Pazartesi, Nisan 30, 2007

Sansür

Biraz önce, bence, çok acaip bişey oldu.
Saat 21.00 civarlarında, Kablolu TV'deki bir müzik kanalında Justin Timberlake'in "What Goes Around?" diye bir klibi dönmeye başladı.
Bizim 2,5 yaşında kızda, bir yandan dinliyor, beri yandan dans ediyor..
Birden gözüm klipteki kıza takıldı..
Scarlett değil mi o? (ki ben accaip hastayımdır..)
3-4 yıl önce ilk kez "Lost in Translation" da seyretmiştim.. O gün bugündür..
O gün bu gündür.. zatürreyim, üzerinize afiyet..
Geçen sene de en seksi bağyan seçildiydi sanırsam..
Geldim hemen pc'nin başına..
Google'a "Scarlett Johansonn, Justin ve What Goes Around" yazdım.

Açılan başlıklardan youtube'a yöneldim.
Sonra n'oldu biliyormusunuz?
Youtube, benden bu klibi izleyebilmem için 18 yaşından büyük olduğumu doğrulamamı istedi.
"Tamam yûtûpabi." dedim ve izledim.
Beri yandan da şunları düşündüm.
"Yahu, devletin kontrolü altında olan bir tv kanalında, bu klibi, gayet normal bir zamanda, çoluk çombalak izliyor..
Ben aynı klibi, özel odamda, kendi makinamdan izleyebilmek için neler çekiyorum.
Allah'tan 19'dan yeni gün almışım. Yoksa, onuda seyredemeyecektim yani..
Adaletin bu mu Scarlett?"


bi göz atmak isterseniz:
http://www.youtube.com/watch?v=b0VSBWsQqf8
18'den büyükseniz tabii::))

Biraz neşelenelim..

Bir müddettir elemli, kederli, gamlı, kasavetli yazılarla, rüyalarla baydık valla.
Azcık neşelenin bakalım..

Zeki Alasya ve Metin Akpınar'ın uzun yıllar önce oynadıkları bir oyunda Metin'in o kendisine has, müthiş komik yorumu ile okuduğu bir şiir vardı..

Bağında üzüm mü var?
İçinde hüzün mü var?
Ne güzel s.çıyorsun..
G.tünde gözün mü var?

Bu mümtaz şiir, o dönemde bizim arkadaşlar arasında çok tutmuş ve birbirimize alâkalı alâkasız zamanlarda okur olmuştuk.
Şimdi bu konu kalsın aklınızın bir tarafında..

* * *

Günlerden bir gün, Karşıyaka çarşısında bir dönerciye girdim, öğle yemeği için.
Hesabı ödeyip dışarı çıkmamdan bir kaç dakika sonra, midem accaip burulmaya başladı.
Benim mide, bozuk yemeği çok çabuk algılar ve tepki verir. Bu da öyle anlardan biri idi. Ve feci durumdaydım.
Hani orada bıraksam, değil pantolon, kaldırımlar filan dahil, yani.

Öyle her yere girip ihtiyaç giderebilen tiplerden de değilim.
"Şöyle temiz, bildik bir yer olmalı.." diye düşünürken, aniden hem eski işyerimde yıllarca komşuluk yaptığım, hem de çok eski bir arkadaşım olan F.'ın bürosu geldi aklıma..
Sıktıra,sıktıra.. merdivenleri çıkarken bir yandan da "Ohh.." diyordum. "F. koca büroda yıllardır yalnız çalışıyor.. Tertemiz tuvalet.. Rahat rahat.. yani.."

Kapının ziline bastım. Açıldığında karşımda dünya güzeli bir hatun kişi.. "Buyrun" dedi..
İki taraflı yutkundum önce bi.. (hem alttan hem üstten..)
"F. bey burada mı?"
"Evet. Kim diyelim?"
(Ulen vakit yok..Vakiiitt..)
Süperman edası ile kızın yanından geçip F.'ın yanına giderken.. "B..Ben arkadaşıyım.." diyebildim..
Kaçtı..kaçacak yani..
F.'a tek kelime ve onu destekleyen bir el işareti ile olayı anlattım. Ve tekrar geriye dönerek, kızın yanından geçip, tuvalete girdim. Yüzümdeki ifadeden kızında durumu anladığına şüphem yok..

Şimdi size Tuvalet ve lâvaboyu tarif etmeliyim.
Bir kapı açıyorsunuz, içeride bir lâvabo ve bir kapı daha var..
İlk girdiğiniz kapıyı kapatıp, diğer kapıyı açtığınızda da Türkekırgın'ın bahsettiği Alaturka tuvaleti buluyorsunuz..

Girdim.. Kapıları kapattım.. Pantolonu sıyırdım ve çöktüm..
Tam "Ohhh" diyip bırakacam makaraları.. O da ne?
F. ile yeni sekreterinin konuşmalarını duyuyorum...
Abim.. Biz düz mantıkçıyız..
Bir şeye eşit olan iki şey birbirine eşittir..
Ben onları duyuyorsam, biraz sonra benim çıkaracağım gürültüyü, o güzel kızın duymaması mümkün değil..
Kahretsin..
Sıktırmaya.. büzdürmeye..
yavaş yavaş bırakmaya başla bakalım..

Daha işin başındayım.
Hani işin henüz yüzde onu çıkmış değilken..
İlk kapının açıldığını duydum.. Sonra bir iki adım sesi..
Sonra da F.'ın sesi..
"Bağında üzüm mü var?"
dedi..
ve..
şiiri tamamlayamadı..
Çünkü ben takip eden bir kaç saniye içinde, kalan yüzde doksanı..
değil sekreterin..
aşağı katta kahvede oyun oynayanlarında duyduğunu ve istakalarını atıp kaçışabileceklerini düşündüğüm bir gürültü ile.. bıraktım.

İşim bittikten sonra, Ne F.'a doğru dürüst bir "Allahaısmarladık.." dedim..
Ne de o kızın yüzüne bakabildim..
Çıktım, gittim..
Bi daha da bilmediğim yerden döner yemedim..

Cuma, Nisan 27, 2007

Moro Jr.

Merhaba insan dostlarım,

Adım Moro. Yunan dilinde "Bebek" demek. Yedi yaşındaydım, çok da yakışıklı.

Bir köpek olarak dünyaya gelmiştim. 34 kiloluk bir kurt. Hem de simsiyah..

Görenler bakmaya, dokunanlar sevmeye doyamazlardı. Tüm bunlar, 8 saat boyunca çektiğim inanılmaz acılarla "Ölmek için yalvartan" zehiri yemeden önceydi tabii....

Hiç kimseye zararım yoktu. Tüm aşılarım zamanında yapıldığından, senede iki kez dökülen tüylerim bile kimseye zarar veremezdi. Yaşadığım apartmanın arka bahçesinde küçük çocuklarla top oynar, benden korkan çocuklara bile müşfik davranarak onlara hayvan sevgisini aşılardım. Üzerime binmeğe çalışmalarına, tüylerimi okşamalarına, gururlandığım kulaklarımla oynamalarına bile izin verirdim.
Ne zaman havlayacağımı, ne zaman susacağımı bilirdim. Terbiyeli, eğitimli, sahibimin deyimiyle "başarılı" bir köpektim. Sahibim, en sevdiğim kemiği “bırak” derse bırakır, “bekle” derse bekler, “koş”derse koşardım. Aslında “öl” dese ölürdüm bile onun için.
O kadar mutluydum onunla ve o kadar çok seviyordum ki onu.
Ben onunla yedi yıl birlikte yaşadım ve biliyordum ki, yemeğimi, kemiğimi veya topumu bıraksam bile, o birazdan bana onları muhakkak verecekti.. Yani ona hep güvendim.
Sadece ona değil; ben her "insan"a güvendim. Bir-iki yaşıma kadar yaptığım ufak tefek yaramazlıklar dışında, çevremde hiç bir şeye ve hiç kimseye zarar vermedim. Kendi köpek arkadaşlarıma dahi, sahibimi kıskanmadığım sürece havlamadım bile...
Hayatım boyunca bir kediyi bile korkutmadım, kovalamadım.
Dolu dolu ve maceralı bir hayat yaşadım. Sizlerden ve kendi ırkımdan çok sayıda dostum oldu. Bir sefer daha zehirlenmiştim, ama o alerjik bir şeydi. Biraz yüzüm gözüm şişmişti. Sonra bir seferinde yüksek bir yerden denize düşmüştüm. Bir seferinde de araba çarpmış ve kalça kemiğim kırılmıştı.
Ama tüm bu olaylarda hiç kimse bana zarar vermek için plan yapmamıştı!
Araba çarptığında ölseydim, ben dahil hiç kimse, bu kadar üzülmezdi. Benim suçumdu. Karşıda bir arkadaş görmüş ve ona koşarken ölmüş olurdum.
Bir sokak kavgasında, sevgilimi paylaşmak istemediğimden dolayı başka bir ırkdaşım tarafından zarar görseydim, bu bile benim seçimim olurdu.

Oysa hiç koklamadığım, hiç tanımadığım bir zehiri, sevdiğim bir et veya ekmek parçasının üzerine koyarak beni öldürmeniz, sekiz saat can çekişmeme neden olmanız ve üstelik bunu evimin karşısında, belediyenin koyduğu “Lütfen köpeklerinizi burada dolaştırınız.” levhasının yanında yapmanız.... Bana pek adilce gelmedi...

Yaşamını benim gibi "evde" sürdüremeyen ve sokaklarda gruplar halinde dolaşan diğer arkadaşlar bu konuda benden daha şanslılar... Çünkü, bu zehiri yememek için, gruptan biri kendini feda ediyormuş. Onun debelenerek can verdiğini gören diğerleri, bir daha o kokunun yanına yaklaşmıyorlarmış.
Tıpkı, karşıdan karşıya geçmeyi, bir arabanın çarptığı arkadaşlarını seyrederek öğrendikleri gibi...

Bunları şimdiki dünyamda, diğer ölenlerle konuşarak, öğreniyorum. Ama artık çok geç..

Yukarıdan beni ne kadar çok seven olduğunu, mahallenin bakkalı dahil herkesin ne denli üzüldüğünü, kimlerin sahibimi aradığını ve ne kadar çok insanın benim için ne kadar çok ağladığını görebiliyor ve duyabiliyorum... Onlar için bende çok üzülüyorum.
Ama Ahhh, o sahibim yok mu?
Ahhh, O'nun üzüntüsü burada beni binlerce kez daha öldürüyor..
Bir de ne biliyormusunuz? Son saatlerimde, yanına gidip, 3-4 dakika gözlerinin taaaa içine bakıp vedalaştığım ama O'nun bu vedayı anlamadığı, anlamak istemediği anda bana "Hadi yine yırttın yakışıklı" dediği o sesi hala kulağımda...
Sizinle beraber olmayı, koşmayı, zıplayıp havadan topumu kapmayı, yedi yıldır çiğneyip ancak yarısına gelebildiğim plastik kemiğimi bitirebilmeyi (tadı hala damağımda), denize girmeyi, dağda özgürce koşabilmeyi, kana kana su içebilmeyi, kuru ekmek yemeyi bile yeniden yaşayabilmeyi ne kadar isterdim... Henüz yolun yarısındaydım; bitirmeme izin vermediler.


Şimdi o zehiri oraya atanlara söyleyecek birkaç sözüm var:

Yaşadığım süre içinde, sokak arkadaşlarımı gece havladıkları için size şikayet ederek zehir atmanızı sağlayan insanların çocukları, evimizin karşısındaki açık tiyatroda her gece sabahlara kadar nâra atıp, biz köpeklerden fazla gürültü yaparak, onlarca bira şişesi kırıyorlardı. (Cam parçaları yüzünden, iki kez ayağım kesilmişti.) Oysa ben, onların sağa sola attıkları pet şişeleri gördüğümde ağzımla çöp kutularına taşıyordum.
Yollarımızda, sürücüler, bir yaya gördüklerinde frene basacaklarına kornaya ve gaza sonuna kadar basıyorlar, arabalarını cayır cayır kullanarak insanların üstlerine sürüyorlardı.
"Tanırmıyım acaba?" diye kokladığım çişlerin bazıları insanlara aitti. Yerler köpek kokusundan çok insan tükürüğü ile doluydu.
Peki, siz ne yapıyordunuz ?
Trafik terörünü önleyebilmek için bu güne kadar herhangi bir fikir geliştirdiniz mi ? Yollara tüküren , sümküren, hatta pisleyenlere ne yapabildiniz? Kırılan bira şişelerinin değerini , onu süpüren belediye işçisinin mesaisini, orada oynarken ayağını kesen bir çocuğun acısını, o kesiği diken doktorun zaman kaybını hesap ettiğinizi de sanmıyorum.
...Çünkü,
siz en vahşi yolu, en kolay ve en ucuz olduğu için seçenlersiniz . Siz asıl sorunları tartışmak yerine, "Zehiri etin içine mi, yoksa lavaş ekmeğinin içine mi süreceğinizi" tartışıyorsunuz.
Ben karşıdan gelen bir çocuğa kuyruk sallayıp, etrafımdaki insanlara sevgi dağıtırken, siz beni nasıl öldüreceğinizi hesaplıyordunuz.
Çok kırgınım ama gene de , size benim ölümüm gibi bir ölüm dilemek, benim hayvanca duygularıma yakışmaz...

Bence; "İnsanlığınızı" ve "Aklınızı" sorgulayın...

Doğru yapıp yapmadığınızı, insanların yaptığı işkenceler, cinayetler, rant uğruna verdikleri zararın yanında, dünyaya bizim ne verdiğimizi bir kere düşünün.

Sadece Sevgi. Karşılıksız sevgi..

Gelişmeniz dileğimle..

Moro Jr.

(Belçika Kurdu, Erkek
01/03/1992’ de doğdu.
09/07/1999’da İzmir Karşıyaka’da striktin ile zehirlenerek öldürüldü.
Büyük Yamanlar dağı Karagöl yolunda, oynamayı pek sevdiği bir yere gömüldü..)


1999' Aralık ayında yazılmıştır.

Perşembe, Nisan 26, 2007

Turkuaz

Kahverengi tahta duvarları var, vagonun.. Ve hâki yeşil fakat bakımlı koltukları..
Metal tekerleklerin, raylar üzerinde çıkarttığı ritmik sesler, eski lokomotifin ara ara çalan keskin ıslığına karışıyor.
Eski bir tren vagonunda, üç kişiyiz.
Üzerimizde, aynı tip gri askeri paltolar var.
Soğuk..
Yakalarımı kaldırmışım. Ve konuşurken ağızlarımızdan buhar çıkıyor.
Bir görevden dönüyoruz. Yanımdaki diğer iki subay, üstlerim. Yanlarında samîmi fakat saygılı konuşuyorum. Görev tamamlanmış. Üzerine gitmemiz ve bitirmemiz gereken iş fazlası ile başarılmış. Ve hâttâ grup lideri yok edilmiş..
Ya da ben öyle sanıyorum.
Çünkü,
şaşkın bakışlarım arasında kompartmanın kapısı açılıyor..
bittiğini.. yok edildiğini.. elimine edildiğini düşündüğüm lider, vagona giriyor.
Son derece samîmi ve sevecen şekilde,
bir kaç saniye öncesine kadar.. düşman olduklarına inandığım diğer iki dâvâ arkadaşım ile kucaklaşıyor.
Ve en sonunda bana dönerek beni sevgi ile kucaklıyor..
Dilim tutulmuş gibi. Konuşamıyorum.
Şimdi üçü birden bana gülümsüyor..

Sessizliği bozan, hâlen hayatta olmasına bile inanamadığım liderin sesi oluyor..
"Kim olduğunun.. ne olduğunun farkında değil.
O'nun kim olduğunu anlamasına yardımcı olun.."

İki arkadaşım koluma giriyorlar. Beni, iki vagonu ayıran geçiş bölmesinin kapısına getiriyorlar. Ve kapıyı ardına kadar açıyorlar.
Az önce oradan diğer vagonu gördüğüme yemin edebileceğim yerde, şimdi simsiyah ama gerçekten simsiyah bir boşluk var.
Ne tekerlek sesi, ne lokomotifin düdüğü.. mutlak sessizlik..
Arkama dönüp iki dâvâ arkadaşıma da bakıyorum.
"Yürü. Bize güven ve yürü.." diyorlar her ikisi de.
Olanlara inanamıyorum.
Benim, önümü görmediğim bir karanlıkta, boşluğa adım atmamı istiyorlar.
Bunu, beni arkamdan vurmayacaklarını defalarca kanıtlamış, iki dostum söylüyor.
Ama çok garip.. Bunu yapmama, yıllardır düşman diye bildiğim diğer grup liderinin yüzündeki ifade sebep oluyor.
O kadar sevecen, o kadar güven veren bir ifade ile bakıyor ki yüzüme..
kendimi boşluğa bırakıveriyorum.

Ve işte ne oluyorsa ondan sonra oluyor.

Önce ellerimi görüyorum, uçarken.
Tırnak uçlarımdan başlayan hareketle.. bütün gözeneklerimin yukarıya doğru yayılarak turkuaz rengine dönüştüklerini izliyorum zifiri karanlıkta.
Paltomu, gömleğimi, pantolonumu çıkartıyorum..
Bu anlatılamayan bir mutluluk hissi.
Uçarken soyunuyorum.
Ve tüm vücudumun turkuaz rengine dönüşümünü izliyorum.


Vagon yok..
Tren yok..
Ses yok..
Kimse yok..
Hiç bir şey yok..

Sadece karanlık var.

Sonra..
Acâip.. ancak bilim kurgu filmlerinde görülebilecek bir gezegene yaklaşırken görüyorum kendimi.
Çok yakında, normal yaşamda olası olmayan renklerin hâkim olduğu iki büyük gezegen daha var.
Ama benim süzüldüğüm gezegenin büyük bölümü turkuaz renkli denizlerle kaplı..
Ve yaklaştıkça..
smokinler ve siyah tuvaletler içinde.. erkekleri ve kadınları görebiliyorum..
Saçları ve elbiselerinin haricinde, görülebilen her yerleri turkuaz olan insanları..

Beni alkışlıyorlar.

Uyanıyorum.

Cuma, Nisan 20, 2007

SUSMA HAKKI..

Hukukta sükût, ikrardan gelmez. Tâ ki, Hakim önüne çıkıp susarsanız.. O zaman iddialar kabullenilmiş sayılır.

Ama,

günlük hayatta kişinin ne zaman ikrar ettiği ya da ne zaman susma hakkını kullandığını anlamak..

muhatapların irfanı ile ilgilidir.

ATATÜRK..

Salı, Nisan 17, 2007

Ümit abi ve iki harâmi..

Ben de bir rehavet hali var..
Dün saat 13,00 civarlarında başladı..
Sonra metroda Ümit abiyi görünce gelişti o muhabbet..
Kavga etmişti başka bir pianist şantörle.. Hatırlayamadık adını.
Yok valla, dün Rehav@ yazınca " A. Susam" ismini.. Hani hakkaten gülme geldi..
Kavga sırasında "Açıl Arif, açıl.." demiştir sanırım..:)

Meyve çaylı, kahveli, keyifli, gırgır ve süratli bir muhabbetti bizimkisi..

Hani, dediği gibi burada yazışanlar birbirini hiç görür mü? Ya da görenler bir daha görebilir mi, bilmem.
Ama bunlar güzel şeyler..
Benim söyleyebileceğim bu kadar valla.
Sağol Rehav@..

Kolay Yürüyüş 2

Söylemeye çalıştığım şey şuydu;
Bugünkü Hürriyet Gazetesinde Mehmet Y. Yılmaz'ın köşesine bakalım.
Yazar ya da gazete tamamen tesadüfi seçimdir. Hani seviyorum ya da yeriyorum anlamında değil.
Sadece bakış açısını anlatmak için veriyorum bu örneği.
3 adet yazı var.
Birinci sırada "Bir (Cumhurbaşkanı kim olsun?) araştırması" başlıklı yazı.
İkinci sırada "Muhalefetin okuması gereken mesaj" başlıklı yazı.
Üçüncü sırada "Kurallara uyulsa bugün ağlamayacaktık." başlıklı bir yazı.

Eğer kağıt baskıya bakarsanız son yazının aslında bir köşeye sıkıştırılmış olduğunu da görebilirsiniz.

Yarın ya da üç gün sonra bu çocukların trafik terörüne kurban gitmeleri ile ilgili hiç bir yazı çıkmayacak gazetelerde.
Ama Siyaset, Cumhurbaşkanı, Laiklik, Şeriat, Muhalefet ile ilgili yazılar durmayacak..
Neden?
Çünkü ölenler bizim çocuklar değil..
Onlara da yaptık bir tören.. (Konak 12,45) Bitti gitti.
Ama ya şeriat gelirse.. Ya Laiklik elden giderse..
Ya Cumhurbaşkanlığı makamına bizi temsil edemeyecek biri çıkarsa?

Temsil derken aklıma geldi..
Mesela Almanya Cumhurbaşkanı'nın adını Google'da ya da internette arama yapmadan hemen şu anda cevaplayabiliyormusunuz?
Çin Cumhurbaşkanı.. İtalya Cumhurbaşkanı.. Yunanistan Cumhurbaşkanı kimdir..?
Adlarını biliyormusunuz?
Eğer bilmiyorsak.. sizce bunlar önemsiz ülkeler mi? Yoksa Cumhurbaşkanları bu ülkeleri yeteri kadar temsil edemediği için mi biz ONLAR'ı tanımıyoruz.

Bizi, biz temsil ederiz arkadaşlar.
Almanya'yı Almanlar..
İtalya'yı İtalyanlar temsil eder.
Gazetecisi ile.. Doktoru ile.. Şöförü ile.. Öğretmeni, müzisyeni, çöpçüsü, ressamı ile..

Bu açıdan, bana göre, bu memleketin ilk ve öncelikli sorunu Cumhurbaşkanlığı seçimi değildir.

Ama Bayrağım balkonumda mı? Evet..
Laik düşüncemden en ufak bir ödün verir miyim? Hayır.
Bugün Atatürk'ü düşündüğümde gözlerim hâlâ doluyor mu? Evet.
Gereken her yerde İstiklâl Marşı'nı hem en doğru hem de en içten ve duyarak okuyabiliyor muyum? Evet..

Ben..
Türk'lüğü..
bir Atatürk çocuğu olduğumu..
kendim gösteririm.
Bunu kendim temsil ederim.
Ben Laik'im.
Beni temsil etmesi için kimseye ihtiyacım yok.

Benim öğretmenleri, çocukları, kadınları öldürülmeyen..
ayrımcı politikalar gütmeyen..
terörüyle, askeriyle, ulaşımıyla, kapkaçıyla, ekonomisiyle, uygarlığı ile her sorunu ustaca çözebilen akıllı bir devlete ve o devlete yardımcı olmaya çalışan vatandaşlara ihtiyacım var.
Bu kadar.

Demem şu ki;
Bu gün %33 le %66 yı temsil eden başka bir partinin önerdiği ve bizim gözümüzde Laik bir Cumhurbaşkanı çıksaydı köşk'e..
O çocuklar yine ölecekti.
Önce bizlerin, sizlerin.. senin değişmen lâzım.

not: Bu kendi yüreğime su serpme çabası değil..
umarım anlatabilmişimdir.

Pazartesi, Nisan 16, 2007

Domuz Onni'nin hayatı

Domuz Onni'nin doğumdan salhaneye uzanan tabudeviren yolculuğunu izlemeniz dileğiyle;
Not: Dili Fince, İngilizce altyazılıdır. Her episode(bölüm) biterbitmez dosya üzerine tıkladığınızda domuzlar hakkında kısa bilgiler bulacaksınız.

http://www2.hs.fi/english/webortage/onni/onni2001.html

(Domuz kendi pisliğini yemez, domuz eti yağlı olduğu için sağlığa zararlıdır; pis olduğu için değil, ve aslında kesim tarzlari bizimkinden farklı değil, yani genelde bilinç kaybından sonra ana arter kesilerek kan akıtılır) Gibi şeyler... Burada tamamen kendi fikrim olan bir şeyden bahsetmek istiyorum; domuz yemiyorsanız, yiyemiyorsanız bunu domuz etini yağlı bulduğunuz için yemeyin, din size öyle emretmiş diye değil, hatta deneyin, sonra, haa bu bana uymadı falan deyin yani...benim fikrim... ki bana hep uydu.

Ve Turkekırgın bu hikayeden çıkarabileceği yazı dizisinden feragat ederken, domuzlu gıda kodeksleri listesini yanında taşıyarak yurtdışındaki marketlerde satılan domuzlu ürünlerden korunmaya çalışan müslüm kardeşlerinden bir şey reca eder. Böyle olaylarla uğraşmayın, yazıktır.

Cumartesi, Nisan 14, 2007

Kolay Yürüyüş..

Zaman zaman balkonda mangal yapıp rakı içerken(e) dostlar..
ve aşağıdan bir ambulans geçiyorsa sirenleri açık..
demişimdir ki yanımda bulunan kişiye;
"bir gün birileri balkonda mangal yaparken..
ambulansın içinde ben olabilirim.."
"ve eğer bilincim açık olursa diyeceğim ki kendi kendime..(EEee..demek ki sıra bizdeymiş..Bak şimdi, ama karanlık ama aydınlık balkonlarda, senin hastaneye yetişmen gerektiğinden, yaşama tırnakların ile sarılmak istemenden hiç haberi olmayan insanlar o biçim hayat yaşıyorlar.. Kimbilir neler yeniliyor, içiliyor.. Kimbilir kimler kimleri öpüyor.. kimler nasıl sevişiyor balkon kuytularında..
Ama sen..
sen gidiyorsun..)"
"diye düşüneceğim.." demişimdir..

Ahanda bu akşam ööle akşamlardan biri..
İki kat aşağımızda beni sevdiğini bildiğim yaşlı bir teyze göçtü gitti, bi kaç saat önce..
Tanrı günahlarını affetsin..
Yaz günleri, akşam üstlerinde,
balkonun kenarında oturduğu şezlongunda..
zorlukla kalkan kolu ile, yıllardır, bana el sallamayı hiç ihmâl etmemişti..
Gitti şimdi..

Diğer tarafta..
biraz önce gelen bir haberde..
İzmir'de kaç evin içine ateş düştü, biliyormusunuz?
33 kişi öldü..
Çoğu minicik çocuklar..

Pek başka bir tarafta..
Bu ülkenin, şu ilk anda aklıma gelen, trafik terörü gibi yıllardır süregelen onlarca ve hâttâ yüzlerce çarpıklığını hiç iplemeyip..
"şeriat mı geliyor.. Cumhuriyet mi elden gidiyor..?" soruları ile birbirlerini doldurarak ve yollara dökülerek kınayan milyonlara..
söylemek istediğim...;
"Bu otuzüç kişinin kurtulabilmesi için..
o çocukların şu anda anacık-babacıklarının yanında olabilmesi için..
Ne şeriat ve ne de Cumhuriyet etken veya etmendir..
Sadece Uygar.. Uzak görüşlü.. Yukarıdan bakışlı.. Avantasını düşünmeyen.. "Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın.." gibi ne idüğü belirsiz Ataların sözlerini benimsememiş bir toplum olabilsek..
İşte o zaman..
işte o zaman..

Mustafa Kemal'in bizlere işaret ettiği gerçek yola gireriz.."



Soru: Seçim sisteminin değiştirilmesi için hiç yürüyüş yaptınız mı?
Soru:Trafik terörü için yapılan bir yürüyüş hatırlıyormusunuz?
Soru:Babanız Ananız hiç size "kendini kurtar da nasıl kurtarırsan kurtar.." dedi mi?
Soru:Veya siz Çocuklarınıza bu tipte cümleler kurdunuz mu?
Soru:Ailenizde veya çevrenizde kayıt dışı çalışan insanlar var mı?
Soru:Ve siz bunların Türkiye Cumhuriyeti'ne verdikleri zararın farkındamısınız?
Soru:Eğer farkındaysanız.. bu konuda herhangi bir yürüyüşe katıldınız mı::))?
(Yorum:Farkında değilseniz zaten diycek bir şey yok..)
Soru:Eğer Onlara kızıyorsanız..nasıl oluyor da hâlâ onlara hiç bir şey söylemeden..Onlarla birlikte olmak ikiyüzlülüğünü gösterebiliyorsunuz?
Soru:Hayatınızın herhangi bir döneminde, Türkiye'de yaşayan yaklaşık onmilyon kişinin günlük bir doların altında olan geliri için bir yürüyüş yapmayı plânladınız mı?
Soru:Sınavlara giren ve yaklaşık yüzde 10'u üniversiteye girmeyi başaran öğrencilerden sonra,geriye kalan birmilyon kişinin her sene işşizler kervanına katılması ile ilgili, somut bir çözüm öneriniz var mı?
Soru:Özellikle Doğudaki nüfus artışı ile ilgili değil yürüyüş, herhangi bir gece bu sorunla ilgili düşünerek, bir uyuyuş yaptınız mı?
Soru:Yoksa siz gerçekten Türkiye'nin en görkemli ama en kolay yürüyüşünü yapıp Anıt Kabir'e yürüyerek ve deftere şikayetlerinizi yazıp.. bir de çiçek bırakarak..
Atatürk'ün kalkıp bu problemleri düzelteceğine mi inanıyorsunuz..?

En başka bir tarafta..
Yarın Komşu Teyzeyi gömüyoruz..
Allah Rahmet Eylesin..
Amin..

Cuma, Nisan 13, 2007

Süleyman'ı özleyen vaaa mı?

Ahmet Arif

Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni...

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..

Çarşamba, Nisan 11, 2007

ah bi uçağım olsa..

7.Oda "Ebee" deyince yazmak farz oldu..
Azcık geç ama..yoğun günler geçiyor..

Efeniiim..

Araba deyince BMW 6 serisi..
Uçak deyince..:) Airbus..
Jean'de Levi's..
Alış-veriş'te Kipa..
Giyimde Tween..

Bu markalara güvenirim.. severim.. ve param olsa alırım..

Elektronik (ekran, tv vs.) deyince Philips'e oynarım.. ve Return2' ya katılırım.
Ayrıca kendisine Coca Cola konusunda da tam anlamıyla katılıyorum..

ilâveten..
Rakıda Efe..
Komedideki markam Cem Yılmaz'dır.
Rock müziğinde Deep Purple benim için ilahi bir markadır.

ve.. Parfüm deyince Eau Sauvage Black her daim hitimdir.

Zincirbozan..(2007)

Hadi paşpaaaaşş..

İzafiyet Teorisi (neye göre?)

Bir Üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;
"Var olan herşeyi Tanrı mı yarattı?"

Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar: "Evet, herşeyi Tanrı yarattı!"

Profesör devam eder; "Eğer herşeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve calışmalarımızda uyguladığımız ''Kesinleştirme ilkesine'' göre de Tanrı şeytandır."

Öğrenci şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.

Bu sırada başka bir öğrenci "Bir soru sorabilir miyim hocam?" der.
Profesör sorabileceğini söyler.

"Hocam, karanlık var mıdır?"

Profesör; "Tabii ki vardır!"

Öğrenci yanıtlar;
"Korkarım yanılıyorsunuz hocam! Çünkü karanlık yoktur! Gerçekte karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı inceleyemeyiz. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını, karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur, yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın / uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz?
Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından , ışığın olmadığı yer, mekan için kullanılan bir sözcüktür."

Son olarak öğrenci profesöre yine sorar; "Hocam şeytan var mıdır?"

Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;
"Tabii ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. O, dünyadaki işlenmis tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey değildir!"

Öğrenci devam eder;
"Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı'nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı'nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan ya da kötülük, insanın Tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir."

Bu öğrencinin Albert Einstein olduğunu söylerler.
Einstein İzafiyet Teorisini 11 Nisan 1905 tarihinde dillendirmiştir.

Cuma, Nisan 06, 2007

işte öyle bir şey..

Ben O'nun duygularını ve duygularını müziğine yansıtabilmesini çok sevdim..
Timur Selçuk kuşağının devamıydı.

07 Nisan 2005 tarihinde göçtü.

Player'da Melih Kibar adı altında önce Garanti Bankası reklamından "Sucu Çocuk", daha sonra "Fırtına", sonra "Çoban Yıldızı" ve en son "Sessiz Veda"sını (ki özellikle favorimdir.) dinleyebilirsiniz.





Fotoğraf
http://www.almanlisesi.info/MelihKibar/ sayfasından alınmıştır.

Perşembe, Nisan 05, 2007

Drops..

Bundan önceki iki post'ta "sana bu mektubu bir hastane koğuşundan yazıyorum." ve "oğlum sana bu mektubu bizim cehennemden yazıyorum.." gibi bir ortak durum vardı..
tesadüftü.. sonradan farkettim.
bir mektup yazıyordum..belki..
bilinçsiz..
hedefsiz..
belki kendime.. bilemiyorum..


yağmur yağıyor..
biraz önce Alsancak Karşıyaka motorunda tentelerdeki tıpırtıyı duyduğumda farkettim başladığını.
sonra ıslanarak eve vardım.
gömleğimin, ceketimin ıslandığını..kravatımı çözerken farkettim.
şimdi aynı sesler çatıdan duyuluyor..
dışarıda yağmur yağıyor..
içeride de..


neden yağmura tutkunum?
neden kış cocuğuyum?
neden yağmurda hissedebiliyorum beni sevmeyen birini bile çok sevdiğimi?
neden
derin nefes almak, yağmur yağdığında aklıma geliyor?
ve neden..
uykum kaçıyor?