okuma dönemleriniz olmuştur. Ruh durumunuza göre...
Bana bu olay film seyrederken olmaya başladı... Bir film koyuyorum, yirmi dakika sonra başka bir filme bakmaya başlıyorum. Ertesi gün bir başkasına... Üç gün sonra ilk seyrettiğimi kaldığım yerden başlayarak bir yarım saat daha izliyorum misâl... Bozuyor muyum acaba?
Divanlar, silahlar, köprüler ve viyadüklerden uzak durmam lazım.

* * * *

Hande Altaylı'nın Maraz adlı kitabını okuyordu A.W.
Evde bırakmış geçen gün... Öylesine bir bakayım derken akşamına bitirdim... Akıcı yazmış... Hoşuma gitti. Sonu kelekti biraz, aceleye gelmişti ama ilk üç çeyrek güzeldi gerçekten...

* * * *

Bokuyla kavga eden arkadaşlara bir tavsiyem olmayacak... Kendileri bilirler kendilerini.

* * * *

Blogger'larda genel bir yazı ve yorum durgunluğu var yine... İşyerlerinde koyulan yasakların etkisinin olduğu da söyleniyor ama tam da anlamıyorum nedenini...
Misâl benim Facebook'a eskisinden daha fazla bakıyor olmam etkiledi sanıyorum kendi bloğuma olan ilgimi. Eskisi gibi en az iki - üç günde bir bi'şeyler yazmak zorunda hissetmiyorum kendimi...

* * * *
Sigarasızlığın ikibuçuk'uncu ayındayım. Dün gece ilk kez rüyama girdi. Söylemişlerdi bunun olabileceğini ama bana kısmet dün akşamaymış... İnsanın rüyasında "Vay be, o kadar hızlı içime çekmeme rağmen hiç başım dönmüyor haaa..." diye düşünmesi hem komik hem acı...

* * * *


Dün gece geç saatte, yatmaya hazırlanırken, canım kardeşim, çocukluk arkadaşım Yıldırım, Galata Kulesinden çektiği otuz iki fotoğraf yolladı...
Bunlara bakarken, şöyle yazdım kendisine;
"Şehriniz hem çok güzel ama bir o kadar da güvensiz. 18 numaralı fotoğraftaki silüet çok güzel."
"O teyze de İstanbul'u orada yaşıyor işte..." diye yanıtladı beni...



Bir de şöyle bir fotoğrafı var... Adı "kafadan bacaklı" :)))

Salı, Ekim 13, 2009

SARI ZARFLAR

Ömrünün bir kısmında memuriyet yapmış olanlar iyi bilirler, sarı zarf iyi bir şey değildir. Her ne kadar atalarımız "zarfa değil mazrufa bak" derler ise de atalarımızın sözleri zaman zaman pek de gerçekçi değildir. O hesap, aldanmayınız efenim;, evinize gelen zarfın rengine iyi bakınız.
657' nin tarihi boyunca bu sarı zarflardan iyi bir haber çıktığı görülmemiştir; mesela bir memura bir sarı (bildiğimiz kese kâğıdı rengine sarı zarf der memurlar) zarf geldiyse, o zarftan illaki bir şer haber çıkar; ya savunmanız istenir, ya disiplin cezası müjdelenir, bu böyledir.
Memur olmaya çok gerek de yoktur aslında sarı zarfların şerrinden nasiplenmek için. Genelde adli tebliğ zarfları da sarı olur ki, bunların da hayra delalet ettiği umumiyetle vaki değildir. Bunlardan da genellikle icra emri, mahkemeye celp emri filan çıkar. Atalarımızın sözleri zaman zaman da pek haklıdır hani "paran çoksa kefil, zamanın çoksa şahit ol" derler ya ; en iyi ihtimalle şahit filansınızdır. O hesap, sarı zarfları dikkate alınız.
Bu sarı zarflar pek öyle insan elinden uzak dolanmayı da sevmezler, illa ki insan eliyle ulaştırılmak ve ulaştırıldığının belgelendirilmesini de isterler, alışılmış bir şeydir imza karşılığı teslim edilirler ya pek ala ansızın posta kutunuzda karşınıza çıkabilirler de.
Efenim, alışılmışın aksine memur eliyle ulaştırılmadı bizimki de, geçenlerde posta kutumuzda bir sarı zarf buluverdik. E eski memurlar olarak kaygılandık görür görmez elbette sarı zarfı. Yok canım, hadi bee, gibi bozuntuya vermeyen tavırlarla açtı isek de zarfı, korkulu gözlerle okuduk mazrufu:
Eşim 50 yaşını aştığı için KETEM' den gelen bir davetiye içeriyordu bu sarı zarf:

" Kanser yaşınız gelmiş, bir ara uğrayın da bi bakıverelim" idi özeti mazrufun.
Sevinelim mi, üzülelim mi bilemedik. Sevindik, bu ülkede "halk sağlığı" adına iyi bir çalışma yapılıyordu. Üzüldük, rutin sağlık taramaları ve dosyalama sistemi yerine, yine tatsız haberleri duyurmada sarı zarf tekniği uygulanıyordu.
Pek Yılmaz Erdoğan şiiri, Sezen Aksu şarkısı gibi olacak ama; bu coğrafyada "Sarı zarf" lardan hâlâ hayırlı bir haber çıkmıyordu.

Perşembe, Ekim 08, 2009

Memleketim...

Haberlerde zaman zaman duyuyoruz, "Toplum deliriyor." diye...

Geçen akşam Kanal D praymtaym'da Deniz Arman arka arkaya dört haber verdi.

1- Sigortadan para alabilmek için kendisine benzer bir işçiyi yakan işadamı...
2- İstanbul'da bir Cafe sahibinin 8 kurşunla herkesin gözünün önünde öldürülmesi...
3- Mersin'de bir delikanlının kızkardeşini 33 kez bıçaklayarak öldürmesi...
4- İnegöl'de bir kavga sırasında 2 yaşında bir kızın ölmesi...
Evet, arada başka hiç bir haber yoktu...
Zaten Münevver'in kafasını testere ile kesen gencin hikâyesi ile dolmuştu bünyem aylardır...

Sanıyorum bu yüzden oldu az sonra anlatacaklarım;
dün sabah saat 7 civârında televizyona bakıyorum yattığım yerden...

Bir haber ve buna bağlı görüntüler geçti ekrandan...

62 yaşında bir adam kalp krizi geçirmiş, taksiye bindirilmiş, ancak IMF protestocuları yüzünden yolu kapatan polis bariyerini aşamadıkları için, kızının kollarında, arabanın arka koltuğunda ölmüştü...
Kamera, taksinin arka koltuğuna zum yaptığında adamın hareketsiz duran açık ağzı ve gözlerini görebiliyordunuz...
İsak Kalvo'yu bu ülkede böyle yakalamıştı azrail...

Bir önceki gece izlediğim haberler ve sabahın köründe gördüğüm bu haberden sonra sadece "Allah sizi kahretsin." diyebildim ve ağlamaya başladım...
Şiddetli fakat sessizce...
İçeride A.W. ve okula hazırladığı Lina'ya duyurmadan...

Bir kaç dakika sonra sabah haberlerini sunan sunucu şöyle bir cümle kullandı...
"Sınır tanımayan eylemciler, İstanbul polisinin sınır tanımayan dayağı ile tanıştılar."
Az önceki ağlamaklı hâl bu kez gülmeye dönüştü...
Ekranda, yerde polisler tarafından tekmelenen ve coplanan insanlar vardı...
Ekranda, elindeki molotof kokteyllerini atarak arabaları, dükkanları yakan insanlar vardı...
Onlar birbirlerini dövdükçe ben "sunucunun yorumuna" katıla katıla gülüyordum.

Manyak etmişlerdi bizi.

Darmadağın etmişlerdi.

Yeri gelmişken, 1- 7 Ekim Camiler ve din görevlileri haftanızı da hasseten kutlarım.

Çarşamba, Ekim 07, 2009

Dunning - Kruger Etkisi

Kifayetsiz Muhterisler

Serdar Devrim

New York Stern School of Business’te görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında.
Journal of Personality and Social Psychology’nin aralık 1999 tarihli sayısında yayımlanan teorileri özetle "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
(Bu cümle de Charles Darwin’e aittir zaten.)
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle, antrenmanla artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Değerlendirme zaafı
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı. En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü. (Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.
Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.
(*) Peter Prensibi: Her çalışan, iş ortamında yetersiz olduğu noktaya kadar yükselir, der. Bunun doğal sonucu olarak, yüksek makamlar daima yetersiz insanlar tarafından işgal edilir.

Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?

1 - Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
2 - Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
3 - Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
4 - "Beşer şaşar" diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer kendisi değil, başkasıdır.
5 - Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
6 - Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
7 - İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
8 - İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
9 - Talimatlarını Post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.
10- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına.

Alıntı: http://www.yenibiris.com/HurriyetIK/Oku.aspx?ArticleID=4941

Perşembe, Ekim 01, 2009

UFUK ÇİZGİSİ

Aşağıdaki satırları yazan bir blogger'ın bu yazıyı yazdıktan bir kaç gün sonra ölmesi beni gerçekten çok üzdü ve etkiledi.

Maviden siyaha büründüm..

(Ruhum, beynim benliğim allak bullak, bu karışıklıktan sözler
çıkmıyor sadece beynimden geçiyor, ağzımı açtığımda herşey
karışıyor hayatım gibi, acaip bir yaşanmışlık gibi her sözdeki
anlam yerli yerine gelmiyor, bende bir alıntıyla paylaşıyorum
dile dökemediklerimi.. Noktaların olduğu yerde aslında başka
bir isim var karışıklığımı herşeyimi aynı yaşamış insanın..ben
boşluk bırakıyorum, hayatımdaki gibi...ufak eklemeler yaparak)
****
Susmaktan da, konuşmaktan da çok yoruldum.
Hayal edip sabretmekten de öyle.. Hele hak etmediğim acılardann
ölesiye yorgunumm.. Artık bildiğin sesler hatırına konuş dilim…
Vakit gecenin yarası… Gözümü açtım aydınlık niyetinde. Gündüzlere
sığmayınca, geceyi kabullenir oldum. Gecenin en karanlık yerinden
yarınlara aydınlıklar biriktirmekti amacım. Aydınlığı gecenin zifiri
karanlığından biriktirmek, yarınlarıma aydınlık ekmekti.

Ve geleceğimin portresine kara bir çerçeve biçtim. Sen biçtin aslında.
Bir ölümün ardından tutulan yaslara hep siyah eklenirdi. Ölü siyahla
uğurlanırdı. Ben hangi yanımı öldürmüştüm, hangi yanımı her gün
öldürdüm de bu denli siyaha büründüm? Oysa tüm bildiğim siyahlar
aynı beyazla kurşunlanıyor. Ve cesedi hep beyazı gölgelenmiş bir
kefenle son buluyor.

Bir bir yok oluyorum. Yokluğum giderek “faili meçhul”lere sığınıyor.
Kalabalık bir sokak ortasından, günün en aydınlık anında vuruluyorum;
ama nedense tutanaklarda sadece “faili meçhul” kalıyorum.
Pılımı pırtımı toplayıp saniyelerin gözüne çarpıyorum hece hece yalnızlığı.
Zamanı öldürmeye yelteniyordu içimdeki akrep.
Oysa yirmi dört saatten yirmi dört yaraya ulamıştım dünyamı.
Yirmi dördü de içimi yaktı…

Bir bedende bir düzineyim H.............. Bir ruhta bin… Oyuncaklarla
yaşama gülümsemek için geç bir zaman artık. Şimdi cümlelerle oynuyor
beynim. Bu oyunda hep düşüp kalkıyorum. Her yanım yara bere…
Her yanım vurgun… Tehlikeli bir oyunda ölüm kalım savaşı vererek
mutsuzluk diziyorum. Dizgim hatalı, harflerim kırık…

Kelimelerimin kapısı aralı… Her an yazıya dönüşmeyi bekliyor içimdeki
ses. Ne konuşacak kadarım ne de susmaktan yanayım ................…
Kendime tek muhalifim ben. Tezatlardan tezat beğenmem kendime.
Kendim varken en karşımdaki bile yandaşım olur. Bana karşı ben
savaşından ölüm aklar beni. Ki hangi yanımı tutsam ölümün kucağıdır
zaten. Bir savaşsa yamaçlarımdaki, biri yok olmalı biri kalmalı…
İkisi de benim… Bana karşı ben… Ya ben ölücem ya da yine ben…
bir yanım sadece sağ çıkacak bu mübarezeden. Ölüm ardında, ölüm
tadından koşturup duruyorum ............... Yok, mu musalla suretindeki
kelimelerden tabut ören?

Anlamı uzun olan bir cümle bulanıklığıyım.
Hangi kelime beni özetleyebilir ki? Hangi dil lisanımı konuşur?
Ne demeliydi ki içim bunca yanmışlığı üzerine? Herkese ve her şeye
rağmen yalnız değilim yalanının ardına saklanıp koyu bir yalnızlığı
yudumladığında, ne söylemeliydi?

Onca acıyı dem tutturan hayatına mı kızmalıydı? Ya da bitmez
tükenmez ağıtları mı diline dolamalıydı? Kimden başlamalıydı ağıt
yakmaya? En suçlusu kimdi bozulan hayatımın?
En suçlusu gidenler miydi? Gitmeyip acı çektirenler mi? Yoksa gitmeyip
bir hayal bir düş uğruna acı çeken ben mi? Bir bilinmezlik üçgeni
arasından oradan oraya savruluyorum ................
Kendime sorduğum soruların bile cevaplarını bulamıyorum.

Aşikâr değilim. Hafi bir ömrün kalıntılarını taşıyorum. Yine ben mi
suçluyum ........... Yoksa tüm konuşmalarımı çalıp bana sadece susmayı
bırakanlar mı? Payıma bir son yazılmış. Ne kadar didinsem boş ............
Öyle geçti ki vakit. Sen bile kurtaramazsın artık beni. Sen bile yarama
merhem olmazsın H............ Sen bi-le…

Oysa hep sendendi acılar. Yokluğunla varlığın arasında sürüp giden
ömrüme. Bir yok olup bir de var olduğunu ispatlamak adına yollara
düşmüştüm...düşlerim için..

Yoruldum adına düşler biriktirmekten. Yorulmakmı..ben öldümm..
Harflerin kalemime dolanmasın artık… Ki adımı unuttum adını
yazmaktan… Yorgunum ..........… Sana susmayı kabullenecek kadar…
Geç bir zaman. Artık düşme satırlarıma. Ki sen satırlarıma düştükçe
ben acılara düşüyorum… Ki sen yazılınca ben siliniyorum…..