Cuma, Şubat 27, 2009

Küp şeker üretimi..

Aşağıda özel bir yazışma grubunda gördüğüm bilgiyi sizlerle paylaşıyorum.
Belki şekeri attıktan sonra çayının üzerine çıkan tabakanın ne olduğunu merak edenler olabilir diye.:)


1-Toz şeker vakumla bir kalıbın içersine emilerek üzerine buhar püskürtülüp şeker kristallerinin mikro mertebede birbirine yapışması sağlanır, daha sonra püskürtülen buharın nemi ısı ile geri alınıp, şeker kristallerinin birbirine zayıf bir bağ ile yapıştığı küp şeker üretilir. Mesela bir küp şekerin ortasını dudaklarınıza yapıştırıp şekerin içine doğru nefesinizi üflerseniz, o noktadan küp şeker rahatlıkla kırılır, böyle bir yapıyı jelatin ile oluşturamazsınız, ayrıca ucuz su varken küp şekere pahalı jelatin katmak efektif olmamamaktadır.

2- O zaman çayımıza çıkan yağ tabakası nedir? Küp şeker kalıpları proseste kullanılırken aralarına buhar enjekte edilen şeker kristalleri , birbirine yapışırken ayrıca aluminyumdan yapılmış kalıplarada yapışmakta ve kalıptan düzgün çıkmamaktadır. Bunun önüne geçmek için aluminyum kalıpların cidarları Teflon ile kaplanmaktadır. Zaman içinde teflon kaplama , şeker kristallerinin abrazif etkisinden dolayı aşınmakta ve kalıp kullanılamaz olmaktadır. Bu kalıplar Kanada'dan ithal edilmekte ve pahalı olmaktadır. Aşınan kalıplara şekerin yapışmasını önlemek için kalıp yüzeylerinde ince bir yağ filmi oluşturacak şekilde bir yağ (Hayvansal kökenli-kuyruk yağı gibi) tabakası ile kaplama yapılmaktadır. İnsan sağlığına zararlı bir etkisi olmayan bu yağ, üretim prosesinde küp şekere geçtiği için oradanda çayımıza yağ olarak çıkmaktadır.

3-Jelatin ile şeker nerede yan yanadır. Bildiğim kadarı ile; (belki bu konuda yanılabilirim,lütfen kimya mühendisi olanlar düzeltsinler) bu olay genelde şeker pancarından değilde sıvı şeker olarak mısırdan üretilen şekerlerin kullanıldığı gıda maddelerinde kıvam artırıcı (viskozite'sini yükseltici) olarak kullanılmaktadır. Özellikle Reçel, Marmelad ve bazı hamur işlerinde bol miktarda vardır.

İnsanlar güvenle küp şeker kullanabilirler, tavsiyem Türkiye Şeker Fabrikaları mamullerini tercih etmeleridir.

M. Çelebi

Perşembe, Şubat 26, 2009

bir kaç bir şey...

*
Arzu Pınar yazmış "Benjamin Button'a tuhaf soru" nun yorumlarına...
Ah be güzel abim be, Kadın Blogları arasında gösterilmiş ayol. 650 postun içinde bir kaç pasta resmi ve kalamar tarifi var diye midir, nedendir bilmem ama öyle layık bulmuşlar.
*
Dün akşam Slumdog Millionaire'i izledim ve değişik bir film olmasının dışında hiç bir şeyini beğenmedim. Filmden sonra "döneyim bir şeyler yazayım" diye düşünürken, Gülçin'in bu konudaki yazısını, o yazıya bırakılan yorumlarda 7.Oda'nın deposunu, sonra Zülfü Livaneli'yi okudum. Diğer arkadaşların yorumlarına da baktım.
Vazgeçtim.
Son on gün içinde yine bir on-onbeş film izlemişimdir. Çok iyileri vardı aralarında... Bence tabi. Örnekse; The Savages ya da The World's Fastest Indian... Öneririm.
Bu akşamın filmi, şu anda nereye yazdığını bulamadığım ama eğer yanlış hatırlamıyorsam Çınar'ın tavsiyesi; Into the Wild...
*
Yine bir uçağımız düştü.
Gövdede ortasından bölünmüş bir Turkish yazısının, ülkemize ve ulusal havayolumuza iyi bir getirisi olmayacağı kesin.
Nedenler ise duyabildiğim kadarı ile henüz netleşmiş değil.
Diğer yandan, kaza ve nedenleri ile ilgili olmayan ama dün cnbc-e'de Murat Birsel'in kaza sonrasında söylediği bir şeyi duymayanlar için yazıyorum...
Uçak A-9 otobanının hemen yanına düşüyor. Düşme ânı ve sonrasında, o tarafa gelen ambulanslar ve ambulans helikopterlere rağmen, otobanda kimsenin durmaması, olayı izlememesi üzerine konuşulurken Murat Birsel, "Bu olay bizde olsaydı, yol ortasında durup inşaat izleyen bir millet olarak, otobanın o bölümünde, büyük bir insan ve araba yığını olur, on-onbeş dakika içinde de kenarda köfteciler, tavuk-pilavcılar ve meşrubat satıcıları türerdi..."
Kesinlikle katılıyorum.
Adamlar soğuk kanlı...
Beri yandan, bizim tez canlılığımızında sanki başka iyi bir tarafı mı var acaba?
Dün gece ben yatarken Hollanda ilgili makamları, ölü yaralı isimlerini açıklamayı bırakın, cockpitte bulunan 3 cesedi henüz dışarı almamışlardı. (Bizde olsa ikindiye yetiştirirdik valla.)
Olayın üzerinden neredeyse 12 saat geçmiş... Girilmesi tehlikeli olan bir enkaz değilse, ki değil, neden?
Ya herifler çok uyuşuk...
Ya da...
Ya da...
Hollandalıların bile inanamayacağı ve/veya gördüklerinde nedenini kavrayamadıkları, çözebilmek ve açıklama yapabilmek için zaman gerektiren bir görüntü var.
Bekleyeceğiz.
*
Yerel seçimler öncesinde, bir belediye, Türkiye'nin çoğu ilinden daha fazla nüfusa ve oya sahip bir ilçenin sularını hiç bir haber vermeden "lâââk" diye keserek, web mekânında konu ile ilgili hiç bir açıklama gereği görmüyorsa ve bu kesinti hazırlıksız yakalanmış Karşıyaka'lıları 24 saattir üzüyorsa,
ya bunun bedelini ödemeye hazır, ya da harbiden idiot.

Salı, Şubat 24, 2009

BLOGÇULUK KENDİNCE İYİ OLANI PAYLAŞMAKTIR...

İki buçuk yıldır içinde olduğum Blog dünyası ile ilgili düşüncelerimi yazmaya niyetliydim zaten. Bu sabah sevgili Beenmaya'nın yazısında ve takip eden yorumlarda okuduklarım, "doğru zaman bugün" diye düşündürdü bana.

Aslında Blog dünyası demek yerine, Türk Bloggerlar hatta sadece takip ettiğim ve edebildiğim blogçuların dünyası demek daha doğru olacak.
İki sene evvel okuduğum ama şimdilerde, şu ya da bu nedenden dolayı okumadığım/okuyamadığım bloglardan edinilen deneyimlerde var burada.


Neden insanların kendi kişisel tercihlerine karışılıyor, anlamış değilim.

Birisi yemek yazar, diğeri müzik. Bir diğeri gezdiği gördüğü yerleri. Okuduklarını, gördüğü sergileri anlatır kimisi. Kimi alıntılar yapar, kimisi çocukluğunu, bir diğeri ise siyaseti. Çocuğundan ya da ailesinden bahseder bazısı. Kimi farklı bir ulusa hayrandır, kimi Türk'lüğünü öne çıkarır. Kimi içindeki edebiyat aşkını burada sevdikleriyle paylaşmaya çalışır. Sadece sex'le ilgili yazanlar veya Tasavvuf ile ilgilenenler olabilir. Kimisi aldığı ayakkabının fotoğrafını koyar, kimisi bir zulüm fotoğrafı. Bir diğeri kendi çektiği fotoğrafları görmemizi ister. Fıkra anlatan olur, ya da sevdiği bir filmi paylaşır beriki. Bir fotoğraf görüp bunun üzerine satırlar döktürebilir bir diğeri. Kaynak göstermeden bir yazıyı kopyalayıp yapıştıran da olabilir.
Bütün bunların hepsi Paylaşımdır.
Yaptığı, yazdığı, çektiği, dinlediği, gördüğü, okuduğu, yaşadığı, hatta arakladığı şeyi paylaşmak üzerinedir blogçuluk.
Araklamak belki ters gelebilir sana bunu okurken.
Ama bunun ya da benzeri bir şeyin yanlış olduğunu anlatmak, eğer çok yakın arkadaşı filan değilsek, sana-bana düşmez.
Bir blogger, en kötü şartlarda eni konu acıcık eğitim almıştır. Eli kalem tutmakta ve gözü görmektedir.
Neyin daha doğru olduğunu kendisi farkedecektir zaten. Zaman alabilir bu. Olsun.

Yorumlarını açan, kapatan, yine açan, yine kapatan, sonra yine açan...
Ve hatta Bloğunu açan, kapatan, açan, kapatanlar olmuştur. Hatta hatta kapalı bloğunu yeniden kapatanlara bile rastlanmıştır. Olsundur. Hiç bir zaman artema.blogspot.com gibi bir isim önerisi aklıma gelmemiştir mesela şu ana dek.
"Bana ne" dir yani benim için.

Paylaşmıştır benimle...
Severim-bakarım-okurum...
Sevmem-bakmam-okumam...
Bu kadar.

Sen bunu demek istedin, hayır ben böyle dedim. Al sana.. Küüt..
Yorumu neden açtın, neden kapattın? Al bakalım.. Çattt..
Sen bunu böyle yazmışsın, halbuki bu böyle değildi Allahın cezası... gibilerinden yaklaşımlar blogçuluk mudur sizce?

Bir bloggerın yazdığı yazıya elbette ki karşı fikir sunabiliriz.
Bir yanlış varsa (kendimizce) kendi fikrimizin öyle olmadığını belirtebiliriz.
Ama bir şeyi unutmayalım;
Eski deyimle,
Lisan-ı Münasiple.
İncitmeden.

İyi bir blogger iyi bir insan olmalıdır aynı zamanda...
Sevecen, Nazik, Terbiyeli ve hatta Sırdaş...

Yoksa Slumdog Blogger diye film yaparlar, bak...

Pazar, Şubat 22, 2009

Benjamin Button hakkında tuhaf bir soru...

Yazmaya çalışacağım şey gerçekten tuhaf gelebilir size.
Ama hikayenin kendisi de tuhaf değil mi zaten?

Bir kadının aynı erkekle hem sevgili ve hem de anne-oğul ilişkisi yaşaması, ensest hiç bir şey çağrıştırmadı mı sizlere?

Sıralama değişseydi, yani kadın önce ana-oğul ve sonra sevgili ilişkisine girseydi ne düşünürdünüz?

Soruyu şöyle bir örnekle açayım.

Filmdeki tersine yaşlanan karakter kadın olsun. Ellilerinden kırklarına doğru gelirken herhangi birinden hamile kalsın.
Doğan çocuk "Benjamin" olsun. Kadın kırklarından yirmilere gelirken, oğlu da yirmili yaşlarına gelse ve bunlar bir aşk yaşasalar, bir ilişkiye girseler, örneğin.
O zaman ne düşünürdünüz?

Hadi bu soru çok uçuk oldu diyelim.

O zaman filmin içinden, çok daha basit bir soru sorayım size;

"Otuzlu yaşlarınızda ilişkiye girdiğiniz, o dönemde vücudunun her noktasını ezberlediğiniz partneriniz, giderek çocuklaştığında, onu önce çocuk ve sonra bebek olarak kucağınıza aldığınızda, altını değiştirirken, banyo yaptırırken, onu çırılçıplak kollarınıza aldığınızda, sex ile ilgili hiç bir şey düşünmemenize, hiç bir şey hatırlamamanıza imkan var mıdır?"

Bu bir filmdi, zaten tuhaf bir konuydu, öyle şey olmaz diyenlere,
Bu da tuhaf bir soru işte...

The Curious Question about Benjamin Button...

Cuma, Şubat 20, 2009

ALKAR

İstanbul'dan İzmir'e taşındıklarında onbeş yaşındaydı. Yarı yıl tatiline denk getirmişti babası bu işi...
Yeni bir okul, yeni bir çevre, yeni arkadaşlar.

Ailesinin durumu iyi idi. Otuz iki yaşındaki anası, kırk iki yaşındaki babası ve kendisinden dört yaş ufak erkek kardeşi ile birlikte Yalı'da bir dairede oturuyor, iyi bir yaşam sürüyordu.
Yaz tatilinin hemen başında çalışmaya başladı. Harçlığını çıkartıyor hattâ para bile biriktirebiliyordu.
Özgür hissediyordu ve kimseye eyvallah etmiyordu.

Bir yaz akşamı hep birlikte sofrada otururlarken, annesi zeytinyağlı ıspanak koymuştu tabaklarına. Büyük beyaz porselen kâseden sarmısaklı yoğurdu dağıtmaya başladığında "Bana bi'kaşık daha verir misin?" diyerek uzatmıştı tabağını annesine...
Ispanağı bol yoğurtlu seviyordu.
Annesi ikinci kaşığı koymak için davrandığında, babası "Gerek yok. Verme. Bir kaşıkla idâre etmeyi öğrensin." dedi sert bir tonla.
"Neden?" diye sordu babasına.
"Biz savaş gördük. Yarın istediğin kadar yoğurt bulamayabilirsin. Bu eğitimi senin de alman lâzım."
"Onu, yoğurdu bulamadığımız zaman düşünürüm baba. Şu anda yoğurt çoksa masamızda ve savaş yoksa, kimsenin hakkını da yemiyorsam istediğim kadar alabilmeliyim."
"Hayır dedim."
"Baba, ben ıspanağı bol yoğurtlu seviyorum. Ve bunu öyle yiyeceğim. Bunu soframızdan alamıyorsam, gider kendi paramla bakkaldan alırım, yine yerim."

Porselen kâse havada uçarak önünde patladı. Sol kolunun bir bölümü ve sol elinin tamâmı kalın bir yoğurt tabakasıyla kaplanmış, kırık porselen parçaları masanın etrafına dağılmıştı.

O sessizlikte, önce yoğun magma tabakasını delen ve aşağıdan gelen daha az yoğun ve daha sıcak bir sıvının çıkarttığı "Blup" sesi gibi bir şey duyuldu.

Sol elinin üzerindeki yoğurt tabakasını aşmaya çalışan ve bunu başaran kanın sesiydi bu.
Saf beyazın üzerinde koyu kırmızı yayılma hoş göründü ilk anda...
Annesi banyoya gitmesine yardım etmiş, yarayı yıkamış ve üzerine tütün basmıştı.

Evden çıktı. Batıya yürüdü. Emin'in annesi babası yoktu evde, biliyordu. Zili çaldı. Serdar ve Emin'e olanları anlatmaya çalışırken sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.

Üç dikiş attılar eline.

* * * *

Ferit, nereden bilecekti; o gece arkadaşlarına sığındığı bu apartmana yirmi yıl sonra taşınacağını ve sonraki onbeş yıl orada, hayatının en güzel ve en anlamlı günlerini geçireceğini...
Ve nereden bilebilirdi; bu satırları o apartmanın çatı katında yazarken sol elinin üzerinde neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş yara izine bakıp gülümseyeceğini...

Çarşamba, Şubat 18, 2009

Sessizlik...

Vezir, kraldan çok kralcıdır.
Ama aynı kabı kullanmaktadırlar ikisi de...

Zeki Vezir gücün kendisinde olduğunu bildiğinden hababam debabam yüklenmekte ve ezmektedir kralın tebaasını... Kral'a da "Bırak, ben hâllederim." demektedir...

Yalayıcılar ise vezire şak şak yapmakta, bezirgânlar da kapıları açmaktadırlar...
Günlerden bir gün o halktan birisi yeter diye bağırdığında, vezir baskılar kurar, binbir dereden sular getirir, susturmaya çalışır, türlü numaralar yapar.

Ancak bu kez vezirin karşısında, kendisinden daha zeki ve çok dürüst bir adam vardır.
Susar o adam...
Tek kelime etmez.
Haftalarca...
Aylarca...
Yıllarca...
Konuşmaz.

Ama öyle bir hazırlanır ki,

Öyle bir hazırlanır ki...

Ezilmişliğin verdiği hırsla...

Adâletsizliğin verdiği öfkeyle...

Ama en önemlisi sabırla...

Öyle bir hazırlanır ki...

Tek bir darbe için bir hazırlıktır bu...

Enine boyuna, saatlerle, günlerle, haftalarla ve aylarla...
ve dâhi yıllarla düşünülmüş, her bir ayrıntısı defâlarla gözden geçirilmiş,
sınanmış...

Tek bir darbedir.

Gücünü orantısız kullanan zâlim vezire indirilecek tek bir darbe...

Bilir ki; "Zor bir iştir bu... Çok zor..."

Bilir ki; "Bâzen en yakın arkadaşına bile söyleyemeyeceğin şeyler vardır."

Bir dostunun yaptıklarına içerlese bile söylememelidir bunu. O dostu bunu aslında ya iyi niyetinden ya da salaklığından yapmıştır... Ama konuşma zamanı henüz gelmemiştir.

Konuşmak zarar verir...

Herşeye rağmen susmak ve sabretmek...

Bir eğitimdir bu da... Ve en yorucu olan da budur.

Yoksa kara bulutlar toplanıyormuş, etraf çok sessizmiş, önemli değildir.

O, fırtınadan sonra çıkacak olan Gökkuşağının izini sürmektedir...




FIRTINA GETiREN...

Comin' out of nowhere
Drivin' like rain
Stormbringer dance
On the thunder again
Dark cloud gathering
Breaking the day
No point running
'Cause it's coming your way

Ride the rainbow
Crack the sky
Stormbringer coming
Time to die
Got to keep running
Stormbringer coming
He's got nothing you need
He's gonna make you bleed

Rainbow shaker
On a stallion twister
Bareback rider
On the eye of the sky
Stormbringer coming down
Meaning to stay
Thunder and lightning
Heading your way

Ride the rainbow
Crack the sky
Stormbringer coming
Time to die
Got to keep running
Stormbringer coming
He's got nothing you need
He's gonna make you bleed

Coming out of nowhere
Drivin' like a-rain
Stormbringer dance
On the thunder again
Dark cloud gathering
Breaking the day
No point running
'Cause it's coming your way


Yenileme

Yorumlarda Gulteinen Enkelini'nin "Peki Gökkuşağı çıkacak mı?" sorusuna "Çıkacak!" diye yanıt vermemden sonra, üstteki postun fotoğraflarını çekip elimde makinam ile ofise döndüğümde aşağıdaki manzarayı gördüm penceremden...:))


Çarşamba, Şubat 11, 2009

Pazar, Şubat 08, 2009

Kusura bakma... öyle geldi işte...

Adam şemsiyesini kapattı. Yağmur yağmıyordu.
Karşıdaki apartmanın çatı katına baktı. Soluk sarı ışığa dikti gözünü...
Özü oradaydı.
"Halûcum" diyen bir ses yankılandı kulaklarında...

* * * *

Denise:

"Annem... Annem gitti. Biraz daha bekleyemedin be Annem. Bak ilk torunun geldi... "

* * * *

Bebek:

"Anneanne, iki gün erken gelebilseydim sarılabilecektik belkide... Olmadı. Annem ne zaman anlatır bunu bana ve ben ne zaman anlayabilirim?"

* * * *

Seymen:

"Can yoldaşım, Hayat arkadaşım, Sevgilim, Canım... Çok erken değil mi?"

* * * *

Doktor:

"Bebeğin damağı çatlak... Damak protezi yapılması gerek..."

* * * *
Başka bir doktor:

"Enfeksiyon kaptı. Antibiyotik tedavisi gerekiyor."

* * * *

Serhan:

"Canım sevgilim. Düşünmemeye çalış. Ne olur. Sütün kesilecek."

* * * *

Mehmet:

"Baba, 365 gün fırtına olmaz... Bir yerde duracak bu. Kendine dikkat et. Lütfen."

* * * *

Adam yağmur başlasın diye dua etti. Öylece durdu evin karşısında. Soluk sarı ışığa baktı.
Özü oradaydı. Seymen'in yanında...

Bilinci kapanmadan az önce Seymen'in kendisine "Seç" diye seslendiğinde "Canım" dediğini söylediğini hatırladı. Son sözüydü; "Canım"...

Sonra kendisine "Halûcum" diyen sesini duydu Seçkin'in.

Foça'yı düşündü. Mangaldaki kefalleri, kütüphanedeki kitapları, odaları, divanların üzerindeki örtüleri, merdivenleri, o evde televizyonda neler izlendiğini, fransız usulü yapılan kurabiyeleri,
köpekleri, komşunun "Rahşan Hanım" esprisini...

Önce gözleri doldu.
Sonra ağladı.
küfretti.
rakı içti.
yine küfretti.
yine rakı içti.
yine küfretti.

çok üzgünüz...


Cumartesi, Şubat 07, 2009

Yeni bir hizmet...

Sevgili Blogger'lar,
Sağ üst köşede gördüğünüz gibi Google'ın yeni bir widget'ı çıkmış bulunuyor.
Sitenize eklediğinizde, dünyanın neresinde olursa olsun, herhangi bir yabancı, sitenizi anında kendi lisanına çevirebiliyor.
Ancak, bir kaç ufak problem var. Bunlardan birisi, "^" işareti taşıyan ya da örneğin "yapıyo, ediyo, Alzaymır" gibi bilerek konuşma lisanında kullandığımız kelimelerin çevrilememesi ve aynı kalması...
Diğer taraftan, çeviri otomatik olduğu için hiç düzgün değil.
Yine de az akıllı birisi ne demek istediğinizi çözecektir.

Bilginize.

Cuma, Şubat 06, 2009

SEÇ...


Ben O'nu çok sevdim.
O'nu tanıyan herkes çok sevdi...
Şimdi salı günü doğan torununu göremeden yatıyor Onkoloji servisinde...
Tek kızının tek çocuğunu... Buna hazırladı kendisini ve bekledi...
Bekledi...


Dua edin, çıkabilsin oradan...

Perşembe, Şubat 05, 2009

YATAKTAYIZ. (Koyun TV)

Bu programın elifinden telifine tüm hakları ben de saklıdır.

Format şöyle;
5 aile bulunur.
Haftanın beş gecesi sırayla herbirinin evine gidilir.
Ev sâhibi olan çiftin yataktaki atraksiyonları izlenir ve diğer çiftler tarafından puan verilir.

Şartlar:

1- Her türlü değişik denemeye onay verilir.
2- Ön hazırlık, konu ile ilgili alış veriş için harcanacak para konusunda sınır yoktur.
3- Eleştiri ve kavga şarttır.
4- Hijyen ve sağlık koşullarına dikkât edilmesi gereklidir.
5- Çiftlerin alışverişlerinde her tür fenteeeziye yer verecek âlet edevat kullanmaları gerekmektedir.
6- Işık, ambiyans ve ortam puanlamada etkendir.
7- Ev sâhiplerinin yatak odalarına diğer yarışmacılar haricinde Roman ve benzeri müzisyenler çağırmaları ve ortamı darbuka ve diğer mûsikî aletleriyle şenlendirmeleri, eylem sırasında diğer yarışmacı çiftlerin yatağın etrafında göbek atmaları ve gerdan kırmaları ortamlara artı puan yazar.
8- Yarışmacılarımızın hâmilelik durumunda programımız hiç bir sorumluluk almamakta olup, seyreden ve gaza gelip dışarıdan hâmile kalan ailelerle (dış gebelik) ilgili elimizden bi'şicik gelmez.
9- "Aaa, bu yatak DÜZEN'i iyi değil." ya da "Haydaaa, burada KIL var." şeklinde yaratıcı yaklaşımlara, "Kıl buradan çıkmıycak ta nereden çıkçak ki?" ya da "O yastığı tam belinin altına koysaydınız daha uygun olurdu." gibi çiftlerin motivasyonunu bozacak yanıtlar verilmesi veya tam da sonlara doğru tatlı sunumunda müdâhelede bulunmak yassahtır.
10-Katılacak çiftlerden bir tânesinin elemanları profeyşınıl porno artistleridir. Ancak kendilerine verilmiş tâlim ve terbiye gereği abuk subuk şeyler yapmayacaklar aksine son derece mazbut davranacaklardır. Programı seyreden izleyicilerden bu çiftin hangisi olduğunu doğru tahmin eden üç kişiye "Biri bizi özetliyor" adlı programa direk katılım teklif edilecektir. Yerlerse yâni.

Yarışma "Koyun TV" 'de yayımlanmaya başlayacaktır.
Buradaki Koyun kelimesi gevişgetirengillerden etinden-sütünden faydalandığımız hayvan anlamında kullanılmıştır, lûtfen yannış annamayınıs.
Her ne kadar "Öküz TV" veya "Tren TV" kanalları da bu programı yayına koymak istedilerse de, isimler yannış annaşılacağından ben program yapımcısı olarak tercihimi "Koyun!"dan yana kullandım.

Saygılarımla,

Abitan Erkır

Salı, Şubat 03, 2009