Cuma, Kasım 30, 2007

ne oldu?

Sabah ilk haberler gelmeye başladığında, NTV'de eski bir pilot bâzı bilgiler verdi..
Söylediği şeylerin arasında uçağın taşlaşması (stall) veya alçalma anında düşük süratte tutunmayı sağlamak amacı ile kanat yüzeyini büyütme (flâpların açılması) yüzünden, uçağın burnunun havada, kıçının aşağıda olması ve buna bağlı olarak bir yere değme ve/veya çarpma olasılıklarından bahsetti.
Karakutular (CVR ve FDR) biraz önce bulundu.. Kazânın nedeni bir müddet sonra açıklanır.
Ama şu ana kadar gelen bilgiler ve eski pilotun söyledikleri ışığında sizlerle bazı bilgileri paylaşmak istedim.




Yukarıda Google Earth'den aldığım resime, Gazete ve haberlerden öğrenebildiğim ve gördüğüm kadarı ile uçağın geliş ve inbound oluş yönünü mavi oklarla yapıştırdım.. (Inbound olmak: Uçağın son dönüşünü yapıp pisti karşılaması ve Final Leg-Son Bacak tâbir edilen, tekerleklerini açacağı ve ineceği pozisyonu alması)
Pilotun kuleye yaptığı son konuşmasında inbound olduğunu ve pisti gördüğünü söylediğini de öğrendik.. Yine Hürriyet gazetesinde yer alan habere göre, düştüğü yer kırmızı bölüm..
Benim anlamadığım şey şu;
MD ya da Boeing ya da Airbus yolcu jetlerinde, uçağın stall olmaması için (yani minimum süratin altında kalmaması ve taş gibi düşmemesi için) görüntülü ve sesli bir çok uyarı vardır..




Üstteki resimde görülen bir Boeing 737/800 ana kontrol paneli..
MD veya Airbus'ların kontrol panelleri ile ufak tefek farklılıklar gösterir.
Simülasyonda , gündüz, açık havada Süleyman Demirel (LTFC) 05 pist yaklaşmasında bir 737/800 görüyoruz.
Sol tarafta beyaz okla işaret ettiğim yerde yukarıdan aşağı doğru inen ve aşağıdan yukarı doğru çıkan kırmızı noktalar, yaklaşma sırasında uçağın en az veya en çok yapabileceği sürat sınırlarını gösterir. Resmin sağında yeşil okla gösterdiğim ve henüz tam açılmamış olan flâplar açıldığında ve sürat daha da düştüğünde, bu kırmızı noktaların arası daha da kapanır.
Bu gözle görülebilen ikâzdır. Bunun yanında Stall yediğinizde, yan tarafta playera koyduğum sesli ikazlar çalarak, pilotları uyarır.. Bir kaç değişik uçağın stall ikaz sesini arka arkaya dinleyebilirsiniz.
Kırmızı okla gösterilen yere çok dikkatle bakarsanız, (kahverengi bölümün üzerinde) üstünde sağında ve solunda çizgiler olan bir beyaz yuvarlak göreceksiniz.
Bu uçağın kıçını gösterir.
Onun üzerindeki mor artı işareti ise (mavi bölümün üzerinde) uçağın burnudur.
İşte yaklaşma anında burnun kıç bölümüne göre ne kadar aşağıda ya da yukarıda olduğunu veya sağ veya soldan gelen ön rüzgara göre, uçağın kıçının nerede olduğunu pilot buradan görür..
Öyle şiddetli rüzgarlar vardır ki, uçağın arka tarafı önüne göre ciddi bir yamuklukla yaklaşır piste..
Buna Crab (Yengeç) uçuş denir.
Pilotlar bu hataları yapmamak için saatlerce, günlerce eğitim alırlar..
Ha, yapmazlar mı?
Onlarda insan..
Buna rağmen, gazetelerde ve tv'lerden görünen şu ki, uçak öyle paramparça olmamış..
Bayağı bütün bir şekilde oturmuş.
Bu durum, eski pilotun söylediklerini onaylıyor..
Garip olan, parçalanmamış, yanmamış bir gövdenin içindeki herkesin, koltuklarında oturanların bile ölmüş olması..

Yaklaşmayı doğru yapabilip, eğer o tepeleri geçmiş olsaydı,
aşağıdaki resimdeki gibi bir görüntü olacaktı..



Kepenk indirmek..

Önce "Sıfır Noktası" yazmamaya başladı..
Sonra, Rehavet'ti, Witness'tı, Legro'ydu, Felix Culpa'ydı, değiştiler, kapattılar.
İsmail'in Kodu şimdi ne oldu, Onu da bilmiyorum.
Elif yazmıyor..
Gamze'nin bilgisayarı bozuldu, performans düştü.. Ya da Roma Hukukuna daldı iyice..
Bizim blogta bile, Jubelum'du, Su Kabağı'ydı.. tıh yok..tıh..
Moral bozuluyor ister istemez..
İyi ki Gaybubet, Hep O Mutsuz Çocuk, Berceste ve Yedinci Oda, devam ediyorlar.
Bizden de, Espresso ve Türkekırgın..
Peki, Ne olacak bu işin sonu?
Sapır sapır.. Sapır sapır..
Şşşt.. Millet.. Atın şu ölü toprağını üzerinizden yâ hu..

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Yaşamı Haketmek

"İnsan ölümü, hayatta amacı, gerçekleştirebilecek bir şeyi kalmadığı anda, hakettiğine inanıyor" diye bir ileti göndermiş, bir arkadaşı Atlıhan'a..

Atlı'da bir cevap yazmış..
İzin aldım kendisinden.. Okumanız için..

YAŞAMI HAKETMEK
Atlıhan Kapani

Ölümü hakeden çok insan tanıyorum..İtiraf etmem gerekirse, her biri bunu, "hayatta amacı, gerçekleştirecek birşeyi kalmadığından" değil ama yaşama, dünyaya, canlılara zarar verdiklerinden, birer pislik, kötülük temsilcisi olduklarından hakediyor...

"Hayatta amacı, gerçekleştirecek birşeyi kalmadığına inananlar", şöyle bir etrafa, uzaklara, "yakınındakilere" dönüp, bakmalılar..O kadar çok yapılacak, yaşanacak şey, PAYINA DÜŞEN, YAPILACAK GÖREV var ki!!..İnsan 98'ine gelmiş olsa dahi!!!

Sevmek, sevmeye devam etmek..görmek, görmeye devam etmek..nefes almak, nefes almaya devam etmek..öğretmek, öğrenmeye devam etmek..şafakta kalkmak, güneşi doğurmak; aynı akşam batırmak, yavaş yavaş, miskinlikle, bir elde içki ( bohem yaşamdan ya da hedonist tarzı benimsemekten bahsetmiyorum)...

Ya da savunmak, savaşım vermek (kalemle, süngüyle, dirençle)!!!...

Hiç bir şey yapmamanın dahi, varolmakla ilgili çok önemli bir görev olduğunun farkına varmak..kendin için, sevdiklerin -hatta- gör(e)mediklerin ve dahi, artık nefes almayanların için..
Nasıl gıptayla bakıyorlardır kimbilir, "oralardan" bizlere, sırf hala sabah uyanabildiğimiz, nefes alabildiğimiz, her yeni günü sevdiklerimizle (bazan yalnız) kucaklayabildiğimiz için!?!...


Ya da her şeyini verebilmek..
Şehitler için..
Yarım kalmış görevi! yapabilmek için..


Amaç üretmek mi, bir şeyler katmak mı, katma değer yaratmak mıdır, insanlar için, şu üç zamanlık ömürde (üretmek 'denktir' kirletmek, tüketmek, yoketmek değil midir)??..
Ayrıca, illa ki, belirlenmiş bir amaç, çizilmiş bir kader, atfedilmiş bir görev mi olmalı, bir ölümlü için??..
Bu kadar mı bağımlı, bağlayıcı olmalı yaşamda kaldığımız (oyun içinde kaldığımız!), o daracık zaman dilimi içerisinde, gün(de)lik hayattaki araçlar, kavramlar??..

Ya kutsal kavramlar??

Her bilinçli varlık/kişi, kendi biçer yapacaklarını..Kendi saptar hedeflerini..Kendi koyar kurallarını...

Ama bazen görev! çağırır.

Bu değişir (değişmeli), zamana, olaylara, olanaklara, durumlara, isteklere-arzulara, "yanındakilere" göre..
Her yeni gün, tekrar kurulması gerekebilir çalar saatin, o günün getirdiklerine -ya da getir(e)mediklerine- , insanın keyfine bağlı olarak.


Ne ki gün gelir, "içinde bulunduğumuz ahval ve şerait"e bakmaksızın, yapmamız gerekeni! yaparız.

Bu hayat bizim..İstediğimiz gibi yaşarız.
Bir kurallar dizinine, dogmalara, doktrinlere, toplum (denen, histerik güruhun) bize biçtiği kılıflara, yönetici kisvesi altındakilerin aldatmacalarına göre yaşamımıza yön vermek; değerli zamanımızı harcamak; çok da mutlu olmadığımız şeyleri yapmak (yapıyor görünmek) zorunda değiliz, olmamalıyız!!!!
Yeter ki, sevecen bir baba/ana; "iyi" bir insan; "sorumlu" bir yurtdaş olabilelim!..
Bu üç sıfatın da, zamanı geldiğinde ( ki sık gelir) özveri gerektirdiğini bilelim!!!

Sonunda, her zaman, her yeni gün "gerçekleştirebilecek" bir şeyler buluruz, kimine göre önemsiz, kimine göre ilgisiz ama her şeyden önemlisi, kimin minnacık "amaçları", bizim -ya da bir başka "bizim"- kocaman, devasa hedefleri olabilir..olur da...
Unutulmaması gereken, yaşam dertleriyle boğuşan her sorunlu dünyalının yerinde olmak isteyen, ondan daha sorunlu biri(leri)nin olduğudur..Sorunları, sıkıntıları olmak bile güzeldir, bilincinde olanlar için.
Sorun 'eşittir' dert olmamalıdır, asla!!.Kimi sorunlar çözülür; kimi sorunlar geride bırakılıp, "sorunun kaynağı ile birlikte" geçmişe gömülür..
Önemli olan, hayatın kendisidir.
Sürdüğü müddetçe, keyfini sürmeli; doğal nedenlerden ötürü, "lunapark"ın kapanış vaktine doğru da,- klişe deyişle- "Vay be!..Ne sürüştü ama!?!" diyebilmeliyiz..

Ya da, "amaç" uğruna, "zorlukların keyfini sürmeyi" seçeriz (seçtirir bize sıfatlarımız)!!

Bu "armağan", veriliş, oluş nedeni sorgulanamayacak kadar değerli..
Arkaya yaslanıp, bunun zevkine, hazzına varmak; ufka doğru gözleri kısıp, tatlı tatlı, sorunların varlığına müteşekkür bir halde, tebessüm etmek, biz "şanslıların" en büyük görevi..

Ya da, çocuklarımız gelecekte "nefes alabilsinler diye", vatan görevine! gitmek -ki ne büyük şanstır !?!..

Her türlü, çok şanslıyız, çook!!!...

Ölümü haketmek?!?..
Hayır, ona yaşamı haketmek diyelim!..
Ama yeter ki hakkını verebilelim!!

Yılmaz Özdil - Expo 2015

Expo 2015

İZMİRLİLER kızıyor..."Herkes Expo’yu yazıyor, sen niye yazmıyorsun, ne biçim İzmirlisin?"
*
Elindeki "76 senelik" Fuar’ı öldürmüş bir kentin, 8 sene sonra, "bir defaya mahsus" yapılacak Fuar’la kalkınacağını sanması, dramdır... Ama yazayım bari.
*
Expo alabilmek için bir tema belirlemek gerekiyor. İzmir’inki, sağlık... Kozları da, Hipokrat’ın Bodrum’daki hekimlik çalışmaları, ilk ameliyatlara ev sahipliği yapan Hierapolis, eczacılığın babası Galen’in Bergama’daki araştırmaları.
*
Bir, Bodrum Muğla’da.
İki, Hierapolis Denizli’de.
Üç, Türk eczacılığının atası İzmirli Eczacıbaşı’nı İstanbul’a kim kaptırdı?
*
Deniyor ki, "Bugüne kadar 63 kez Expo yapıldı. 10 milyonu yabancı, 50 milyon konuk gelecek. Expo, Paris’e Eyfel Kulesi’ni kazandırmıştı, o vesileyle yapılmıştı; İzmir’in de böyle bir kazanımı olabilir. İzmir; Avrupa, Asya ve Afrika’ya çok yakın, merkezi konumuyla avantajlı."
*
Bir, madem bu kadar önemli, bugüne kadar Expo gezen var mı aramızda? Vazgeçtim 63’ünden, 5 tanesinin nerede olduğunu sayabilen çıkar mı?
İki, 50 milyon konuğun 10 milyonu yabancı olacağına göre, 40 milyon Türk vatandaşının Expo görmek için İzmir’e gelmesini bekleyen var mı gerçekten? (Çoluk çocuk, 4 tane İstanbul ediyor.)
Üç, mevzu Eyfel ise, mimar Eyfel’in İzmir’de yaptığı mekan zaten vardı... Güzelim eseri, önce balık hali, sonra otopark, ardından alışveriş merkezi yapmadık mı? Üstelik, "Burayı Eyfel yaptı" diye övünürken, orasının mimar Eyfel ile alakasının olmadığı da ortaya çıkmadı mı?
Dört, İzmir Avrupa, Asya ve Afrika’ya yakınsa, rakibimiz Milano, kutuplarda mı? Avrupa ve Asya’ya yakınlık maharetse, o zaman neden son Expo Japonya’da?
*
Peki nedir? Expo 2015 projesi, AKP’nin, şirin görünüp, belediye seçimlerinde İzmir’i kazanma projesidir.
*
Bu konuda yıllardır çaba harcayanların "aniden" devre dışı bırakılmasının, bugüne kadar İzmir’e dair adı bile geçmeyenlerin "aniden" Paris’e lobi yapmaya falan gitmesinin, abanılmasının sebebi budur.Gitmesin mi?Gitsin.İzmirliyim, mutlu olurum.Ama Expo hikayedir, niyet budur.
*
Bakın dün Ertuğrul Özkök yazdı, yolda anlatmışlar, Cumhurbaşkanı Gül, İzmir’in Halil Rıfat Paşa semtindeki Kemal Reis İlkokulu’nda "bir sömestr" okumuş...Ne tatlı tesadüf ki, Fehmi Koru da aynı mahalledenmiş... İlk defa duydum. Doğma büyüme İzmirli Özkök de, yeni duymuş.
*
Yakında, Başbakan’ın Narlıdere’de askerlik yaptığı, Unakıtan’ın aslen Bucalı olduğu, hatta çocukken Tilkilik’te boyoz sattığı, Salih Memecan’ın Göztepe’yi tuttuğu, Nazlı Ilıcak’ın dededen Bornovalı olduğu ortaya çıkarsa, şaşmayın.

Dizi kendini aştı..

Seyredeneniz ya da dikkât edeniniz var mı bilmiyorum ama 1001 gece'nin senaryo ve textlerinde iki haftadır gelişme var..

Olay geçen hafta, Onur'un Şehrâzat'ı, bugüne kadar kendini tuta tuta dolması sonucu, şööle dilden-yanaktan uzuuuun uzun öpmesi ile başladı.. Bu sahneyi izlerken kişilerin birbirlerinin dudaklarına altlı üstlü girişmelerini pek anlamlı buldum, şahsım adına. "Nihâyet, azcık insanî duygular kattılar bu soğuk diziye." diye düşündüm kendi kendime..

Ama dün gece bu konuda pik yaptılar yani.
Hemen hemen dizideki herkeste bi gariplik vardı..
Sanki tüm karakterler bir azmanya pardon Tazmanya canavarı gibiydi..
Örneğin Gani Kardeş, evine gittiği bir kızı, alt kattaki kanapede bayağı bi sevdi.. Allah'tan kızın babası geldi, olay severken bitti. İş iyice b.ka sarıyordu çünkü..
Cansel ve Yaman yirmi yıllık bekleyişten sonra ilk kez birlikte yattılar.. Meselâ orada da Cansel'in karnı burnunda hâmile oluşu, Yaman'ın yapacaklarının yaptıklarının teminâtı oluşunu bir nebze etkilemiştir sanıyorum..
En çok güldüğüm konu ise, Melek adlı herkesle yatıp kalktığı söylenen kızın eve ilk kez çıktığı bir adamla gelmesi ve kapının önünde öpüşmeleri sırasında aralarında geçen şu diyalogtu;
- Yapma lütfen.. (ahh.) İstemiyorum..
- Yatağın nerede? (mmuff)
- Şurada.. (ohh.)

Onur'un annesinin ise, balataları sıyırmış olarak, yıllar önce ölmüş olan kocası ile kaldıkları otel odasına gitmesi, orada derin Ahh'lar ve Ohh'lar çekmesi ve daha sonra mezarına giderek neredeyse mermerlerle sevişmeye varacak bir tavır içine girmesi oldu. Bir ara bu sahne nereye varacak diye düşündüm sahiden.. Etrafta bekçi var, Şoför var..

Önümüzdeki hafta, Nadide hanım ve Burhan beyden de bir aksiyon beklentimi ifâde ederek satırlarıma son veriyorum.

Saygılarımla.
Dr. H. Dümendenben

Salı, Kasım 27, 2007

Çizmeler..

Bugünümüzü, daha da neşelendirmek adına, aşağıdaki filmi koydum.. Parmaklar benimle, çizmeler Lina'nın Barbi'si ile, ortam Bitez'le, saat geceyarısından sonrayla, kafaların iyi oluşu da rakı ile bağlantılıdır.
Masa bayağı kalabalık ancak çekim yapan telefona yakın olanların sesleri çok duyulmuş..
Yoksa öyle iki kişi eğlenmedik yani..


MUTLU YILLAR ESPY..:)

Pazar, Kasım 25, 2007

Bir Tavsiye..


İzlememiş olanlara, bu akşam Kanal D'de 21.45'te yayımlanacak olan "Son Umut- Children Of Men" adlı filmi, kesinlikle tavsiye ederim.

Film Hakkında Ekşi Sözlük..
Film Hakkında imdb..
Film Hakkında Sinema.com..

İyi Pazarlar..

Cuma, Kasım 23, 2007

Ferdi Rahmioğlu

Askerlik yapan kardeşinle birliktesindir Erzurum'da, üç gün önce..
Ayrılırken yanından, "Kendine dikkat et.." deyip sarılmışsındır O'na..

Çalıştığın yerde sevilen bir adamsındır.. Fırtına gibi çocuk derler senin için..
Dün sabah dönmüşsündür seyyahatten, İzmir'e.. Binlerce kilometre yol yapmış, Anadolu'yu arşınlamışsındır. Ve izinlisindir, bir kaç gün dinlenmek için..

Sabah gider, bir laptop alırsın kendine, sevinçle.. umutla.. çocukça..
Akşam, makinaya hafıza kartını takarken sıkışır kart..
Sen de, "Fazla elleşmeyeyim. Götüreyim aldığım yere.. Orada hallediversinler." diye düşünüp evinden çıkarsın..
Ve hallederler de..
Evine dönerken geç vakit, Çınarlı Ağaçlı yolda, direksiyon hâkimiyetini kaybedersin..
Bir ağaçtır, azrâilin..
Oracıkta can verirsin.
1983 doğumlusundur oysa..
Ne kadar doyamamış, ne kadar yaşamamışsındır henüz..
Ama beklemez, Ölümdür gelen..
Ve şu anda 11.55 uçağı ile Erzurum'dan kalkıp İstanbul aktarması yapacak uçakta olan kardeşindir,
gelen..

Pazartesi, Kasım 19, 2007

Tevfik AKBAŞLI

KARDEŞİ İLE ONUR DUYMAK..

Tevfik AKBAŞLI
İzmir, 21 Ocak 1962

Babası serbest ticaretle uğraşan Samim Akbaşlı’dır.
Çocukluğu ve ilköğrenim yılları İstanbul – Yeşilköy’de geçti. Ailesinin İzmir’e taşınması sonrasında Özel Türk Lisesi’nde okurken müziğe merak saldı ve ağabeyi Haluk Akbaşlı’ya özenerek davul çalmaya başladı. İstanbul ve İzmir’de çeşitli klüplerde çalışırken, DEÜ İzmir Devlet Konservatuarı Şan ve Opera bölümüne girerek Sevda Aydan’la şan, Suat Taşer’le oyunculuk, Kamran İnce ile solfej ve armoni, Oktay Aykoç’la perküsyon çalıştı. 1982 yılında Şan bölümünü bitirerek o yıl kurulan İzmir Devlet Opera ve Balesine kurumun ilk koro sanatçısı, 1985 yılında yine aynı kurumun açtığı orkestra sınavını kazanarak vurmalı çalgılar sanatçısı olarak göreve başladı. Kısa bir dönem kadrodaki eksiklikler nedeniyle hem koroda, hem orkestrada görev yapan Akbaşlı, 1986 - 1991 yılları arasında kendi olanaklarıyla gittiği ABD'deki
Berklee College Of Music 'de, vibrafon virtüözü Gary Burton'ın departmanında prof. Ed Saindon ile vurmalı çalgıların yanısıra armoni, kompozisyon, doğaçlama ve pianist / besteci Aydın Esen’le teori çalışarak, 1990'da besteciliğe yöneldi. 1993’de açılan sınavı kazanarak Opera Orkestrasında vurmalı çalgılar grup şef yardımcısı oldu.

Operadan çocuk müzikaline, oda müziğinden modern dans müziğine kadar değişik türlerde eserler besteledi. 1993 yılında ilk eseri olan Kutsal Sandık’ın Ankara Devlet Opera Balesi repertuarına alınması üzerine Ankara’ya yerleşti ve bu kurumda orkestra sanatçısı olarak görev yaptı. 1994’de sipariş üzerine bestelediği Ankara'da Sonbahar adlı oda müziği eseri Almanya’da seslendirildi. 1996’da Giordano Bruno oyun müziğiyle Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Aziz Nesin büyük ödülüne, aynı yıl Türkiye adlı senfonik şiiriyle Eczacıbaşı beste yarışması jüri özel ödülüne, 1998’de Dixi et Salvavi Animam Meam adlı senfonik şiiriyle Eczacıbaşı beste yarışması 3.lük ödülüne, 2000’de Yeniden Doğuş adlı orkestra suitiyle Eczacıbaşı beste yarışması 1.lik ödülüne layık görüldü; daha sonra bu eserin CD' si yayınlandı. 2000 - 2001 arasında New York'da çağdaş Amerikan müziği ve film müziği konularında master class ve workshop’lara katıldı. Jamaica Pond Sunsets adlı modern dans müziği New York’da sahnelendi. 2002’den itibaren İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde çalışmaya başladı. 2003’de bestelediği Fetih adlı Bale müziği Kültür Bakanlığı Ulusal Beste Yarışmasında jüri özel ödülüne layık görüldü.

Beste çalışmalarına, yeni ve yaratıcı projelere daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 2006 yılında orkestra sanatçılığından emekli olan Akbaşlı, halen İstanbul’ da yaşamaktadır ve Seda Akbaşlı’yla evlidir.

Eserlerinde, sanatsal ve estetik düzeyden fedakarlık etmeden ‘anlaşılabilir’ olmayı, canlı, yalın bir anlatımı, melodinin tartışmasız liderliğini daima ön planda tutmuş, çeyrek asırlık orkestra deneyimi sayesinde ‘klasik’ mertebesine ulaşabilmiş eserlerin dinleyiciyi her şeyden önce ezgisel açıdan sımsıkı kavradığını, düşündürdüğünü ama asla yormadığını ve ne kadar karmaşık işlenirse işlensin, aslında dinleyici tarafından rahatça mırıldanabilecek düzeyde küçük, buna karşın mükemmel parçalardan oluştuğunu yakından gözlemlemiş, hem besteci, hem de jazz icracısı olarak aynı yolu izlemeye çalışmıştır.
Yapıtlarının telif hakları kendisine aittir.




Başlıca eserleri, ilk seslendiriliş tarihleri ve aldığı ödüller:

Orkestra
1995 - Neden? (Vurmalı Çalgılar Konçertosu) - 1995 - İzmir Devlet Senfoni orkestrası / 1997 - Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası

1996 - Türkiye (Senfonik şiir - Eczacıbaşı beste yarışması - jüri özel ödülü)

1997 - A Tribute to Freddie Mercury - 1997 - Ankara

1998 - Dixi et Salvavi Animam Meam (Senfonik Şiir) Eczacıbaşı beste yarışması - 3. lük ödülü

2000 - Yeniden Doğuş (Orkestra suiti - Eczacıbaşı beste yarışması - 1.lik ödülü - 2001 Bilkent Senfoni Orkestrası / 2004 İstanbul Devlet Opera ve Balesi

2004 – Kal! (Orkestra için müzik)


Opera, Bale, Modern Dans ve Diğer Sahne Eserleri

1993 - Kutsal Sandık (Opera, 2 Perde) 1993 – 1994 Sezonu Ankara Devlet Opera Balesi

1993 - Sevgili Barış (Çocuk Müzikali, 2 Perde) - 1993 – 1997 İzmir Devlet Opera Balesi / 1998 – 2000 Ankara Devlet Opera Balesi

1995 - Dinozorlar da Gençti (Müzikal, 2 Perde)

1996 - Giordano Bruno (Tiyatro müziği - Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği- Aziz Nesin Büyük Ödülü)

1996 - Ankara Devlet Tiyatrosu

1997 - Mutasyon (Modern Dans Müziği) – 1997 - 1998 Modern Dans Topluluğu - Ankara)

1998 - Küçük Bir Aile Sorunu (Müzikli oyun, 2 Perde) – DT repertuarına alındı. Metin besteciye aittir.

1999 - Kehribar (Opera, 2 Perde)

2001 - Jamaica Pond Sunsets (Modern Dans Müziği) – 2001 - New York

2003 - Fetih (Bale müziği) Kültür Bakanlığı Ulusal Beste Yarışması - Jüri özel ödülü


Oda Müziği – Chamber Music

1994 - Ankara'da Sonbahar – Autumn in Ankara (Obua, Keman, Viola ve Cello için müzik – 1994 – Zigburg - Almanya)

2004 - Aramızda – Between Us (Flüt, Viola ve Cello için müzik – 2004 - İstanbul)


DİSKOGRAFİ / DISCOGRAPHY


Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması - Eczacıbaşı National Composition Contest CD

(1996 – 1998 – 2000)

Selanik’te Şafak – Dawn at Selanik

İmparatorluğun Çöküşü – Fall of the Ottoman Empire

Şişli’de Bir Akşam Vakti – An Evening at Şişli

Yalnız Yürek – Lonely Heart

Final – Finale

Yukarıdaki satırlar, Evin İlyasoğlu 'nun Pan yayınlarından 2007 Eylül basımı 71 Türk Bestecisi adlı kitabından ve Akbaşlı'nın kendi notlarından alıntıdır.

Yoksa, 29 yaşında yazdığı bir operanın repertuvara alınması dolayısı ile Türkiye'nin en genç opera yazarı olması, deli gibi çalışması, Woody Allen'ı tanıması:), ya da Beyaz Melek film müziklerinin aranjörü olması gibi nedenler değildir, O'nu sizlere tanıtma amacım.

Sâdece kardeşim olmasından dolayı duyduğum, büyük onur ve gururdur.


Cumartesi, Kasım 17, 2007

Eşit miyiz ki?



Eğer, elinize her geçen fırsatta, sürekli aynı hikâyeyi anlatırsanız,

Eğer, mevkî kullanarak, sürekli yerdiğiniz insanlara lâf giydirip, karşı tarafa eşit söz hakkı tanımazsanız,

Eğer, sürekli suçlu olduklarını iddîa ve imâ ettiğiniz isimleri açıkça söyleyip, gereğini yapmazsanız,

Eğer, özgürce fikrini savunan insanların, fikirlerini savunmalarını komplo olarak algılarsanız,

Eğer, olaylara dostça, hakça değil de taraflı ve çifte standart uygulayarak yaklaşırsanız,

Eğer, eleştirilerinizi, başbaşa, yeke yek değil de toplum önünde yaparsanız,
insanlar, amacınızın eleştirdiğiniz kişileri toplum önünde küçük düşürme ve bundan kendinize îtibar sağlama niyetiniz olduğunu düşünerek,
sıkılır,
üzülür.
Adâlet ve eşitliğe olan inançları sarsılır.
Huzurları kaçar.

"Farketmez." diyerek devam ederseniz,
"Bu fikrinize katılmıyorum. Ama bunu söyleme hakkınızı savunmak için sizinle birlikte savaşabilirim." sözüne karşı, Voltaire'le birlikte, siz de tarihe geçersiniz.

Artık nasıl uygun bulursanız..:)
Hayatta başarılar..

Cuma, Kasım 16, 2007

Magazin müdürleri..

Bir olay, önce BAŞLAR.
Herşeyin bir BAŞLANGIÇ'ı vardır.
Gelişen olaylar, yapılan eylemler, söylenen sözler, buna göre oluşur.

Bu yüzden, eğer siz, kendinizi savunmak ve çevrenizdekileri inandırmak adına, en başta kendinizin başlattığı hatalar zincirini, hareketlerinizi, sözlerinizi, iddialarınızı unutarak, on ay sonra yapılmış birşeyi, bir eylem ya da bir sözü suç olarak göstermeye ve tüm suçu sâdece bu eyleme yüklemeye çalışırsanız,

ne farkınız kalır ki,

Bilmemkimin bir röportajından bilmemkimle ilgili bir cümleyi cımbızla çekip ikide bir kullanan Magazin muhabirinden?

Perşembe, Kasım 15, 2007

Tüccarlar savaşamazlar.

İçinde olduğunuz topluluk, kötü yönetim ya da kişisel kompleksler sonucunda ikiye ayrıldığında taraf olmak zorunda kalırsınız.
Siz de, ikiye ya da daha fazla gruplara bölünen bu oluşumlardan birinde yer almak durumunda olursunuz.
Taraflar hiç bir zaman eşit kuvvette olmazlar. Yönetim zaafı ile gelen bu sorunun kuvvetli tarafı ilk anda yine yönetim gibi durur. Topluluğun üst bölümündeki yöneticiler, sırça kulelerde, dokunulmazlık zırhına bürünerek, aşağıdaki kaynamayı bastırmaya çalışırlar.
Bu baskı, çoğu zaman ters tepki verir.
Aşağıdaki zayıf grup giderek çoğalmaya, kuvvetlenmeye başlar.
Bunu hazmedemeyen baskın taraf, daha çok konuşmaya, daha çok hata yapmaya başlar.

Sonuçta, ortaya çıkan, ama sıcak ama soğuk, bir savaştır.

İşte bu savaşta, en belirleyici etken, ayrılmış grupların içerisindeki insanların hayatları ve yaşamları ile ilgili dünya görüşleridir.
Hangi grubun içinde daha fazla tüccar varsa o grup kaybeder.
Ve hangi grubun içerisinde erdemi, onuru, şerefi için savaş veren var ise, o grup kazanır.
Belki uzun vâdede.
Ama mutlakâ.

Târihin babası Herodot'a ait olan bu söz aklıma getirdi bunları.



Siz, kendi kişisel ilişkileriniz, çıkarlarınız adına, net olarak gördüğünüz çarpıklık ve sorunları söyleyemez olursunuz. Savaşamazsınız.
Gece yattığınızda, aslında karşı tarafın haklı olduğunu düşünürsünüz. Ama, kuvvetin, gücün yanında olmak, ona yalakalık yapmak durumundasınızdır. Savaşamazsınız.
Bu düşünce benliğinizi yiyip, bitirir. Güçsüzleşirsiniz. Savaşamazsınız.
Doğrular, Şeref, Onur, Haysiyet, Hak, Adâlet kalmaz sizin için..
Savaşamazsınız.

Tüccarlar Savaşamazlar.

Olsa olsa, belki, târihe geçerler.
Hangi yönü ile..
Onu bilemeyiz..
Orhan Veli'nin dediği gibi;
Onu da (edebiyat) tarihçiler(i) bulsun..

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Hocazade Kebap - Pes ettirene kadar sömüreceğiz!

İzmir Alsancak camisinin yanında yeni bir kebapçı açılmış. Hocazade. Adamlar tam doğu mantığıyla çalışıyor. Yeşillik, acılı ezme, yoğurtlu meze, patatesli taze soğanlı meze, üzerinde kaşar eritilmiş pide, ısmaladığın yemeğin veya çorbanın yanına "ikram" olarak geliyor. İki kişilik masanın üzeri doluyor. Baştan anlam veremedim. Ancak ikinci gidişimde sadece çorba içmeye gittim. Aynı "ikram" olunca patlarcasına kalktım masadan. Bu derenin suyu nerden geliyor, bu sömürü/yemek istifi ne kadar devam eder? Doğu kültürü ne zaman kentli olup işi ticarete vurur? İşte Hocazade patronu bu ikilemler içinde gidip gelirken, bize de güzel mezelerin tadını çıkartmak kalıyor. İş ödemeye gelince cebinden gıdımla çıkan para ile herşeyi beleşe almak isteyen İzmirli profilinin yeni sömürü sahasıdır. Hadi bakalım, elbet dize gelecekler!
Bitecek bu ikram düzeni!
bizkaçkişiyiznoktasoruişaretinoktakom.

Not: Döneri Avrupa'da gürbetçi girişimcilerimizin açtığı döner dükkanlarında gördüğümüz 'pita' ekmeğinde yapıyorlar. Yurtdışında evrim geçiren döner kültürünün Türkiye'ye ithali durumu. Bir sarımsak sos ve acı sosu eksik.

Bir Garip Orhan Veli..









Anmalı..
Anmalı değil mi bir Garip Orhan Veli'yi de..

“Evvela adamım” demiş kendini anlatırken, ben gibi puf böreğini sevmiş, sen gibi Istanbul’u dinlemiş gözleri kapalı, ağlamış sesini duymuşuz mısralarında, açmış pencereyi bağırmış sabaha kadar, “vatan için kimimiz nutuk söyledik, kimimiz öldük” demiş, ona da aşk birden bire olmuş, biz gibi sıradan yaşantıları yazmış şiirlerinde, kâh alayla kâh yererek..

BENİ BU HAVALAR MAHVETTİ
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

SERESERPE
Uzanıp yatıvermiş, sereserpe;
Entarisi sıyrılmış hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!

ESKİLER
Eskiler alıyorum,
Alıp yıldız yapıyorum.
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum..
Şiir yazıyorum,
Şiir yazıp eskiler alıyorum,
Eskiler verip musikiler alıyorum.
Bir de rakı şişesinde balık olsam..

Orhan Veli KANIK

Aklıma takıldı..

Diyelim ki, otobüste ya da dolmuştasınız.
İneceğiniz durağa yüz-yüzelli metre kalmış. Görebiliyorsunuz.
O sırada trafik tıkanıyor. Aracınız milim milim ilerlemeğe başlıyor.
İçinizden "İneyim ve yürüyeyim." diye düşünüyorsunuz, bir an. Ve iniyorsunuz.

Şimdi bir kaç soru..
1- İndiğiniz otobüse artık hiç bakmadan, gitmek istediğiniz hedefe kilitlenir, hızlıca yürürmüsünüz?
2- Yürürken, göz ucu ile indiğiniz otobüsün sizi geçip geçmediğini izlermisiniz?
3- Eğer, trafik açılıyor ve otobüsün sizi geçme olasılığı artıyor ise sinirlenirmisiniz?
4- Trafiğin açılmaması için dua eder, illâ ki durağa ben daha önce varmalıyım vehmine kapılırmısınız?
5- Eğer otobüs durağa sizden önce varıyor ise, "Kahretsin.. Zâten bende şans olsa.." filân diye hayıflanırmısınız?

Tabi, otobüsten inmemek de kimisine göre bir çözümdür, ama ben onlardan bahsetmiyorum.
Hadi, cevap verin bakalım..

Pazartesi, Kasım 12, 2007

HUNiLi HAYATLAR..

Bir kaç gün önce, Lina'ya mavi renk tonlarını öğretmiştim.. Açık Mavi, Koyu Mavi ve Lacivert gibi..

Dün, Pazar günü, bütün gün evdeydik. Hiç bir yere çıkmadık.. Dinlendik.. Lina'ya ve plastik bebeğine masallar anlattım, yattığımız yerde.. Çok sevdiği bir balık masalı var, benim uydurduğum.. İki tane balık var başrollerde.. Birinin adı Salloso, diğeri Rodi Balık.:)
Akşamüzeri, nereden aklıma geldiyse, çocukluğumda annemin, babamın sevdiği şarkılardan hatırladığım kadarı ile bir cd yapayım dedim, kendime..

Öyle güzel şarkılar, öyle güzel fasıllar buldum ki, A.W.'ye "Hazırla bişeyler.. Ben yakıom apartmanı.. Salla N.abi'yi filân." diyerek bi kadeh rakı koyup, çaktım kibriti mangala..

Sofrayı hazırlıyoruz. Ben ikinci kadehteyim. Cd öyle güzel çalıyor ki, Lina ve ben pek eğleşiyoruz. Arada A.W.'de katılıyor bize..
Derken telefon çalıyor.. A.W. bakıyor ve beni çağırıyor, terastan. E...l arıyor diye.. "N'oluyo orda yav?" diye soruyor E...l, müziği duyunca..
Diyorum ki; Valla biz pek eğleniyoruz. Fasıl masıl işte..
O sırada Lina "Ben konuşçam." diyor. Veriyorum telefonu..
E...l'in ne dediğini duymuyorum ama Lina'nın cevapları şöyle..

-hı-hıı..
-....
-Evet isterim..
-....
-Mavi..
-...
-ııı..Açık Mavi..

Bana veriyor Lina telefonu.. E...l'e soruyorum, ne alıyosun olum çocuğa diye..
"Huni alıcam üçünüze de.. Sen ne renk istiyorsun?" diyor.

Sonra, biten bir haftanın daha son saatlerinde, sevdiğim insanları, sizleri düşünüyorum.
Mutlu olmalarını, kendileri ile barışık olabilmelerini, hayatlarını yarın ölecekmiş gibi yaşamayı öğrenmelerini diliyorum, üçüncü ve son kadehte..

Yargılamadan,
Zorlamadan ama, önemseyerek..
Keseri kendine yontmadan..

Biraz kül, biraz duman.
O benim işte.
Kerem misâli yanan.....

Cumartesi, Kasım 10, 2007

Şok iddia

09.11.2007 Cuma 07:28

Turktime internet sitesinde Talat Atilla çok ilginç bir iddia kaleme almış.

Aktarayım: “21 Ekim’de Hakkari’deki birliğimize yapılan saldırıda asıl gizlenen gerçek, saldırı anında yaşananlar.
Peki ne oldu?
Türk askeri PKK’nın saldırısına gafil avlanmasına rağmen şiddetli bir direniş gösterdi. Saldırı, 3 cepheden yapıldı. Birliğe ait 8 Türk askerinin nasıl esir alındığı halen bilinmiyor ama Türk askeri de 2 PKK’lıyı esir aldı.
İşte bu aşamada büyük bir sürpriz yaşandı.
Peşmerge kıyafetli 2 saldırganın Amerikalı olduğu ortaya çıktı.
Yakalanan 2 teröristin Amerikan askeri mi, yoksa Amerikalı PKK sempatizanı mı olduğunu bilmiyorum.
Ama Hakkari’deki birliğimize saldıran ve daha sonra Türk Ordusu tarafından esir alınan 2 teröristin Amerikan kökenli olduğu kesin.
İşte bu şok durumdan sonra Amerika’ya psikolojik üstünlük sağlayan Türkiye, diplomatik atağını hızlandırdı.
Türk güvenlik güçleri sorguladıkları 2 Amerikalı'yı kameraya çektiler.
Amerika’ya el altından haber gönderildi: 8 Türk askeri serbest kalmazsa, 2 Amerikan askerinin görüntülerini yayınlayacağız!
İşte bu aşamadan sonra ABD, tüm gücüyle Irak yönetimine “Derhal Türk askerlerini serbest bırakın” şeklinde baskı yapmaya başladı.
Barzani ve Talabani, Amerika’nın ani politika değişikliğine anlam veremedikleri için, bu baskıyı önce “Türkiye’yi rahatlatmak istiyorlar” şeklinde yorumladılar ve Türkiye ile ilgili sert açıklamalarına devam ettiler.
Ancak, kısa bir süre sonra Amerika, Barzani ve Talabani’ye ne kadar ciddi olduğunu gösterince çark etmek zorunda kaldılar.
8 Türk askeri Türkiye sınırlarına ulaştığında, Türkiye’de 2 Amerikalı’yı ABD yetkililerine teslim etti.”
Bu iddiayla ilgili yapılacak açıklamayı dikkatle bekliyorum.
Eğer doğru ise çok çok önemli.

Kaynak: gazeteport.com
Fatih Altaylı yayımlamış..

Cuma, Kasım 09, 2007

Dedeko

Benim bi dedem vardı.. (sanki sizin yok..)
Ahmet dede ya da Dedeko derdim ben.. (Adı Ahmet'ti tabi..)
Nineko başlıklı bi yazıda bahsetmiştim acıcık.. Gülzâde'nin oğlu.. Tam oğlu da değil aslında.. Evlatlık verilmiş nineciğime..
Komik şiirler uyduran, aklı her an fırlamalığa çalışan bir adamdı dedem..

Karantina'da Hamam sokağının yanındaki karakol yokuşuna çıkınca soldaydı evleri.. Kocaman bir de bahçesi vardı.. Her tür ot, sebze, meyve yetiştirirdi dedem orada..
Marangozluktu mesleği ve mobilya üretiyordu, İzmir'in tanınmış firmalarına.
Bana da Kurt Başlı bir kılıç yapmıştı, Karaoğlan merâkım yüzünden.
Ne kadar isterdim o kılıcın şimdi bende kalmış olmasını..

Sonra bahçeye kendi etrafında da sürekli dönebilen bir tahterevalli yapmıştı, kocaman..
Bir tarafına torunlarını bindirir, diğer tarafına kendisi enine ve karın üstü asılır, son sürat hem sallar hem döndürürdü bizleri..

Anneannem Pakize ise, kısa boylu, tombalak, sâdece kendisi için yaşayan bir kadındı..
Benim doğumum sırasında, bir sinemada olduğu, haber verildiğinde, "film bittiğinde gelirim." dediği rivâyet olunur.

Bu ikili, Pakize 14, dedem ise 17 yaşını sürerken evlenmişler. Tâkip eden günlerde Kastamonu'da, çarşıda ikisinin birdirbir oynadıkları da anlatılanlar arasındadır.
Düşünsenize.. Evlisiniz.. Karınız ya da kocanızla şehir sokaklarında birdirbir oynayabiliyorsunuz..
İşte ben böyle bir aileden geliyorum...:)

Bir gün dedem namaz kılarken kafasından aşağı bi bardak soğuk su dökmüştüm.. Hiç tepki göstermedi.. Namazını bitirdi. Selâmını verdi.. Kalktı, yanıma geldi, bi patlattı bana.. ::)))
O günden beri namaz kılanlara pek saygılıyımdır ben.

Sanıyorum altı yedi yaşlarımdayken, dedekom bahçede otlarla uğraşıyor, birgün..
"Bak.." dedi bana elindeki otu göstererek.. "Bu Roka.."
Sonra durdu bi kaç saniye ve tamamladı..
"Yersin Roka, gidersin koka koka.."
Aaa, benim bi hoşuma gitti bu..

Neyse..
Bi kaç zaman sonra, yandaki evin kızı ile bahçede dolaşıyoruz.
Dedeko'da yine otlarla uğraşıyor..
Ben rokayı gösterip kıza satayım diye lafı, hemen tekerledim tabi..
"Yersin roka.. Gidersin koka koka.."
Dedeko yan taraftan mırıl mırıl, "Sonra da batarsın boka.." deyiverdi.
Karizma nâkıs tabi.

Çok, çook uzun yıllar geçti..
Annem ve babam beni evden şutladılar.. Yirmi, yirmiiki yaşlarımdayım bu sefer.. Dedemler bana kucak açtılar..
Onlarda kalıyorum..
Dedem mutsuz..
Sürekli kavga ediyorlar Pako'yla.. Odalar ve yataklar çoktan ayrılmış tabi.. Ben dedemle aynı odada, karşılıklı yataklarda yatıyoruz.. Soğuk, çok soğuk bir kış günü..
İkimizin arasında, ortada, garip bir soba yanıyor.. Damla damla gaz veren çok basit bir sistemle çalışan bir soba bu.. Beyaz yaldızla boyalı uyduruk bişey.. Ama bi ısıtıyor, inanılmaz.
Yorganın içinde, ayağımın altında, dedemin bu sobanın üzerinde ısıtmış olduğu ve kalın bir beze sararak bana verdiği sıcacık taş..
Yan odadan yükselen, elektrikli testere kıvamında neredeyse bir koruluğu kesen Pako horlamaları..

"Dedeko, sana bişey sorcam.."
"Sor evlâdım.."
"Anneannemle hiç bööle mesela.. bir ay, arka arkaya hergün çok mutluyum dediğin bir zamânın oldu mu?"
Kısa bi sessizlik..
"Olmadı.."

Belki bir on dakîka geçti..
Ben dedeminde uyuduğunu sanıyordum.
Pako koruyu bitirmiş, yandaki ormana girmiş halde..
Dedem sırtı bana, yüzü duvara dönük bi hâlde söylendi yine kendi kendine;

"Zaten nerde var bodur,
Allah'ın belâsı O'dur."

Ben, dedekomu ve ninekomu çok sevdim.
Bundandır sanırım, hâlâ her duamda onları muhakkak anmam..

Çarşamba, Kasım 07, 2007

gündem..

ImageChef.com - Custom comment codes for MySpace, Hi5, Friendster and more

Şöyle bir geriye baktığımızda, bazı olayların gündemden düşürülmesi, düşüncelerin farklı taraflara yönlendirilebilmesi, ya da kafaların birkaç yöne bakabilmesi için, planlı yeni bir veya bir dizi “bomba” olaylar yaratıldığına hep şahit olduk.

Alın size planlısından, gerçi pek de bomba olmayan sadece biri. Zamlar..
Hiç planlı olmayan:), hatta şok ettiren ikincisi. 8-0..

Kaç gün sürer bilemem, ben gibi milliyetçi ruhla izleyenlere ve Kara Kartal taraftarlarına geçmiş olsun..

Pazartesi, Kasım 05, 2007

İnsanımın kurtulamadığı öğüt verme, ders verme hastalığı

Kardeşim öğütleri, nasihatleri dinlemiyoruz, dinlemeyeceğiz. Neden bu nutuklar, nasihatler? Kim sallamış, kime faydası dokunmuş? Birbirini sallayan mı var bu ülkede? Nedir bu sinir stres? Her koyun bacağından asılır. Herkes öğütlerini kendine saklasın, içinde patlatsın. Sallamıyoruuuuz, sallamıyoruuuz! Ne gerek var öğüt, nasihat, hatta geri-nasihatlere falan. Bu durumda çevresine çok duyarlı hale gelmiş, her denileni sallayan bi arkadaş mısralar döktürmüş. İşte kompleksli, edilgen toplum örnekleri ve yazarın rüyasındaki kaliforniya yangınları falan filan. O kadar öğüt-edilgen olmuş ki bi de kendine tekrar tekrar öğütler veriyor. Şimdi ben bu Ayhanı dövmez miyim? (yazarın takdimi mükemmel, mısralar komikti epey güldüm :)))

http://www.yeniasir.com.tr/ya2007/11/05/index.php3?kat=yazar&sayfa=sbayindir&bolum=yazarlar

Ne demişler "En güzel öğüt, öğüt verenin ağzına geri-sokuşturduğun öğüttür" (eksi eksiyi götüreceğinden ortada elde var sıfır durumları olur ki bu da öğütsüzlüktür. Yani istediğim durum.)

İmza: Atasözleri, özlü söz, deyim, nasihat, öğüt, yaş haddinden bilge kesilmişler ve terbiyeciler düşmanı. (istisna: Terbiyeli Köfte)

Zevk alınan hususlar: O söz ve eylemlerin içlerinde patlaması, infilak sesleri, kaçışan hayvanlar ve etrafa saçılmış ceset parçaları.

(Bloğ üstüne alınmasın, sözüm meclisten dışarı)

Cumartesi, Kasım 03, 2007

Su-cuk oturdu..

İstedim ki; bu cumartesi sabahı, gam ve kasvet dolu duygulardan biraz arınalım..

Bayramın son sabahıydı..
Bitez'deydik..
Sabah 06,30 sıralarında fırtına ve yağmur sesine uyandım.. Kalktım, havuzun yanında akşamdan kalan mangalı sotaya çektim.. Çünkü bir gece önce karar verdiğimiz gibi, beşinci mangal partisi sabah yapılacaktı ve sucuk-ekmek vardı.. Oysa öyle bir yağmurdu ki yağan, içimden "S.çtık abi.." dedim yani.. Hani ekmek zor, ama sucuk kesin.. İkinci resimde görülen mangal ve mavi yastıklar arasını gidip gelmem ile zaten sucuğa dönmüş olarak yattım..
Sonra..
Dokuz civarında uyandım..
Ana..
Güneş açmış..
Islanmış taşların ve yastıkların kurumaya başladığını üzerlerinden havaya yükselen sessiz buğudan görüyorsunuz meselâ..
Etraf hafif ıslak ama, güzel kelimesi yetmez o sakinliği, o dinginliği, o sessizliği anlatmaya..



Sonra bi baktım, mangal tekrar yerine çekilmiş ve hattâ yakılmış..

"Ahh, Doktor.." dedim.. "Sen adam olmazsın.."


Kış geliyo be..

Cuma, Kasım 02, 2007

Yılmaz Özdil'den İki Alıntı..

Yapabiliritelerimizle yüzleşip, mükemmeliyetçiliğimizi arada sorgulamamız gerekmiyor mu?
Cümleyi bir çırpıda okuyabilenler aşağıdakileri okumaya hak kazanmıştır..:))

-Erdal İNÖNÜ en mükemmel miydi?
-Hayır..
Ama bence, adının kesinlikle bu sayfada da geçmesini hakedenlerdendi. Ben saygı duyar ve severdim, eSpreSSo'daki "S"lerin ikisini, uzun zamandır hiçbir lider için hissetmedim. Allah rahmet eylesin..

İkinci yazı, Abi'nin "Oha" başlıklı yazısındaki yorumlardan sonra, koymaya karar verdiğim bir yazı.

Belki de, Türkekırgın'ın adını niye öyle koyduğunun sebeplerinden azcığı, bu gibi yazıların içeriklerindendir..


(2 Kasım 2007 tarihli Yılmaz Özdil yazısı)
ERDAL İNÖNÜ…

YAŞARKEN kıymetini bilmediğimiz, öldükten sonra arkasından ağıt yaktığımız siyasilerden "kabine" kursaydık, Türkiye, çoktan Almanya olurdu herhalde.

Bakın, Erdal İnönü vefat etti.
Okuyorum yazılanları...

En nazik siyasetçi.
Bilge kişi.
Mütevazı.
Esprili.
Uygar.
Saygın.
Dürüst.
Hoşgörülü.
Güler yüzlü.
Zarif.
Centilmen.
Bilim adamı.
Seviyeli.
Erdemli.
Kucaklayıcı.
Uyumlu.
Entelektüel.
Vatanperver.
Sözde değil özde demokrat.
Koltuğunu bırakabilen...
Konuşmaktan çok dinleyen...
Fizik problemi çözen tek lider.

Seçtik mi başbakan?
Seçmedik.

Çünkü, ne kadar aksini iddia edersek edelim, bu tür kavramların hiçbir önemi yoktur ülkemizde... Hikáyedir.

Polemik olsun diye değil, sesli düşünelim diye yazıyorum... İki kez ezici çoğunlukla seçilen Başbakanımız "en nazik" midir?"Mütevazı" veya "güler yüzlü" olduğu söylenebilir mi? "Bilim adamı" zaten değil, "fizik problemi çözmesini" bekleyemeyiz... "Kucaklayıcı" mı? "Esprili" mi? "Konuşmaktan çok dinleyen lider" mi? "Hoşgörülü" mü?

Kısaca "karizmatik" diyoruz...

İnönü’ye ne diyorduk yaşarken?

E.T.

************************************

(20 Ekim 2007)
Öyle...

Haber kanalında izliyorum. Muhabir, vatandaşa soruyor...

- Cumhurbaşkanı'nı kim seçmeli?
- Meclis seçmeli.
- Referanduma katılacak mısınız?
- Evet.
- Ne oy vereceksiniz?
- Evet vereceğim.

Bana göre, hadiseyi kavramak için, anayasa profesörlerinin katılımıyla uzuuun uzun programlar yapmanın manası yok... Seyret bu diyaloğu, hadise ortada.
Zaten, "evet" oylarının rengi, bu nedenle"beyaz"sanırım... Vatandaş beyaz boş káğıda imzasını atıyor, sen sonra nasıl istersen öyle doldur. Razı.

Bir başkasına soruyorlar...
- Neleri oyluyoruz?
- Bilmiyorum.
- Ne oy vereceksiniz?
- "Evet" vereceğim.
- Niye?
- Öyle...

Bundan sonra öyle çünkü.

Bundan sonra öyle de...
1995 genel seçimine bakıyoruz, resmi seçmen sayısı 34 milyon.
1999 genel seçimi : 37.5 milyon.
2002 genel seçimi : 41.3 milyon.
2004 belediye seçimi : 43.5 milyon.
2007 genel seçimi : 42.5 milyon!
21 Ekim referandumu : 42.6 milyon!

Bu nasıl "öyle?"
95'ten beri her seçimde 3.5 milyon civarında artan seçmen sayısı... 2002'den 2004'e kadar, sadece 2 senede, 2.2 milyon artan seçmen sayısı... 2007'de nasıl "öyle" oldu da, "eksi"ye düşüverdi? Nasıl "öyle" oldu da, aradan 3 sene geçmesine rağmen, hálá 2004'teki kadar seçmenimiz yok?
Soruyorum ama, aslında fazla takılmamak lazım böyle şeylere... İşsiz sayısının arttığı bir ülkede, işsizlik azalıyorsa... Elbette, nüfus artarken, seçmen sayısı da "öyle" azabilir pekálá.
Cümleten hayırlı referandumlar.

Espy’den de, referandum sonrası ve çook sonraları için!!! cümlemize hayırlar..


Perşembe, Kasım 01, 2007

Arkadaşım C.... :)

Yahu bir insanoğlu dibine kadar cipram kullanırken, aynı zamanda sinirden Alfa'sının direksiyonunu kemirebilir mi yav..?


İdam..

AMERIKALI DIPLOMATLAR, ARTIK IRAK'TA GOREV YAPMAK ISTEMIYOR.

WASHINGTON POST GAZETESI, DISISLERI BAKANLIGININ BAGDAT'TAKI MUNHAL GOREVLERE BASVURU OLMADAN DA ATAMA YAPABILMEK ICIN 26 EKIM'DE ACIKLADIGI YENI POLITIKAYA TEPKI GOSTEREN DIPLOMATLARIN, IRAK'TA CALISMA EMRINI "POTANSIYEL IDAM CEZASI" OLARAK GORDUKLERINI VE IRAK'A GITMEK ISTEMEDIKLERINI YAZDI. AMERIKAN DIPLOMASISINDE 46 YILDIR GOREV YAPAN BIR DIPLOMAT, "BAGDAT'A GITMEK IDAMA MAHKUM EDILMEK GIBI BIR SEY" DEDI. GAZETEYE GORE, BU POLITIKA DEGISIKLIGI KONUSUNDA PERSONELI AYDINLATMAK AMACIYLA BAKANLIKTA YAPILAN TOPLANTIDA, BAZI DIPLOMATLAR BAGDAT'TAKI AMERIKAN BUYUKELCILIGININ ONEMINI KAYBETTIGI GORUSUNU SAVUNDU VE YANLARINA MUHAFIZ ALMADAN DISARI BILE CIKAMADIKLARINI BELIRTEREK, BU SARTLAR ALTINDA NASIL GOREV YAPACAKLARINI SORDULAR. BAZI DIPLOMATLAR DA SAVAS BOLGESINE GONDERILMEDEN ONCE KENDILERINE OZEL EGITIM VERILMEMESINI ELESTIRDI. AMERIKALI DIPLOMATLAR, VIETNAM SAVASINDAN BU YANA ISTEMEDIKLERI GOREVLERI GONDERILEMIYOR.
BAGDAT'TAKI BUYUKELCILIKTE 2008'TE ATAMA YAPILACAK 250 GOREVDEN 50'SINE HIC TALEP OLMADI.

-AA-