Pazartesi, Ağustos 31, 2009

Amma da ballıyım!

Bir hafta arayla cep telefonuma düşen iki mesajı sizlerle paylaşmayı borç biliyorum ( Telefon numaraları özellikle açıkça yazılmıştır)

Gönderen numara: 0541 4183322

Sms: % 8 indirimli TAM KAPSAMLI CHECK UP ve UCRETSİZ 1 YILLIK ACİL SAĞLIK PAKETİ ALMAYA HAK KAZANDINIZ.BİLGİLERİNİZİ GUNCELLEMEK İÇİN ( 216) 4183310 ARAYINIZ.

Bugün gelen mesaj:

Gönderen numara: 0534 2304833

Sms: Sağlığınız için büyük fırsat! Türkiye genelinde 299 TL ye Bio Check-Up yaptırmaya hak kazandınız + 1 Yıllık Acil Sağlık Paketi hediye. Detaylı bilgi için 0216- 4182584

Kendilerini polisim diye tanıtıp kontör isteyen uyanıkları ve işin daha da vahim yanı bu uyanıklara aldanan saf vatandaşlarımızı duymuştuk. Sanırım bu sefer kontörden büyük bir şeylerin peşinde olan uyanıklar var. Şu bilgileri güncelleme işi, kişilerin bilgilerini elde etme ve akabinde banka hesabını ya da kredi kartını boşaltma gibi bir plan olabilir diye düşünüyorum. Ama o numarayı arayıp, şikayet edecek zamanım yok. Bunu buradan paylaşacak kadar duyarlı, uğraşmaya zaman ayıramayacak kadar yoğun ve duyarsızım :)

Bir hafta arayla böylesi iki kısmetin beni bulması gösteriyor ki çok ballıyım. Bir de aynalı sazan olsaydım süper olacaktı sanırım.

Çarşamba, Ağustos 19, 2009

KAYIP BASAMAKLAR...




Fotoğrafı tesâdüfen buluverince nette, çocuklar gibi sevindim.
Öylece duruyordu orada.
Tıpkı 36 yıl önce bıraktığım gibi...
Yıllar sonra onu görmeye gittiğimde "Artık yok." demişlerdi.
Üzülmüştüm.
Çok üzülmüştüm.
Bir fotoğrafı bile yoktu bende.
Artık sâdece hayallerimdeki hali ile yaşayacak derken... Bu fotoğraf çıkıvermişti karşıma.
Gerçekten bir çocuk gibi sevindim, inan...





1900'lü yılların başlarında, Harbiye'de okuyan bir Lübnan Prensi'nin, Aya Stefanos'lu (Άγιος Στέφανος) bir Rum kızını sevmesiyle başlayacaktı herşey.
Prens memleketine döndüğünde geride bıraktığı kızın hâmile olduğunu bilmeyecekti.
Erkek çocuğun adı Röne konacak ve Röne çok uzun yıllar anneannesini annesi, annesini ise ablası bilecekti.
1926 yılında, Halit Ziya Uşaklıgil'in önerisi ile Aya Stefanos'un adı Yeşilköy olarak değiştirilmişti...
Bu dönemde babasız büyümekte olan Röne, fenerin hemen yanındaki Arap Nuri'nin balıkçı meyhanesinde çalışmaya başlamış, bir zaman sonra da şef garson olmuştu.

1936 yılında, Yeşilköy yerlilerinin park dedikleri büyük yeşil alan imara açılmak üzere satılığa çıkartılacakken dönemin İstanbul il sağlık müdürünün devreye girmesi ile satış durduruluyordu. Osman Sait Kurşuncu Yeşilköy eski hükümet tabibiydi.

Bu alanda oluşacak yapılaşmanın Yeşilköy'lülere bir ihânet olacağını iddia ediyor, çocuklara oyun alanı, büyüklere ise nefes alacakları bir yeşil alan kalmadığını, kalmayacağını savunuyordu.

Ancak parkın satışının durdurulması yeterli olmadı, köy sakinleri için. Fransızlardan kalan eski bir taş bina vardı parkın içinde. Gece olduğunda, iti, uğursuzu, esrarkeşi bu binada toplanıp âlem yapıyorlardı. Halk rahatsızdı.

Yeşilköy karakolu baş komiseri Temel Ayanoğlu, parkı islâh etmeye karar vermiş, burayı ailelerin gece - gündüz korkmadan, çekinmeden girip çıkabileceği bir yer hâline getirmeyi kafasına koymuştu.

Şu, Arap Nuri'nin meyhânesinden tanıdığı genç, atak, dürüst ve işinin erbâbı Röne bu işi kıvırabilir miydi acaba?

Aylık iki buçuk lira kira karşılığında Röne, parkın içine kurulan gazinoyu işletmeye başladı. Kısa zamanda tanınan ve sevilen mekân, Yeşilköy'ün simgelerinden biri olmuştu. Yunanlı bakanlar, Türk sinema yıldızları Mösyö Röne'nin Park Gazinosunun müşterileri arasına girmişlerdi.

* * * *

1967 yılında Yeşilköy'e taşındığımızda, Mösyö Röne çoktan ölmüş, Bakırköy Rum mezarlığında annesinin yanına gömülmüştü. Sekiz-on yaşlarında bir çocuktum Rönepark'ın kapısını ilk gördüğümde. Ve hikayesini çok uzun yıllar sonra öğrenecektim.

1967 - 1973 yılları arasındaki altı yılda yüzlerce, binlerce kez girdiğim Rönepark'ta futbol, kukalı saklambaç, meşe (misket), yakantop oynar, salıncaklara binerdik.

Gazinonun bulunduğu yerde, kayaların olduğu yere inen emniyetsiz beton merdivenden aşağı iner, mantarımsı yapılı, garip delikli kayaların üzerinden atlayıp denize girer, taşların arasında yaktığımız ateşle ısınan öylesine bir teneke parçasının üzerinde topladığımız midyeleri pişirir, tuttuğumuz gümüşlerden boklu kebaplar yapardık.

Bisikletlerimizi Adil abi'ye tamir ettirir, Babula'nın açmalarını yer, Kapri'nin karşısında Roma Dondurmacısından dondurma alırdık.

Arif Şenel ilkokuluna ve Reks sinemasına giderdik.

Çınar otel'in önündeki yeşil sahada, Gökmen abiyi, Yasin abiyi ve Galatasaray'a transfer olacak olan Çilli Mehmet'i seyrederdik.

Balıkçı kahvesinde bira-patates götürür, akşamları Angelo'nun ışıklarına bakardık.

Çitlembik / patlangoç ve at kestanesi savaşları yapardık.

Sabina'ya ya da Yeşilyurt deniz kulübüne üye olur, denize oradan girerdik.

Pazar sabahları, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş insanların kiliselerine gidişlerini izlerdik.

Ya patenlerimizle faytonların arkasına takılır,
ya da Havaalanının yanından geçen çevre yolu henüz inşaat halindeyken, o bomboş yolda bisiklet yarışları yapardık.

Öğlen uykumuzdan, Migros kamyonlarının sesi ile uyanırdık.

Turşucu Şükrü'den bol acılı turşu suyu içerdik.

Baharistan sokağın Rönepark'a bağlanan köşesinde gecenin geç saatlerine kadar oturur, evlerimize analarımız balkonlardan adlarımızı bağırdığında dönerdik.

Ben, Fahri'yi, Faize'yi, Melda'yı, Yıldırım'ı, Mihrinur'u, Orhan'ı ve İsmail'i, Atilla'yı, Barbaros'u, Ender'i, Fatoş'u, Ayanoğlu ailesini ve Sezer Hanım'ı Yeşilköy'de tanıdım.

Babam Uğur apt. yazısını, apartmanımıza elleriyle monte etmişti. Ve ben bu olayı, çocukken büyük bir keyifle, Yeşilköy'de seyretmiştim.

1973'te İzmir'e dönerken çok ağladım. Delikanlılığa geçerken çocukluk arkadaşlarımı ardımda, Yeşilköy'de bırakıyordum.

Sonraki yıllarda İstanbul'a geldiğimde çoğu kez, Baharistan sokak ve Rönepark'ta buldum kendimi.

Sokağımız çok değişmemişti.

Ama Rönepark... Deniz doldurulmuş, yürüyüş alanları yapılmıştı.

Hâlbuki, Rönepark benim çocukluğumun sembolüydü.

Rönepark'taki beton merdiven benim çocukluğumdu...

Ama bulamamıştım merdiveni. Yıkmışlardı.

Çocukluğumun basamakları kaybolmuştu. En çok buna üzülmüştüm.

Bir fotoğrafı bile yoktu o garip beton merdivenin...

Tâ ki, en üstteki resmi tesâdüfen görene dek.

Neredeyse 36 yıl önce geride bıraktığım o basamakları görünce... İçimden geçenleri, duygularımı size anlatamam... Yoksa ne oradaki kızı tanırım, ne adını bilirim. Sâdece şükran duydum, ne iyi etmişte orada bir poz vermiş diye...

Bir gün yolunuz Yeşilköy'e düşerse,

ve olur da Rönepark'a girerseniz,

salıncaklarda sallanan abi ve onu sallayan kardeşinin orada olduğunu hissederseniz...

...yanılmıyorsunuz demektir.

Belki merdiven yıkılmış, belki basamaklar kayıp.

Ama onlar hâlâ oradalar...

Tıpkı Mösyö Röne gibi...



Cuma, Ağustos 14, 2009

çok sıcaklarda kurumsal olunmayabilir.

Hakîkaten sebatkâr bir adamdı.
Köşedeki dükkânı tutup en fazla bir kaç sene dayananlardan değildi o.
Neredeyse on seneye yaklaşmıştı Eyüp'ün mahallemizin bakkallığına soyunması.
İyi bir adamdı, efendiydi.

2000 krizinde döviz kredisi ile aldığı arabanın borcunu ödeyebilmek için hayli zorlanan, toparlanmak için yıllarca sıkıntı çeken ve sıkı çalışan, bu arada genç yaşına rağmen kalp krizi geçirerek by-pass olan kendi halinde bir bakkal...

Son yıllara kadar dükkâna sâdece yaşlı babası gelirdi, yardım için. Babasının beyefendi hâllerinden, Eyüp'ün davranışlarına da şaşırmazdınız. İyi bir ailenin fertleriydi bu insanlar.

Geçtiğimiz yıllarda Eyüp, su bayiliğine de girdi. Dükkânın önünde büyük mavi petler, derken dondurma dolapları, şemsiyeler filan, mekân harekete geçti.

İç bölümde de bâzı tadilâtlar yaparak kullanımı kolaylaştırdılar, bayağı bir mal koydular raflara.

İşte bu aşamalarda Eyüp'ün eşi olduğunu öğrendiğim bir hanım da gelmeye başladı dükkâna. O da hanımefendi bir kadın. İki tâne de kızları var. Sanırım Lise çağlarındalar.
Böylece, küçük bir bakkal dükkanı, kadın elinin de değmesi ile bir minik markete dönüşerek gelişiyordu.

Dikkâtimi çeken şeylerden biri şuydu.
Eyüp'ün eşi, bakkal dükkanında, içeride yabancı yokken (ki ben yabancı değilimdir.),
Eyüp'e adı ile hitap ederken, yabancı bir müşteri geldiğinde veyâ kapının dışında, sokakta "Eyüp bey" diyordu. "Vay be" demiştim bende.

* * * *

Geçenlerde bir öğle vakti... Sıcaklardan 168 derece filân. Tipik İzmir öğleni.
Tam Eyüp'lerin yanındaki börekçiden çıkıyorum, baktım bu, elinde bir su bidonu bir yere gitmeye niyetli...
Karısı seslendi arkadan; "Eyüp bey, kime gidiyorsunuz?"
- Nâlân hanımlara...
- E, Nâlân hanım ekmekte istemişti.
- Ah evet, unuttum.
- Unutmayalım Eyüp bey, unutmayalım.

Kadın, kocasına vereceği ekmeği almak üzere içeri girerken, Eyüp dişlerinin arasından sâdece kendisinin ve benim duyabileceğim bir sesle;
"Sokucam kurumsallaşmana da, beyine de." diye mırıldandı, ter içinde.

Çarşamba, Ağustos 12, 2009

İstanbul Meyhaneleri...

Bir iki aydır, meyhane kültürü hakkında kitaplar okuyorum. Baktım epeyce şey öğrenmişim, oturup bunların bir özetini çıkardım. Şimdi bunu burada yazacak değilim çünkü 22 sayfalık bir özet oldu, yeri ve vakti işgal etmenin lüzumu yok ama isteyenlere seve seve yollarım. Size yazıdan bir kaç küçük örnek;

Meyhanelerde şaraplar genellikle büyük fıçılarda bulundurulurken, küplü meyhanelerde şarap ve rakılar için özel küpler kullanılırdı. Raviler rivayet ederler ki, şarap küplerinin üzerinde üzüm salkımı, rakı küplerinin üzerindeyse aslan kabartması bulunurdu ve rakıya “aslan sütü” denmesinin nedeni buydu.

Gedikli meyhaneler bir ustanın idaresinde işletilir, bu ustaya “meyhaneci ustası” denilirdi. Zamanla bu ustalara İtalyanca “sakallı ihtiyar” anlamına gelen “barba” denmeye başlandı. Barbalar, kalendermeşrep, hoşgörülü, bununla birlikte gerektiğinde otoriter ve sert kişilerdi.

Kanuni zamanında İstanbul’da bulunan Avrupalı bir yabancı tanık olduğu ve ona ilginç gelen bir olayı bize aktarmaktadır. Onu anlattığına göre bir Türk’le meyhaneye giderler. Demlenmeye henüz başlamışlardır ki kapıdan içeriye kikirik bir Türk bağırıp çağırarak girer. Bağırmayı tezgah başında da sürdüren Türk, sürekli olarak şöyle haykırmaktadır:
“Ey ruh, çekil git bedenimden! Ey ruh, çabuk çık git buradan!”
Bağırtılar sürüp gidince yabancı, adamın neden bağırdığını sorar ve arkadaşından şu yanıtı alır:
“Adam az sonra içeceği içkiyle kirleneceğini biliyor ve ruhunu kirden koruyup yalnızca sonunda toprak olacak bedeninin kirlenmesini sağlamak için ruhunu kovuyor. Ruhunun uzaklaştığına inanınca susup içkiye yumulacak ve sonra uslu uslu çekip gidecek!”

Reşat Ekrem Koçu, “Osmanlı Tarihinde Yasaklar” adlı kitabının 24. sayfasında, eski zamanlardan kalma şu fıkrayı anlatır:Akşamcının biri meyhaneden evinin kapısına dek gelse de tokmağı vuracak gücü kalmadığından kapı önünde sızıp kalmış. O sırada devriye oradan geçmiş. Bir yeniçeri çorbacısı (kolluk subayı) sarhoşu dürtüp;
“Kalk be adam, yürü kapıya! (karakola) deyince sarhoş kahkahayı basmış;
“Gözümün nuru ağam, o kadar gücüm olaydı evimin kapısını çalardım, o kapıdan girerdim!” demiş.

Salı, Ağustos 11, 2009

GRACE IS GONE...


İzleyin derim.
Filmi indirmek isteyenler için alıntı rapid linkleri burada...
Altyazı linki de bu...

Cuma, Ağustos 07, 2009

neler neler oldu? ama hepsini yazmak zor be...

Nereden başlasam, hangisinin nesini anlatsam bilemedim ama şu son on-onbeş gün içinde olanlardan kısaca bahsetmek istiyorum.

İlk olarak, birinci pause yazısındaki tekne-yelken olayı çok güzel geçti. Ben sadece mutfak ve yemekten sorumluydum.

Birinci sabah hazırladığım 8 ton balıklı ve 8 salamlı sandwichle akşama kadar idare ettik. Yol uzundu ve seyir esnasında bir şey hazırlamak ve yemek olanaksızdı.

O gece Fırında Levrek yaptım.



İkinci sabah mükellef bir kahvaltı ve öğlen yemeğinde çeşitli baharatla şenlendirilmiş sosisli yumurta vardı.

O günün gecesi Okluk koyunda, içinde kaşar, pastırma ve çeşitli sebzenin bulunduğu Bonfile sarma çekmişim ki spesiyallerimden biridir. Tabi yanında sarmısaklı, körili patates vardı. Rokfor peyniri ile eritilerek karıştırılmış krema sosu dökerim bi'de üzerine. İptal ederim adamı lezzetten...


Üçüncü sabah yine güzel bir kahvaltı ve öğlen, baby havuç ve brokolili, zeytinyağlı, sarmısaklı, kekikli bir makarna ile geçirilmiş ve görevim başarı ile sona ermiştir...



Sonra efenim, ikinci pause olayında ise, aileni sevindir durumu içinde, Bitez'de dört gece kalınmış, ortamlardan azâmi miktarda faydalanılmış, denizden iyot, havuzdan klor, mangaldan kanser, güneşten "D" ve rakıdan "Râ" vitamini alınmıştır.

Bu arada Gündoğan'da denize girerken, alçak uçuşla üzerimden geçen âlete bakılmış ve "Benim hayalimi gerçekleştiren bir i.ne varmış demek ki." diye söylenilmiştir.



Tüm bunlardan sonra ise, 3 Ağustos 2009 Pazartesi gecesi, bizim evde, Lakerdacı blogger'lar partisi gerçekleşmiş ve geleceğini bildiren herkes gelmiş ve çok keyifli bir gece yaşanmıştır.



Kurabiye, Gulteinen Enkelini, Kuzey Işığı, Ayşe Bebek, Nilly, Çalışan Anne, Hep O Mutsuz Çocuk, A.W. , Big Daughter, Lina (kız tarafı) ve Jubelum, Cahil, Turkekırgın, Ege Mavisi, Vladimir ve Ben (erkek tarafı olarak), bol miktarda Lakerda, midye dolma ve Blogger bayanlarımızın yaptığı mezelerden götürdüğümüz gibi yan tarafta milletin pek beğendiği koca bir plastik bidon içinde 3 büyük kalıp buzun soğuttuğu suda misâl Vladimir'in biralarını ararken kollarımızın soğuktan kesilmesi vs. vs. vs... pek eğlendik be...
Çalışan Anne'nin taaa Hatay'dan taşıdığı manyak büyüklükteki pasta...



O gecenin hem Ah be güzel abim'in 3. kuruluş yıl dönümüne denk gelmesi...
Hem benim doğum günüme oturması...
Üzerine bir de neredeyse 30 yıllık yavşak adi şerefsiz arkadaşım sigaraya elveda demeye karar verdiğim bir gün olması hasebiyle...

Ama en önemlisi işte...

Yukarıda dediğim gibi;

Bu güne kadar sadece yazılarından tanıdığımı düşündüğüm bir sürü insanın aslında hiç te şaşırmadığım gibi ne kadar DÜZGÜN insanlar olduğunu gördüğüm bir gecenin sonunda...

...hepsine sadece içten, kocaman, ama çok samimi teşekkür etmek düşer bizlere.

Davetimizi kırmadığınız ve evimizi şenlendirdiğiniz için...
... blogger olmanın ötesine geçip artık bizim dostlarımız olduğunuz için...

...hepinize çok teşekkür ederiz.