Perşembe, Ocak 31, 2008

KAZIKLARDAN BiR DEMET..

26 Ocak Cumartesi gecesi, A.W. ile birlikte bir yemeğe katılmak üzere Alsancak'a geldik. Arabayı, gideceğimiz yere en yakın otopark olan ve Vasıf Çınar Bulvarına deniz tarafından girdiğinizde hemen sağınızda, Dokuz Eylül Üniversitesi rektörlüğünün arkasındaki otoparka bıraktık.. Saatime o anda bakmamama rağmen, 18,30 civârıydı.. Bu otopark çoğunlukla araç bıraktığım, Cumhuriyet Enstitü ve Meslek Lisesi'ne ait bir işletmeydi. Herşeyden önce öyle otopark mafia'sının filân değildi.. Ödediğimiz paranın tamâmı okulun kazancıydı.

****

Yemek geceyarısına doğru sonlandı. Otoparka girip, aracı alarak gişeye geldiğimiz sırada saat 23.55 civârındaydı.
Aracı A.W. kullanıyordu, malûm nedenlerden..
Gişenin üst tarafındaki tabelâda 0-12 saat 4.00ytl, 12-24 saat 6.00ytl ve Kayıp Bilet 6.00ytl yazıyordu kocaman..
A.W. bileti uzattı adama.. "Altı lira.." dedi adam..
Ben, aracın sağ tarafından altı lirayı A.W.'a, A.W. da parayı adama uzattıktan ve fişi alıp cebime attıktan sonra, jeton düştü bende.. (Malûm nedenlerden..)
"Bi dakka yalnız.." dedim.. "Biz buraya 18,30 civârında girdik.. Araç beş saattir burada.. Neden 12 saat üzeri para alıyorsunuz?"
"Bilgisayar öyle yazdı.." diye yanıtladı adam..
"Olur mu öyle şey, Tabelânızda 12 saate kadar 4 ytl. yazıyor koskocaman.. Alamazsınız bu parayı bizden.."
"Valla bilgisayar ne yazdıysa onu alırız biz beyim.." dedi, adam pişkince..
Arkamızda üç araç daha var çıkış yapmak için bekleyen.. Kornaya bastı bir tanesi..
Açtım kapıyı, indim araçtan.. Çok cesâretliyim, malûm nedenlerden..
Önce arkadaki aracın yanına gittim ve düzgün görünümlü bir bey ve hanımefendiye "Bizi kazıklamaya çalışıyorlar, biraz müsaade ederseniz çözücem bu işi.." dedim.
Adam "Tabi.. Destekleriz sizi gerekirse.." diye cevapladı.
Gişeye geldim.. "Verirmisiniz size verdiğim bileti.." dedim adama.. Gariptir, adam bana iki tane bilet verdi. O kafayla bizimkini ayırıverdim orada.. 18:34:40 yazıyordu giriş saatinde.. Diğerindeki saati de gördüm ama.. Sabah dokuz girişli bir araca ait biletti.
Bizimkini göstererek, "Kaç yazıyor burada?" diye yüksek sesle sordum, görevliye..
"18,34.." dedi.
"Nası ya.. Nası yâni? Siz beş saat kalmış bir araçtan nasıl 12 saat kalmış araç parası alırsınız..?" derken, bir başkası geldi gişeye.. Daha gençten bir adam.. "Ne oluyor?" diye sordu.. Kısaca anlattı bizimkisi.. Genç, diğer bileti alarak "Sabah dokuzda girmişsiniz.." dedi. Benim kendi biletimi öbüründen aldığımdan haberi yok tabi..
"O bilet bizim değil abisi.. Ahanda bizimkisi bu.." dedim, avucumun içinden bileti göstererek..

Kısa bir sessizlik oldu.. Birbirlerine baktılar.. "Buyrun" dedi bir tanesi, 2 ytl'mi geri verirken..

****

Çıktık otoparktan, ben sayıyorum tabi adamlara.. (Malûm nedenlerden.)
Bileti cebime koyarken, fiş geldi elime.. Çıkarttım baktım.. AAaaa.. 4ytl.lik fiş kesmiş..::))) Saat tam 00.00'mış.. Yani münakaşa başlamadan önce..




Taktik şu;
Gece geç saatlerde araçlarını almaya gelen insanların yorgun ya da içkili olduklarını düşünerek, fişe bakma olasılıklarının düşük olduğunu biliyorlar..
Önce bileti alıyorlar ve zaten hemen görüyorlar o biletin 4ytl.lik bir bilet olduğunu, ama okutmuyorlar makinaya.. Size 6 lira diyorlar. Ödeyip giderseniz, bileti siz gittikten sonra okutuyorlar. Daha sonra dört lirayı kasaya koyup iki lirayı cebe atıyorlar..
Siz altı lira ödediğiniz halde, dört liralık fişle ayrılıyorsunuz oradan, farkında olmadan..
Buna karşılık, benim gibi kıllarla karşılaşma olasılıklarına karşı, orada bir yerde muhakkak 12 saati aşmış başka bir araç bileti bulunduruyorlar.. Zor durumda o bileti gösteriyorlar size, belki yersiniz diye..
Tabi çoğu kişi iki lirasını böyle aramıyor, konuyu bu kadar uzatmıyor ve hattâ bloğa yazmıyor..
Ve çoğu sürücüde, o gece bizim arkamızda bulunan sürücüler kadar da anlayışlı ve destekçi olmuyor.

***********

Bir diğer kazık konusu ise otomobillere yapılan çifte standart..
Aracınıza taşıtlar vergisi öderken panelvan muamelesi, trafik cezâsı uygularken kamyonet muamelesi yapıyorlar..
Daha önce bir yazımın yorumlarında yazmışım Espy'e cevap olarak..
Araç panelvan olmasına rağmen, cezâları yüksek tutmak için kamyonet statüsüne sokuyorlar ve öyle ceza alıyorlar diye..
Yani kısaca, cezâ öderken "Yok, yok.. Bu araç kamyonet. Daha yüksek cezâ ödeyeceksin.." diyorlar.
Ama vergisini öderken, "Yok, yok.. bu panelvan.. Daha yüksek vergi ödeyeceksin.." diyorlar..

Var mı bööle bi şi?

*****

Abicim, herkes oturtmaya çalışıyor kendince..
Devlette, Kâhya da..

Salı, Ocak 29, 2008

ne sevenim var, ne soranım vaaaarr::))

Hakan'ın ebedî âleme göçüşü ile ilgili yazıya gelen yorumlarda, geçtiğimiz günler içerisinde çok tanıdık ve dostumu uğurladığımı yazanlar vardı..
Ben son zamanlarda bloğa gelen yorumların azalmasını, eğer bana çok yakın olurlarsa bir ayaklarının çukurda olma korkusuna bağlıyorum.

Yeri gelmişken, ben de, "sık kullanılanlar"da, İzmir namaz saatleri'nin bulunmasından hoşlanmadığımı söylemeliyim.

Sağlıklı ve uzun yaşam dileklerimle.
Allah iyiliğinizi versin.

:)

Lise çağındaki bir çocuk okula kayıt olmak için gider...
Müdür sorar, " oğlum adın ne ? "
çocuk : memehmet... yayayakut ...
müdür : oğlum kekeme misin sen?
çocuk : hayır hocam , babam kekemeydi de, nüfus memuru or…….. çocuğuymuş...

Cuma, Ocak 25, 2008

Yuh Yutturan..

Ben abartılı filmleri ve abartılı kahramanları severim..

Bu bakımdan, Indiana'nın yılanlarla dolu bir mahzenden kurtulmasını, Rambo'nun 193 adam öldürmesini, Bond'un havada bir uçaktan atlaması ve diğer uçağa yetişmesi, tutması, içeri girip son anda dağa çarpmayı önlemesini, Die Hard serisinin son filminde John McClane'in yoldan direğe çarptırarak yön değiştirdiği araba ile uçuşa geçerek havadaki helikoptere vurmasını ve düşürmesini zevkle izlemişimdir.. Hem gülmüş hem de heyecanlanmışımdır..

Fakat..

Fakat öyle bir film seyrettim ki, son derece ciddi bir film olmasına karşın, bana bile "Ohannes Kemer yâni.." dedirtti.

Filmin adı: Shoot'em Up.

Clive Owen gibi sevdiğim bir aktörün nasıl olupta böyle bir filmde rol almayı kabûl ettiğini tam olarak çözmüş değilim.. Belki bunu ona söyleyebilseydim, "Ben seni severim.. Kabûl etme bunu.." diye engelleyebilirdim fekat.. Heyhat..

Abi, filmi muhakkak seyredin.. Ciddi bir macera-aksiyon.. En az bin kişiyi öldürüyordur Mr. Smith rolündeki Owen.. Buna karşılık film sürecince sâdece iki parmağı kırılıyor.
Ama eğer seyrederseniz inanamayacaksınız olanlara..

Öyle sahneler var ki, "Yuuuhh" diye bağırmak geçiyor içinizden.. Hemen arkasından öyle başka bir şey oluyor ki, "Yuh"unuzu yutuyorsunuz..

Film sanıyorum ki, Bond filmlerine gönderme.. Zaman zaman bazı sahneler ve müzik, James Bond filmlerine benzerlikleriyle dikkat çekiyor..

Burada size muhakkak bahsetmeyi istediğim bir sahne var..

Bu filmle tanıdığım ve tanıştığıma çok memnun olduğum Monica Belluci (ki evlerden içeri demek lâzım..), Clive Owen'la sevişirken içeri kötü adamlar giriyorlar.. 9 kişiler.. Saydım.
Kahramanlarımız o sırada yatakta, çırılçıplaklar..
Owen, Belluci'yi bırakmadan, önce yataktan yuvarlanarak silahını kapıyor, sonra kız kucağında, her türlü tao, kamasutra pozisyonu dahil, odanın içinde, yuvarlana yuvarlana, döne döne, aynı anda hem sevişiyor, hem de bu dokuz kişiyi öldürüyor. Bu arada kadın çığlık çığlığa.. Korkudan filân zannetmeyin.. Mutluluktan.. Filmin zirve sahnesinde, kadın da zirvede..
Owen, son adamı da öldürüp, duvarda Monica'yı sıkıştırmışken, mırıldanıyor..;
"Meşgûl bir adama ateş edilmez.."


Smith'den bi takım inciler:

"Görüyormusun şu iti, sinyal vermeden şerit değiştiriyor.. Sinyal vermek ne kadar zor olabilir ki? Sinyal vermek için parmağını bir santim kıpırdatması yeter oysa.. Bu pislik, kendi güvenliği ve bizim güvenliğimiz için neden bunu yapmaz ki? Bunun nedeni ne biliyormusun?
Çünkü bu yavşaklar yatakta başarısızdırlar.. Trafiğe çıktıklarında iktidarın ellerinde olduğunu zannederler.. Yolda kimseyi dikkate almazlar.. Bu onların doğalarında var.."

"Deri ceket giyip at kuyruğu saç bırakan adamlardan nefret ediyorum.. At kuyruğu adamı ne serseri, ne genç ne de havalı gösteriyor.."

Smith'in bu sözünde, her ne kadar deri ceket giymesem de, bana da bir atıf var ancak, kendisiyle uğraşamaacem.. Ne dese haklıdır.. Korktum ben bu şahsiyetten..
Gerekirse vurdururum iki numaraya saçları.. Yeter ki, Mr. Smith'le ters düşmeyelim.. Havuç mavuç sokar bi tarafımıza, neme lazım..

Salı, Ocak 22, 2008

Ayar, Ölçü, Kademe, Denge Algılaması Gelişmemiş Toplumda "Uçlarda" Yaşamak - Bilime inanan toplum yaratmak ütopya mı?

Biraz geç kaldın diyebilirsiniz. Atı alan şeriata geçmek üzere çünkü. Neyse bunlara aldırmadan yazmak gerek. Birilerinin yazması gerek diye düşünüyorum.

Bilim dünyasının hayatımıza kazandırdığı sayısız kolaylık var. Geçen yüzyılda artan sıklıkla sosyal konularda bilimden yararlanabileceği kanıtlandı. Dolayısıyla Doğal Bilimlerin Sosyal Bilimlere katkısı yadsınamaz. Özellikle Batı'da İkinci Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan sosyal düzende en azından Batı demokrasileri insanı ön planda tutan bir sistem kurmayı hedeflediler. Bu ülkelerden hangileri ne kadar başarılı oldu, bunu tartışmayacağım. Ama bir şeylerin kaydını tutmak, ölçmek ve bunun üzerinden yeni sosyal politikalar üretilmesi ihtiyacı istatistik biliminin sosyal bilimlerle iç içe çalışmasını gerektirdi. Elbette insan davranışı önceden kestirilemezdi ve kesin sonuçlar öngörülemezdi. Bu durum doğrudan insan doğasıyla bağlantılıydı. Hiçbir şey kesin değildi. Sosyal bilimler alanında çalışmaya başlamanın önkabulü buydu. Ancak genel eğilimler tespit edilebilirdi, hükümetler eğilimlere göre, örneğin göç politikalarını, sağlık politikalarını daha inandırıcı hedeflere göre belirleyebileceklerdi. Ve sosyal bilimlerde bir tezin istatistiksel analiz dayanağı olmadan savunulması artık fazla tercih edilmiyordu.

Elbette yapılan istatistiksel ölçümler sosyal bilimlerin diline paralel olmalıydı. Örneğin uluslararası ilişkilerde devletlerin bir gelişme konusunda ne gibi tutum takınacağı önceden kestirilemez ve bu durum o disiplinde çalışanları ihtiyatlı açıklamalar yapmaya iter. Mesela: "ABD hükümetinin 2008 yılı içinde İran'a bir hava harekâtı kararı alma olasılığı oldukça yüksektir." denir Ya da, "Avrupa Birliği ülkelerinin üzerinde anlaştığı Avrupa tutuklama emri ile organize suçlarda %20'lik bir düşüş öngörülüyor." denebilir.

Neden öngürülüyor?, neden oldukça yüksek? Neden saldıracak değil? neden düşecek değil?

Siyasi tartışmalara ağırlık veren TV kanallarını izlediğinizde bilim dünyasından gelen konuk uzmanları bile dinleseniz siyasi, sosyal konular hakkında hep kesin ve kendinden emin konuştuklarını görürsünüz. Diğer yandan TV kanallarının da bilgiye aç toplumu somut yanıtlarla beslemesi gerek ki rating yapsın. Ama burada duyarlılık yaratmak bilim insanlarına düşüyor. Örneğin kuş gribini bitiriyoruz yerine, bu sene kuş gribi vakalarını %37 azaltacağız demeli. İstanbul'un su sorununu kökten çözüyorum yerine barajlardaki doluluk oranını %10 artırmayı başarı sayarız demeli. Demeli ki insanların kulağı alışsın. Vatandaş desin ki ha biz bu yıl susuzluk çekmeyeceğiz belki ama durum kritik. Tedbiri elden bırakmayalım. Ama öteki diyor ki kökten çözüyorum. E o zaman vatandaş der ki: Harca harcayabildiğin kadar. Nerede kaldı, ölçü, denge? Hava koşullarını tahmin etmek artık mümkün. Türkiye'de yağış istatistikleri belli. Buna göre bir öngörüde bulunulabilir ancak uzman. Yoksa bu uzmanlara müneccim demek gerek.

Peki görece durumları insanımız nasıl anlamaya, ayırt etmeye başlayacak?

Ben eskiden her sabah okula gitmek için bindiğim okul servisinden örnek vereceğim.

Serviste iki önemli konu olurdu. Biri teypte çalan müzik. İkincisi kışın açılan ısıtma sistemi, yazın açılan klima.

Örnek: Müzik hip-hop tarzı, ses sonuna kadar açık, rockçı olarak müdahale edemiyoruz. Bari dedim şoföre söyleyeyim, sesi biraz kıssın.
Ben: Abi şunun sesini biraz kıssana.
Şöfor: Ha? (durumu çakar ve teybi kapatır)
Arka taraf: "abi naaaptın!!" diye baarır.
Şoför: Rahatsız olan var!!
Ben(içimden): Ne alakası var, ben sadece bir kademe kıs dedim, sen teybi kapattın. Mal!!!

Yani şu teyplerde 1'den 10' a kadar ses kademesi var ise, ve ses düğmesi 10'u gösteriyorsa, ben senden onu 6'ya falan getirmeni istedim. Sen gittin mal gibi teybi kapattın. Arka tarafı bana düşman ettin.

Bu ülkede insanlardan ne zaman kademeli, göreceli bir şey istesem hep pişman olmuşumdur.

Ben: Abi çay biraz koyu olsun.
Gelen çay simsiyahtır. Biraz açık getirse, sidik rengidir. Bir orta, bir ayar tutturan çok az insanla karşılaştım.

E şimdi hayatın temelinde bazı ölçü ayar kademe hesabını öğrenmemiş, bilmeyen en başta yaptığım açıklamaların nasıl farkına varacak?

Bence hayatı oldukça eksik yaşıyoruz. Göreceli durumların farkına varmak hayattan tat almak için önemli. Yine çok sıradan örnekler vereyim. Mesela klasik müzikten fazla hoşlanmam demek, klasik müziği bir yerde duysam dinlemeyeceğim anlamına gelmez. Dolayısıyla klasik müzik seven birisi sevdiği müziği dinlerken benim irrite olmayacağım anlaşılır. Ama ülkemizde böyle anlaşılmaz, kamplaşılır. Yani ülkemizde fazla hoşlanmam demekle hoşlanmam demek arasında fark yoktur.

Bizim ülkemizde birini çok seversin ya da birinden nefret edersin. Biri çok güzeldir, biri çok çirkindir. Biri çok başarılıdır. Biri geri zekâlıdır. Bunların arasında kaldıysan birileri senin adına seni hemen kutuplaştırıverir. Aman ha işine yarayan kutuba düşmeye bak. Aman!

Mesela: Sokaktan geçen hatun

Arkadaş: Müthiş, bombastik hatun, yerlerde sürünürüm.....
Ben: Evet oldukça güzel
Arkadaş: Ben anladım, sen beğenmedin onu
Ben: Hoppalaaaaa!!
Gördüğünüz gibi arkadaş beni hemen bir kutubun üyesi yaptı. Beğenmeyenler kutubu. Takım tutar gibi...hatta sınır karakolu gibi...

Kutuplaşmamak, kamplaşmamak için inançlara olduğu kadar dünyevi olan bilimsel, teknik konulara da ilgi göstermek gerek. Şimdi bunu anlatınca insanlar hemen şunu anladı. Kütüphaneye git kitap oku, google'dan araştır falan filan. Öyle değil. Mesela, çamaşır makinası mı aldın. Kullanım kitapçığını bi oku, bu aletin ne numaraları, ne ayarları varmış bi bak. Cep telefonunu satın alırken, ihtiyacını gidersin diye mi aldın, yoksa o senin için statü sembolü mü? Hadi statü sembolü olsun, hiçbir özelliğini kullanmadan onu taşıyorsun, bari iki özelliğini öğren. Yok abi. Ne ayar var, ne denge.

Toplumsal yaşamda insanların birbirlerini anlamalarının önemli anahtarlarından biri, bu ayrımların, dengelerin farkına varmaktır. Bir fikir peşinde güdülenmiş sürünün parçası olmaktansa, ortak değerleri paylaşan dernek üyesi olmak ve dernek üyelerinin bireysel farklarını tanımaya çalışmak hayatı zenginleştirebilir. İşte bireyleri tanırken onları tercihleriyle ayırt edebiliriz. Onun için tercihlerin sıklığı ya da şiddetini bilmemiz, anlamamız sonra onları zihnimizde ölçebilmemiz gerek. Tercihler hakkında daha ölçülü bir duyarlık geliştirdiğimizde, karakterlerimizin siyahla beyaz olmadığı, insanların aslında ne kadar renkli kişilikleri olduğu ortaya çıkabilir.

Şimdilik bu zenginliklerin pek farkında değiliz ve çoğumuz sönük yaşamlar sürdürüyoruz.

Türkiye'de var olan cemiyetleşmelere bir bakınız. Hep içine kapanıktır. Farklılıklar içeriye açık, dışarıya kapalıdır. Dışarıya karşı cemiyet yekvücuttur. Neden? Bu bir sendika olabilir, devlet kurumu olabilir, arkadaş grubu olabilir. Ama farklılıkların sesini duyamazsın. Neden?

Arkadaş grubunda konuşurken kendini olduğun gibi, daha rahat ifade edebilirsin belki. Ama dışarıyla farklılığını paylaştığında çoğunlukla bir kalıba sokulup, saf tutman beklenir. Neden? Biz bireylere önem veren bir ülkede mi yaşıyoruz acaba? Bizim demokrasimiz, sırf adı demokrasi olsun diye mi var? Bu ülkede hukuk dengeli ve adil dağıtılması gerekirken neden göreceli? Bir babayiğit çıkıp da neden "Türkiye hukuk devleti değildir" diyemiyor? Ya da "Olay Yüce Türk Adaletine intikal etmiştir ve ben ona inanmıyorum" neden diyemiyor? Bir babayiğit çıkıp neden şunu diyemiyor. "Seçimde Parti Genel Başkanının işaret ettiği adaya oy vermek zorunda kaldım. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki vekillerin çoğunluğu işaret edilen adaylardan oluşuyor. O yüzden beni temsil etmiyor. Bu meclisin çıkardığı tüm yasalar tartışmalıdır, hatta geçersizdir".

Bunların hesabını sorabildiğimizde, cevaplarını alabildiğimizde, farklılıkların dikkate alındığı bir ülkede yaşadığımıza artık inanabiliriz belki.

Bu türden duyarlılıkları geliştirdiğimizde bilime inanan toplum yaratmak ütopya olmayabilir. Sonra ileri aşamalara geçeceğiz. Mesela farklılıkları kabullendiğimizde uyum sorunlarımız hafifleyebilir. Yabancı ülkelerde yaşamaya, o ülkeleri ziyarete gittiğimizde; örneğin Almanya'da yaşayan Türklerin Alman kültürüne uyum sağlamamak adına koyduğu inatçı tepkiyi biz oraya gittiğimizde daha hafif şekilde atlatacağız. Toplumsal etiketlerden, fişlemelerden kurtulup, kişisel farklılığımızı ön plana çıkarabileceğiz. Türkiye'den gelen bireyler olarak bunu diğer toplumlara da hissettirebileceğiz. Tabi bu alanda ilerleme ancak karşılıklı olursa mümkün. Unutmayalım, ırkçılık, kapitalizm, çevre kirliliği, vs. bilim ve düşün dünyasından faydalandığımız Batı medeniyetinin eseridir. O yüzden faydalandığımız, referans gösterdiğimiz dünya'nın hangi alanlarda başarısız olduğunu anlayarak, yolumuza yalpalayarakda olsa, duvarlara çarpa çarpa da olsa, ite kaka da olsa devam etmeliyiz.

Pazartesi, Ocak 21, 2008

EGE'NiN iKi YAKASI

30'lu yaşlarımın başında, Yorgo diye bir Yunan'lı çocukla tanıştım. Chios (Sakız adası) üzerinden İzmir'e geldi. Çeşme'de karşıladım onu... Ahtapot istiyordu Yunanistan'a... Uzun etmeyeyim, ben bir dönem Yunanistan'a bayağı bi ahtapot ihracatı yapmış adamımdır yani.
Sonra, Yorgo beni Atina'ya davet etti. Hayatımda ilk kez Türkiye sınırları dışına çıkacağım... Önce Çeşme'den Sakız adasına feribot'la, Sakız'dan Atina Pire'ye gemiyle geçeceğim...
Tabi hazır Atina'ya gitmişken de, oradan uçakla, Frankfurt aktarmalı Düsseldorf yapacağım ki, yıllardır orada bulunan, Chakotay olsun, Tez olsun, çocukluk arkadaşlarımı da ziyaret edebileyim...

İşte programım buydu...

O zaman schengen vizesi yok... Yunanistan ve Almanya için ayrı vize alınması gerekiyor, ki alındı..

Sorun şu; ben annem ve babamla birlikte, çocukken binmişim uçağa ilk kez, hiç hatırlamıyorum...
...ve acaip tırsıyorum..

Üçbin mark para koydum cebime... Çeşme'de Ertürk yazıhanesine geldim... "Chios'a bi bilet.." dedim. Rakamı yanlış hatırlıyor olabilirim ama "Tek gidiş 10 dolar, gidiş dönüş 15 dolar." gibi bir şey dediler... Ben de "gidiş dönüş verin o zaman..." dedim öylesine... Yansa da ne olur ki... Altı üstü beş dolar fark...

1991 Eylül'üydü. Çok rüzgarlı bir havada, dalgalı bir deniz geçip ilk kez Türkiye'nin dışına çıktım...

Bir kaç saat sonra gemi kalkıyordu, Atina'ya... Bir kahve içtim limanda... Sonra gemiye girip yerimi buldum. Gece yolculuğuydu ve Ege çok dalgalıydı.
Gece yarısı Pulmanlarda yer bulamamış insanlar, yerlerde, üzerlerinde battaniye ile uyumaya çalışıyorlardı...





Sabah Atina'da Yorgo'yla buluştuk... Beni bir otel'e yerleştirdi. Üç gece kaldım. Gündüz iş yapıyorduk, gece Taverna'ları geziyorduk.

Son gece "Asterias" diye bir yere götürdüler beni... Olağanüstü bir yerdi o zamanlar için... Şimdi Türkiye'de o tipte bir sürü mekân var ama, o zamanlar yoktu işte...


Asterias, Havaalanına çok yakın... Ben de ertesi gün uçacağım için gâyet pinpir durumdayım. Üstümüzden zırt pırt ya iniyor ya kalkıyor uçaklar... Dedim ki kendi kendime; "ulen şurada oturduğun süre içinde 100 tane indi kalktı, hiç bir şey olmadı... Seni bulacak yâni... Uç git işte."
Ertesi gün Lufthansa ile Atina'dan bir havalandık... Bir daha da inmedim sonra uçaktan.

Neyse efendim, Aachen'dayız... Bizim kankalarla birlikte... Chakotay'ın karısı Yunan'lıydı... (Şimdi halâ Yunanlı ama artık karısı değil..:)) Bir gün benim pasaporta bakarken sordu bana; "Sen nasıl dönüyorsun?" diye...
Nasıl yani nasıl? dedim... "Hangi rota ile?" dedi... "İşte aynı rota... Aachen-Düsseldorf, araba ile... Düsseldorf-Frankfurt-Atina, uçak... Atina-Chios, gemi ve Chios-Çeşme Ertürk feribotu..." dedim...
"Olmaz. Senin vizen yok ki Yunanistan için..." deyiverdi... Lan... Amanın... Nası yok?
Pasaporta bi baktık.... Vize Monos... Yani tek giriş çıkışlık verilmiş ve ben de o hakkımı kullanmışım. Eee, ne poh yiicaz? Köln'de Yunan konsolosluğu var, bi oraya kadar gidip denemek lazım. Gittik... Palikarya, bizi kırkbeş dakika bekleterek, evrakları uzun uzun inceledikten sonra, Yunanistan'dan çıkacağıma dair bir kanıtım olmadığı sürece bu vizeyi veremeyeceğini söyledi...
Ben ingilizce, Stella yunanca bastırıyoruz adama... Nuh diyor, İsa demiyor. :)
Yav, n'apçaz, n'etçez derken, bir ışık yandı beynimde... Cüzdanımı açmadan önce adama "Meselâ bu bir bilet olabilir mi? " dedim... "Olur." dedi adam..
Buruşuk bir bilet parçası çıkardım cüzdandan... Beş dolara kıyıp öylesine aldığım, Chios-Çeşme dönüş biletimi...
Palikarya, bazı evraklar verdi, doldurduk Stella ile... Bastılar damgayı... Ohhh...



Asıl anlatacağım şey bu değil ama...
Dönüş yolunda, Düsseldorf, Frankfurt derken geldim Atina'ya... Yorgo karşıladı... "Gel, seni bir otele yerleştireyim yine..." dedi.. Gemi ertesi gece çünkü Chios'a...
Oysa ben bir alışmışım uçağa... Dedim ki Yorgo'ya; "Sen bana hemen bi uçak var mı bi bak bakiim Chios'a..."
Bu konuşmadan birbuçuk saat sonra Chios'taydım yine...
Ne geminin o azap dolu saatleri... Ne gece yolculuğu... Ne zaman kaybı... Ne Ege'nin dalgaları...

Bir akşam üzeriydi... Ve Çeşmeye ilk feribot ertesi sabah yedideydi... Bir gece Chios'ta kalmam gerekiyordu... Limandan batıya doğru yürürken gördüm Otel Kyma'yı...



Girdim içeriye. Resepsiyonda uzun boylu, ben yaşlarda bir çocuk... (Çocuğuz henüz..:) yaş otuz...)
Bir gece kalacağımı, ertesi sabah Ertürk'le Çeşme'ye geçeceğimi anlattım.. "Tamam." dedi...
Elimi cebime attım ve yemiş olduğum ikibin Mark'tan kalan son bütün binlik markı masasına koydum... Şöyle bir baktı yüzüme... Hafta sonuydu, Akşam vaktiydi... Karşısında sakallı bir Türk vardı...
O anda ne düşündüğünü tam bilemiyorum ama "Bana bu parayı bozamam, bir yerde bozdurup getirin..." dedi.
Kredi kartı yok 1991'de...
Belki vardır da, ben de yok yâni...
Çıktım, tekrar Limana doğru yürürken gördüğüm her yere sordum, bozduramadım...
Ne yapacağımı bilmez bir halde, Kyma'ya girdim...
Çocuğa, bozduramadığımı, ancak 1000 mark'ı kendisine bırakabileceğimi, o akşam ve gece kasaya girecek paralardan sabaha kadar paranın üzerini tamamlama olasılığı olduğunu, gerekirse para üstü olarak Drahmi'de verebileceğini, çok yorgun ve hattâ biraz hasta olduğumu ve uyumak istediğimi söyledim...
Yüzüme bir kez daha baktı...
Hiç bozukluğun yok mu dedi...
Cebimde ne var ne yok, demir paraların hepsini döktüm masasının üzerine...
İki-üç mark, üç-dört drahmi ve bir kaç lira vardı...
Liraları bana doğru itti, "Bunlar sana karşıda lâzım olur." diyerek... Bugünün parası ile on yeni lira bile etmeyecek olan metal mark ve drahmileri aldı.
Sonra bana döndü; "Sen benim misafirimsin bu gece" diyerek devam etti. "Bu küçük parayı senden ve benden yana bir ticaret olsun, aklımız kalmasın birbirimizde diye alıyorum... Yukarıda Onassis'in kaldığı bir oda var... Orada yat, uyu ve dinlen...
Karnın açsa yemekte göndereyim odana...
Sabah altıda uyandıracağım... Müşteriler var, Ertürk'le Çeşme'ye geçecek... Onları bıraktığım araba ile seni de bırakırım limana..." dedi.

Yemek istemedim. Karnım da toktu zaten. Elini uzattı bana... "Adım Theodore, iyi uykular... Güzelce dinlen..." dedi.

Merdivenlerden yukarı çıktım... Az sonra bir sürahi Limonata ve bir şişe su getirdi, oda servisi.
Deliksiz bir uykudan sonra, sabah altıda çalan telefonla uyandım. Theodore, "Goodmorning... Yakalaman gereken bir bot var." diyordu gayet neşeli bir sesle...


Feribota binerken, son kez tokalaştık Theodore ile..
Kendisine nasıl teşekkür edeceğimi bilemediğimi söyledim...
Yunanlıların kendilerine has o metalik aksânı ile, "World is so small... Maybe anytime, anywhere, we'll meet again... We're brother." dedi.. (Dünya küçük... Belki bi gün, bi yerde yine karşılaşırız... Biz kardeşiz.)

Gün yeni doğuyordu Anadolu'nun üzerinden...
Ben Ege'nin karşı kıyısına geçiyordum...




Görüşümü değiştiren Yorgo ve Theodore için..

Salı, Ocak 15, 2008

Ş. Hakan Kündük / Nüks Again

Çok akıllı, çok zeki ama çok kendi kendine bir adamdı Hakan..
1980'li yılların başında tanımıştım O'nu.. Diş hekimiydi.. Bir oğlu vardı..
Kedileri ve balıkları çok severdi.

Sonra bir müddet görüşmedik.. 90'lara doğru tekrar harlandı ilişkimiz..
Günde iki paket Samsun içerdi. Kafası iyi olduğunda, rakı masalarında yüksek espriler yapardı.. Çoğu kişi anlamazdı esprilerinin inceliğini..

Geçen sene akciğer kanseri olduğunu öğrendi.. Kemolar, Işınlar.. Hiç kaybetmedi direncini.. Dalga da geçti hastalığı ile..

Baştan "tümör küçüldü, yırttı." filân olduk..
Kendisi de öyle diyordu, doktorlar da..

Sevinmiştik..

Üç dört ay önce, msn'de kişisel iletisinde "Nüks Again" yazınca anlamıştım yine kötüye gittiğini..

İki kez yemeğe çıktık.. Birisi erkek erkeğe, arkadaşlarla..
Diğerinde eşlerimiz de vardı.. Erkek erkeğe yapılan yemekte, duygulanmış, gözleri dolmuş ve masada bulunanları derinden etkileyen bir konuşma yapmıştı..

Bu yemekleri organize etmemi isterken, "Hadi, elini çabuk tut.. Çocuk askere gitmeden yap şu yemekleri.." diye ölümüne gönderme yapıyordu..

Dün gece çocuk askere gitti.

Birazdan, Alsancak Hocazade Camiinden uğurlayacağız O'nu..

** ** **


Sabahları kalkıp, kapıları açıyorum
Bütün herkes geliyor.
Serçeler, kumrular, isa çiçekleri
Bulutları çağırıyorum, geliyorlar
Gökyüzü çok fena mavi
Yürüyemiyorum, ayaklarım yok
Sanki bir ruhum
Sanki bir badem ağacıyım
Benim çağlalarımı yiyin
Bir kadeh rakıyla
Dünyada can'ın yaşadığını hatırlamak için

Ş.Hakan Kündük



Hakan Kündük Sitesi..

Cumartesi, Ocak 12, 2008

Nezleyim..

"Benim bilebildiğim ve tâkip edebildiğim blog âlemindeki genel uyuşukluk ve kış uykusu bana da bulaştı kanımca.. Gülçin'i ayrı tutarak yazıyorum bunu.. İyi gidiyor O.. Nazar değmesin..
Hep, Rehâvi, Gamze, Espresso, Su Kabağı, Jubelum, Çalışan Anne, Ege Mavisi.. Başlangıçtaki enerji bir şekilde kayboldu.. Yedinci Oda zaten arada sırada yazıyordu, başından beri..
Sıfır Noktası, kötü zamanlar geçirdi.. Yavaş yavaş iyileşecek..
Berceste ve Return2 kepenk kapattı..

Yaklaşık bir haftadır devam eden boğaz ağrısı ve öksürük etken midir, bilmiyorum.
Diğer yanda sigarayla savaşıyorum. Ne zaman denesem bunu, hep bi uyuşukluk gelmiştir üstüme..
Kafam da karışık biraz.
Aklımdaki bazı konuları yazmaya başlayamıyorum.
Yazdıklarımı da yayınlamıyorum.

Biraz dinleniyorum.
Ama, bir yere gitmiş değilim, buralardayım.."
gibisinden bir şeyler yazıp, bir müddet yok olacaktım ki,
bir sigara yakmaya,
kendime gelmeye karar verdim..
Kim ne derse desin, isteyen Mother Fucker'da şeyimi yesin..
Ben aslan gibi buralardayım..

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Bir Varyag geçti, var mıdır yok mudur, Varyok mudur belli değil

Vaziyetler, ortamlar neydi o aralar:

2001 yılında ABD'den yeni dönmüştüm. Bir yandan 2001 ekonomik krizi tüm şiddetiyle iş imkanlarını yok etmişti, hala ediyor, diğer yandan ikiz kulelerin altında kalan dinci radikalizmin üzerime çöken ezikliği ile pusulayı şaşırmış vaziyette İstanbul'da biraderin yanında kalırken karşılaştım Varyagla.

Aslında "iyi ki ikiz kulelere saldırı sırasında New York'ta değildim" diyordum. Orada kalan, özellikle ortadoğulu yabancıların, sözde "demokrasi ve özgürlükler ülkesi"nde ne gibi haksız uygulamalara maruz kaldıklarını basından, internetten takip ediyordum. Siyasal islama kaymaya ramak kalmış ülkeye gelmiştim. Koalisyon iktidarının son çırpınışları hissediliyordu. Ben ABD'den hiç haz etmediğimden dönmüştüm, 11 Eylül'den 3 ay önce, ama bu olay benim gibi Ortadoğu'nun laik insanlarının önünü tıkamıştı. Bir daha ne Amerika'da ne Avrupa'da rahat yaşayabilecektim. Çünkü Ortadoğu'dan gelen artık zanlı muamelesi görüyordu. Türkiye'den gelmek yeterli idi. Yok "ben laik kesimin adamıyım, radikal olan onlar" gibi açıklamalar ne Amerikalıyı ne Avrupalıyı kesiyordu. İşin acı tarafı, bu konularda daha dengeli olan Avrupa bile kademe kademe ABD yanında saf tutacaktı. Özellikle benim için o sıralar neydi Türkiye desen: 1999 Marmara depremi üzerine ekonomik kriz gelmiş, iş yok, ABD'ye dönmek istemiyorum, Avrupa yolu kapalı. E kayıtdışı yollar desen; onlarla işim olmaz. Dönsem toplumsal baskı, şiddet, aşağılama her şeye maruz kalabilirim. Türkiye'de sıkışıp kalmışım. Türkiye desen, burada ayrı bir toplumsal baskı mekanizması işliyordu: "Maço, dan-dun, hırt kültür"e yeniden alışma zorunluluğu vardı tepemde giyotinin sivri bıçağı gibi bekleyen. Tüm zorluklarına rağmen yeniden uyum sağladım(sayılır). Ama bu Varyag olayı üzerine temiz bir yıl daha işsiz kalmışımdır.


(Ben de ordaydım hesabı)

İşte İstanbul boğazından geçerken gördüğüm Varyag, o sıralar içinde bulunduğum o kasvetli, iç bunaltıcı durumun aynası gibiydi. Dümensiz, motorsuz, nereye çekersen oraya gidecekti. Eyvallah diyecekti.


(Şöyle daha dikkatli bakarsanız, bissürü tip yanına varmak için denize açılmış. Töredendir. Her zamanki halimiz:)

Nerden geldin nereye gidiyordun Ey Varyok:

Bu gemiyi gördüğümde ortada bir teknoloji transferi olduğu belli idi. Tamamen boşaltılmış, paslı ama bir fikir veren. Ukrayna'ya Sovyet Rusya'dan miras kalan geminin, 2 yıl önce yeniden Çin Egemenliğine geçen eski Portekiz sömürgesi Macau'da kumarhane olması düşünülüyordu. Çin Halk Cumhuriyeti gemiyi satın almıştı. Ama sonraları bu gemi'nin Çin'in deniz kuvvetlerini geliştirmek için alındığı anlaşıldı. Belli ki ilk anda ABD ve Tayvan'ın tepkisini aşmak için kumarhane hikayesi uydurulmuştu. En çok da Macaulular gaza gelmişti. O kadar tepki göstermişlerdi bu işe boşu boşuna. Neyse tüm diğer ülkelere geçmiş olsun. Çin'in yeni uçak gemisi hayırlı ve uğurlu olsun.

Sonuç bir var bir yok:

Çinli devlet adamlarının ne kadar iyi diplomat oldukları, Batı'daki uluslararası ilişkiler yayınlarında pek yer almaz. Ama artık yer alsa iyi olur. Türk diplomatlardan bahsetmiyorum zaten. Onların gemisi dümensiz ve motorsuz. Römorkör kiminse, kılavuz nereye çekerse, oraya gideceğiz onlarla...eli mahkum...bir var bir yok.

Şimdi benim için Türkiye desen: Bir yandan yine kıstırılmışlık duygusu devam ediyor. Ama diğer yandan bana iş ve barınak sağladığı için minnettarım. Ama kültür, gelenek ve göreneklerine aceyip kılım. Ama yine de minnetarım şeklinde ikilemlerle devam ediyoruz.

Çin a nay yavrum,
Çin a Çin a nay. (Hopa çin a kısmına girmiyorum :)

Ara yayın

Yehova Şahitleri hareketini duymuşsunuzdur. Peki Yalova Şahitlerini duydunuz mu?

Söyle tanımlanıyor: Yalova'nın il olması için yalandan şahitlik yapan o dönemki merkez kıraathanesi müşterilerinin sıfatı.

tansu çiller bu güzide ilçemize gelmiş ve sormuştur:

- sevgili bayburtlular, batburt'un il olduğuna şahitlik ediyor musunuz? (efendim bayburt değil yalova)

-öhü sevgili bayburtlular, batburt'un il olduğuna şahitlik ediyor musunuz?

+ elhamdülillah ediyoruz.

- yaptım gitti.

Kaynak: http://www.ulusözlük.com/ "oh bebek" rumuzlu kişi

Cumartesi, Ocak 05, 2008

Mustafa Mutlu / Gazete Vatan'dan..

İngiliz kökenli moda merkezi Harvey Nichols, 2006 yılında İngiltere’den sonra Türkiye’de de bir mağaza açtı. Mağaza, lüks alışveriş merkezi Kanyon’da bulunuyor... Net 8 bin metrekare kapalı alana sahip. İsterseniz siz buna ‘80 adet 100 metrekarelik daire’ de diyebilirsiniz. Üç katlı mağaza için 13 milyon dolar harcandı. 300 kişi çalışıyor. 300’den fazla marka ve 150 bin çeşit ürün yer alıyor. En pahalı ürün 14 bin dolara satılan Bottega Veneta marka çanta. En ucuz ürün ise 20 dolara çorap. Günlük cirosu yaklaşık 120 bin dolar. Birinci katında “klasik şıklığın duayeni” Giorgio Armani, “Holywood yıldızlarının ayaklarında devleşen” ayakkabı markası Salvatore Ferragamo, “deri çantada dünyanın bir numarası” Loewe, “kişisel bakımı bir ritüele dönüştüren” Kuaför Ata bulunuyor... Ayrıca bir de “Juice Bar...” İkinci katta, “kişiye özel alışveriş hizmeti” veriliyor. Geniş ve rahat oturma grubu, aynalarla kaplı duvarlar, yiyecek-içecek servisi ve emre amade satış elemanları... Chanel, Jo Malone, Lanvin, Pierre Hardy, Camilla Skovgarda gibi markalar da cabası. Üçüncü katta yine dünyanın en pahalı markaları ve bir de “Gurme Market...”

***

Gelelim bir “reklam yazarı” gibi bu mağazadan söz etmemin nedenine: Böyle bir mağazayı sırf “rahat alışveriş edebilmek” için kim kapatır? Dubai Şeyhi... Evet! Suudi Kralı... Evet! Dünyanın en zengin adamlarından Bill Gates... Evet...
Peki; Türkiye’den kim kapatabilir? Belki kapatabilecek başka birileri de vardır ama dün öğrendik ki bugüne kadar bunu yapan tek kişi, Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan olmuş... Emine Hanım her ayın belli günlerinde... Dikkat edin, “bir kez” değil... Her ayın belli günlerinde birkaç yakın arkadaşıyla akşam saatlerinde Kanyon’a gelir ve garajdan özel bir asansörle bu mağazaya çıkarmış... O sırada da mağazaya başka hiçbir müşteri alınmazmış! Sonra da Hanımefendi’nin canı bazen film seyretmek istermiş... O zaman da mağazadan Kanyon’un konforlu sinema salonlarından birine geçermiş arkadaşlarıyla... Tahmin edebileceğiniz gibi o salon da halka kapatılırmış!

***

Başbakan’ın maaşı aşağı yukarı 12 bin YTL, bu mağazadaki bir çantanın fiyatı bile çok daha pahalı... Demek ki Başbakan, “Maaşımla geçinmekte sıkıntı çekiyorum” derken, Emine Hanım’ın bu “lüks merakı”nı anlatmaya çalışıyormuş aslında! Allah’tan çocuklarının düğününde “yakınları” çok takı taktılar da, oğullarını-kızlarını “bursla” okutmak zorunda kalan bu ailenin “hanımefendisi” artık mağaza kapatabilir hale geldi!

***

Dün bu konudan söz ettiğim bazı arkadaşlar, “Ne o, kıskandın mı?” diye sordu. Hayır kıskanmadım... Böyle “zengin ve güçlü” bir Başbakanımız olduğu için gurur duydum...
Siz de kıskanmayın ne olur!
Çalışın, sizin de olur!


*****

Danke Schön Tez..

Perşembe, Ocak 03, 2008

ERGUN APARTMANI

Nişantaşı'nda, Hüsrev Gerede caddesi yolu ile aşağıya doğru inerken sol kolda kalan Teşvikiye Camî bitiminde hemen bir sol ve ilk sağ yapıp yönünüzü yine aşağı çevirirseniz bulunduğunuz sokağın adı Kalıpçı'dır..
Bu sokak aşağı doğru dikleşen bir yokuşla Beşiktaş'a kadar iner.
Yokuşun yeni başladığı yerlerde, solunuzda Ergun apartmanını bulursunuz.
Yanlış hatırlamıyorsam dört beş katlı bu apartmanın, merdivenle inilen bir de bodrum dairesi vardır. Bu dairenin salonunun da pencereleri hayli yukarıda olup, yol seviyesine bakar..
Yani, meraklı iseniz, yokuştan aşağı inenlerin bacaklarını rontlayabilirsiniz..

1976-1977 yıllarında, Chakotay, Tireli Ahmet, Ortak Serdar, Çin'li Bora ve ben bu evi paylaşmıştık.
Ahmet ve Serdar İTÜ'de okumaya çalışırken, Bora Güzel Sanatlar'daydı.. Bizde Chakotay'la, babalarımızın zulümünden kaçmış, sürünüyorduk..
Terörün, öğrenci olaylarının had safhaya çıktığı dönemlerdi. Bir gece çorbacı dönüşü sabaha karşı bizim grubu, afiş eylemine çıkmış bir grupla karıştırarak o zamanki adı ile Teşvikiye Karakolu'na (Harbiye Karakolu) çekmeleri hâdisesi vardır ki, başka bir yazı konusudur..
Başka bir yazı konusu ise, yandaki eski ev kalıntısından, bize gelen akreplerdir..
Evet, Teşvikiye'nin göbeğinde iki defa akreple karşılaşmıştık.. Ama, dediğim gibi, başka bir yazı konusu..

** ** **

Serdar'la benim hiç paramız yok.. Meteliksiziz..
Tire'li Ahmet, apartman yöneticisi bu arada..:))
Bir gün, "Beyler, kömür alıyoruz.. Sokak kapısına dökülen kömür, bizim bodrum katının altında bodrum(kare) katına taşınacak.. Bunun taşınması için bir kaç adam tutulacak ve 100 lira verilecek.. İsterseniz siz taşıyın.. Parayı size vereyim.." dedi.
Serdar'la birbirimize baktık.. "Tamam ulan.. Adam başı 50 lira bizi bir hafta uçurur.. Taşırız.."

Kömür, şimdilerde olduğu gibi torbalarda değil, dökme geliyor. Önce metalden sapları olan kalın kauçuk kovalara kürekle dolduruyor, aşağı indirip döküyorsunuz.. Yukarı çıkıp tekrar dolduruyorsunuz..
Bitirdik tabi, bir müddet sonra.. Ama ne el kaldı, ne bel, Serdar'la..
Aldık paraları..
Bir mutlu olduk.. O kadar yani..

** ** **

Aylar sonra, evde Ahmet'in olmadığı birgün, Serdar seslendi; "Ortak, gel bak ne göstercem?" diye..
Masaya oturmuş, apartmanın gider defteri açıktı önünde..
İşâret ettiği satıra baktığımda, Kömür taşıma başlığının karşısında 150 lira yazılı olduğunu gördüm.

Ben böyle şeyleri sormadan edemeyen bir tipimdir.. Akşam Ahmet'e sorduğumda "Eeee, Dayıbaşı parası o.." demişti..

Sizin şu anki hislerinizi bilmem ama, biz Ahmet'e hiç kızmamıştık..

** ** **

Yıllar geçti..
Serdar, bir kaç yıl evvel, çalıştığı büyük bir şirketin toplantısı sırasında geçirdiği beyin kanaması sonucunda öldü.
Cenâzesi, İstanbul'dan İzmir'e getirildiğinde, Camide Ahmet'le birlikteydik..
Beraber gömdük..
Kabristandan çıkarken, "Dayıbaşı parasını" ve daha bir çok ortak konuyu hatırlayıp gülümsedik birbirimize, nemli gözlerle..

** ** **

Uzun zaman arayıp bulamadığım bir albümün, Ergun apartmanının bodrum katında çok dinlediğim bir şarkısını dün buluverince, hatırladım bunları..
Şarkı yanda çalıyor..
Beware My Love..