Çarşamba, Ağustos 30, 2006

Artık bakir değilim.

Kızın adını unuttum.. Fatoş gibi bir şeydi galiba. Ben 10 yaşlarımdaydım. O ise üj bej sene önce doğmuştu benden. Kızlar daha çabuk serpildiği için bayağı bi genç kız gibiydi. Memeleri, endamı filan.. İyiydi. Biz üçüncü katta, onlar bir üstümüzde, çatı katında oturuyorlardı. Daha doğrusu Fatoş'lar(?) üst katımıza misafir olarak gelmişlerdi. Evin esas çocuklarının teyze kızı gibi filan olmalı.
Bir gün merdivenlerde, "Öpsene beni!" dedi bana. Ana..
Bana söyledi bunu ya.. Bana.. Sanırım bayağı bi koyu mor olmuşumdur. Kaçarak uzaklaştım yanından, olanca bekaretimle.
On dakika sonra üst kat komşumuz bilmemne teyze merdivenlerden takada tukada inerek, anneme "Senin oğlan bana orospu demiş." diye bir iddiada bulundu. Hayır, kendisini hiç tanımam. Ayrıca o sıralarda orospuluğun ne anlama geldiğini bile doğru dürüst bilmiyorum. Bir araba sopa yedim, annemden. Bi yandan, ağlayarak tokatları savuşturmaya, beri yandan haksız yere yapılan bu suçlamanın nedenini bulmaya çalışıyordum.
Üzerinden neredeyse kırk yıl geçti.
Benzer bir şey yaşıyorum şu sıralarda..
Bu kez tokatları savuşturmaya çalışırken gözyaşı yok artık. Ama şu bir gerçek ki; dağlanıyor yüreği insanın.
Yapmadığın bir şey yüzünden suçlu zannedilmek.
Filmlerdeki gibi.
Hani zaman gittikçe daralır ve sen eninde sonunda ulaşacaksındır gerçeğe.
Orada birisi ya da birileri vardır, bu oyunu kuran ve göbeğini kaşıyarak seyreden.
Bi de, komşuya senden daha çok inandığı için, sana dayak atan annen vardır, bu oyunda.
O'nun ya da Onların durumu daha da içler acısıdır, hatta en kötüsüdür aslında.
Emin değildir(ler), bunu kimin yaptığından ama bir günah keçisi bulunması gerekmektedir.
Yıllar geçtiğinde anlaşılıyor, aslında Fatoş'un bunu ne amaçla yaptığı.
Ama ne Fatoş, ne bilmemne teyze, ne haksız yere yediğin dayak, ne de annenin sana inanmaması unutulmuyor işte.
Üzerinden kırk yıl da geçse..Unutulmuyor.
Yalnız, göbeğini kaşıyanın/kaşıyanların da unutmaması gereken bi şey var.
Bekaretimi kaybedeli çok uzun zaman oldu.
Bu defa, öperim!

Salı, Ağustos 29, 2006

Soru:

Neden bazı erkekler parmak arası terlik giydiğinde,
kendini g-string giymiş gibi hisseder?

Cuma, Ağustos 25, 2006

minicik bir hareketin kısalttığı mesafeler..

Sabah, çorbamın bitmesine az bi zaman kala çaldı telefonum. Açtım. "Enişte, nasılsın?" dedi Yusuf. Bu yakınlarda askere gideceğini biliyorum. Öyle çok fazla da görüşmeyiz. Çok yakın değiliz yani. Sesi ve duruşu her zaman mesafeli olmuştur bana. Yine öyle.. "Gidiyormusun?" diye sordum. "Evet, allahaısmarladık demek için aramıştım." dedi. "Güle güle git, güle güle gel.." cümlesiyle sonlanan bir kısa konuşma geçti aramızda.
Kahve ve sigara sırasında düşündüm O'nu. Okumadı. Okumayı sevmedi. Dışarısı O'nu daha çok cezbetti. Barlarda, kulüplerde geçirdi zamanının çoğunu.. Evinde de mutsuz. Anası ve babası ile de yakın değil. Yalnız. Dediğim gibi, herkese ve bana da uzak duran bir çocuk. Askerliğin O'na iyi geleceğini savunanlar var. Bense, bilmiyorum.
Herşey daha iyi de olabilir, daha kötü de..
Hesabı ödedim. Arabama bindim. Radyo çok eski bir şarkıyı çalmaya yeni başlamış.
"He's in the Army,now"
Çok garip oldum o an.. Hiç düşünmeden son arayan numarayı tuşladım.
"Alo" dedi Yusuf.
Anlattım O'na..Çalan şarkıyı ve tesadüfü..
Acıkta açtım radyonun sesini..(OOooOOoo,in the Army,NoOow)
Sessizlik oldu, şarkının sonunda..
"Sağol, Enişte(m)." dedi, Yusuf.
Sesi hiç duymadığım kadar içten ve cana yakındı.

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Tehlikeli ilişkiler

Fransız yazar Choderlos De Laclos, 1782 yılında "Les Liaisons Dangereuses" adlı kitabı yazdığında, ülkesi Kraliçe Marie Antoinette ve Kral 16.Louis yönetimindedir.
Kitap, kişilerin karşılıklı mektuplarını içerir ve yazarın tek romanıdır.

Balzac, "Goriot Baba" adlı romanında, bu kitabın papazlar tarafından yasaklandığından bahseder.

1741-1803 yılları arasında yaşayan De Laclos'un Fransız ordusunda subay olduğu ve koleradan öldüğü bilinir.

Kitaptan bir kaç cümle;

-You've made an accusation, you must allow me the opportunity to defend myself.
(Beni suçluyorsanız, kendimi savunmam için bana bir şans vermek zorundasınız.)

-And you'd rather be unjust than risk showing us a touch of kindness.
(Biraz şefkat göstermektense, adaletsiz davranmayı tercih ediyorsunuz.)

Ve bir diyalog;

Vicomte De Valmont: Bu işin daha fazla uzamasına tahammül edebileceğimi sanmıyorum.

Marquise De Merteuil: Unutmayın, Ben bu işte sizden daha iyiyim.

V.De Valmont: Belki.. Ama hep en iyi yüzücüler boğulur. Şimdi; Evet mi, Hayır mı? Bu tabi ki size bağlı. Ancak sadece şunu hatırlatmak isterim ki, "Hayır" derseniz, bu açıkça bir savaş ilanı olacak.
Söylemeniz gereken tek bir sözcük..


M. De Merteuil: Peki.. Savaş..

Kitabın sonunda, Valmont ölür.




Ama ölüm daha iyidir, savaş ilan edenin düştüğü durumun yanında.


Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Mümessil olmak isteyen var mı?

Belki sınıf öğretmeni söylemiştir "gitmeyin O'nun yanına..." diye.
Yok, yok... Belki değil... Öğretmen bunu söyleyen...
Yoksa genç ve yeni beyinlerin sıranın bir başında yalnız duran bir arkadaşının yanına gitmemesi mümkün mü? Ama aralarında mutlaka var, "aman örtmenime yakın duriim de, notlarım her daim iyi olsun." diyen başarılı (!) öğrenciler.
Oysa içlerinden kaç kişi istiyor acaba, o tarafa doğru hafif hafif yanaşmayı.
Ayrımcılık ve dışlanmışlık konusunda fikri ne olabilir ki ya da ne olmalıdır ki, sevgi tohumlarının atılması gereken kurumlarda öğreti alanların...
Fakat, gel gör ki, korku dağları bekler.

"Çok konuştu o.. "

"Yaramazlık yaptı o.. "

"Yalnız bırakın ki aklı başına gelsin.. "

"Bak, sizde onunla çok konuşursanız, sınıf mümessili olamazsınız, haberiniz ola.."

Sahi.. Sen, orada yalnız oturan.. Neye gülüyorsun ki ..?

Salı, Ağustos 22, 2006

Üfff..

Sıcak bir Ağustos günü daha. Tahsil edilecek çekler, beklenen kargolar, gönderilecek mallar, yazılacak yazılar, kafada bir sürü sorun.. Duyulabilen tek ses bilgisayarın soğutucu pervanesinin sesi.. Ara ara da karpuzcunun canhıraş feryatları. Bir de sanırım oğlu filan var yanında. Bakmadım kafamı uzatıp pencereden. Ama ufaklıkta babasına ya da ustasına yetişmeye çalışıyor, desibel olarak. Bu bağırışlar, ne zaman bitecek? Ne zaman bitecek, çekler, kargolar, mallar, yazılar ve sorunlar?
Benim canım "Everything is never quite enough" dinlemek istedi.

Pazar, Ağustos 20, 2006

İki Aralık Bindokuzyüzseksenbir Çarşamba/Yeni Asır

Bir varmış bir yokmuş..


Daha Türkiye'nin henüz hiç bir yerinde seksen metrekarelik her tarafı mermer ve fayans olan bir balıkçı dükkanı yokken açmış, altı arkadaş bu mekanı, İzmir'de. Yirmibeş yıldan fazla olmuş. Henüz AB kriterleri filan da yokmuş o zamanlar...
Yüzlerdeki ifadelere bakın. Ne kadar ciddilermiş hepsi..
Birinin üzerinde Nilcan'ın ördüğü kazak varmış. Bırakıp gitmiş herşeyi yüzüstü, Speed King.




Bu işin kuruluş sermayesi birmilyonikiyüzbin liraymış. Adam başına ikiyüzbin lira düşüyormuş.

YTL uygulamasına göre bir yeni lira, yirmi yeni kuruş.. Yani bu işten bugüne kadar ekmek yiyenlerin sermayesi, alttaki fotoğraftaki iki ufak paraymış.



Sanırım, bu masal, balıkçılıktan halen para kazanan son adam da bu işi bıraktığında bitecek.
Ne dersiniz?

Cuma, Ağustos 18, 2006

Sihirbaz

Sihirbazların basit bir numarası vardır, elindeki mendili kaybeder, sonra olmayacak bir yerden çıkartıverir.
Ben biliyorum nasıl yapıldığını. Güven öğretmişti..
Fakat, fakat bu abla aşmış olayı..

Seyret.

Çarşamba, Ağustos 16, 2006

A P A T İ T

İleride bir çocuğum olduğunda ona mutlaka öğreteceğim bir şey bu.
APATİT.
Hatta AA-PAA-TİİİT
Bana da babam öğretmişti, esasında öğretti demek yanlış.. Olay kendi kendine gelişti ve aile literatürümüze girdi.
Daha küçücük bir çocukken, hani bi o kadar salak ve bi o kadar da komik çocuk oyunları vardır ya.. işte benim hitim de oydu o zamanlar..
'Hadi atla bakalııım' komutunu duyduğum anda koltuk tepelerine çıkar babamın bana kollarını açmasını ı hı hıı, ı hı hıı diye sırıtarak bekler ve şapşik bir suratla 'aa-paa-tiiit' diye kendimi babamın kollarına bırakırdım. Onun beni yakalaması çok büyük bir olaydı.. Ne zaman o komutu duysam apatit yapacağımı anlar endorfin tavan yapardı bilmeden.. Bütün bu olayda tek bişey var ki neden apatit dediğimi hiçbir zaman bilemedim. Ama nedense zaman içinde babam da komutu 'hadi aapaattiiit' e dönüştürmüştü.

GÜVEN...Her çocuk için en az sevgi kadar gerekli ve değerli.
Bugün, neredeyse gizli gizli oluyor bunlar.. Bazen bakışarak, bazen tartışarak, bazen de... ne bileyim, bişekilde o güveni hala duyuyor olmak var ya...!
Yaşımız her ne olursa olsun onların orada olduğunu bilmek ve yaşları ne olursa olsun bizlerin burada olduğumuzu bilmeleri...
Tanrı onlara sağlıklı, uzun ömürler versin..

Alkolün yan etkileri ve çözüm yolları.

Bir kardeşim göndermiş bunu. Etraftaki herkesten ve herşeyden işkillenip, bir de beyaz renge takanlara 6.madde uygun düşmüş..
Aslında 7. madde de beyaz giyenlere uygun sanırım. :)

1.Belirti : Ayağınız ıslak ve soğuk.
Sebep : Bardak yanlış açıyla tutuluyor.
Çözüm : Bardağın ağzı yukarıya gelinceye kadar çevirin.

2.Belirti : Önünüzdeki duvarda lambalar var.
Sebep : Zeminde yatıyorsunuz.
Çözüm : Vücudunuzu zemine 90° açı yapacak şekilde konumlandırın.

3.Belirti : Zemin bulanık görünüyor.
Sebep : Boş bir bardağa bakıyorsunuz.
Çözüm : Hemen bardağa sevdiğiniz bir içecekle doldurun.

4.Belirti : Zemin hareket ediyor.
Sebep : Sürükleniyorsunuz.
Çözüm : En azından sizi nereye götürdüklerini sorun.

5.Belirti : Ne zaman birisi konuşsa kulağınız yankı yapıyor.
Sebep : Kulağınızı bardağa sokmuşsunuz.
Çözüm : Kendinizi maskara yapmayı bırakın!

6. Belirti : Oda sallanıyor, herkes beyaz giyinmiş ve müzik sanki tekrar edip duruyor.
Sebep : Ambülanstasınız.
Çözüm : Hareket etmeyin. Uzmanlar gereğini yapar.

7.Belirti : Babanız ve kardeşleriniz yabancı gibi bakıyor.
Sebep : Yanlış evdesiniz.
Çözüm : Evinizin yolunu sorun.

Alkollü babadan çocuklara eziyet..

Var değil mi böyle babalar..? Ben tanımadım, görmedim böyle birisini.. Hoş, tanımak da istemezdim.
Kötü bir duygu olmalı, ayıldığında yaptıklarını hatırlamak.
Ne zaman ayılacağı ise ne kadar içtiğine ve daha ne kadar içeceğine bağlı.
Yoksa aile dağıldıktan sonra, bir daha alkolü ağzına sürmese bile, çok geç.
Dedikleri gibi; "Çok geç demek için bile çok geç."

Salı, Ağustos 15, 2006

bol cevizlisinden kutlama

Geç oldu ama bi "hayırlı olsun" da benden.
Sevgi çok, tempo yoğun, sıcak bunaltıcı, kuraklık diz boyu..
yeterli su olmadığından rahat rahat kabaklığımı yapamıyorum :)
öptüm şincilik...

"Beyaz giymekle olmaz bu işler." demişler amma..

Ağır ağır gidiyorlardı.

Dün akşam balkondan etrafa bakınırken, karşıdaki bisiklet yolundan 10-12 yaşlarında beş erkek çocuğunun bisikletleriyle peşpeşe Bostanlı tarafından Karşıyaka yönüne pedal çevirdiklerini gördüm.

En önde beyaz t-shirtlü bir çocuk vardı. Tam karşıdaki otobüs duraklarını biraz geçtiklerinde en arkadaki çocuk iyice yavaşladı ve durdu. Bisikletten inerek arka tekerleğe baktı. Bir problem vardı ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu olayı ilk farkeden en öndeki beyaz t-shirtlü oldu. Orayı bilenler hatırlayacaklardır; bisiklet yoluna paralel, yayalar için bir yol daha vardır. Beyazlı çocuk sağa doğru bir u dönüşle geniş bir kavis çizerek diğer yoldan en arkadaki arkadaşının yanına geldi, bisikletinden inerek yardım etmeğe başladı. Lideri takip eden sarı gömlekli ikinci çocukta hemen birincinin arkasından bozuk bisikletin yanına geldi. Şimdi üçü birlikte bozuk tekerlekle ilgileniyordu.
Ne giydiklerini o anda önemsemediğim 3. ve 4. çocuklar 40-50 metre ileride ne olduğunu hiç takmaz bir tavırla arkaları diğer arkadaşlarına dönük sohbet ediyorlardı.
Bir müddet sonra sorun hallolmuştu. Beyaz lider yine en öne geçti ve gittiler.

Neden en öndeki çocuk ilk farkeden olmuştu ve neden grubun lideriydi? Ve neden varlıkları yoklukları belli olmayanlar ortalarda kalıp en ilerinin ve en gerinin sorunlarına sırt çeviriyorlardı?

Yarım saat sonra yalnızca o ikili ters yöne doğru, daha da yavaş bir şekilde pedal çevirerek geçtiler karşıdan.
T-Shirtlerine baktım; ikisinin ki de siyahtı ve İzmir'de hava, güneşte 53 dereceydi.

İzmir'le ilgili..

Çok duymuşumdur, ya da belki duymuşsunuzdur, Ankara'lıların ve özellikle İstanbul'luların İzmir'le ilgili olarak eleştiri yaptıklarını. Muhtemel Ekşi'de okumuştum bi'zaman ve çok tutmuştum aşağıdaki yorumu..
"Ankara'da insanlar kenti yönetir.
İstanbul'da kent insanları yönetir.
İzmir denge şehridir." demişti bir yazar.

İzmir'de insan insanlar yaşıyor, insan robotlar değil.
Yani daha fazla yaşar bu insanlar.
Daha fazla bağırır, daha fazla çığırır.
(herşeye) Daha büyük tepki koyar. (Bkz:Tarih.)
İzmir'li kendisine uymayanı düzeltme çalışmalarından da geri durmaz.
İzmir'li bir tek bu konuda İstanbul'lu ya da Ankara'lıdan daha
çalışkandır.
İstemeyen de,uymayan da kaçar, gider zaten.
Ama ne kadar uzağa gitse de, hasar öyle büyüktür ki, başedebilmek için sürekli bu şehirle ilgili kötü düşünmek gerekir.

Bir eski fıkra vardır, oğlunu İzmir'e gönderen bir Arap Şeyhinin, çocuğun kendini bozması üzerine arkasından en iyi adamını da takip için İzmir'e göndermesi hakkında.. Has adam da bir kaç güne kalmadan kendini bozunca, Şeyhe aşağıdaki cümleyi içeren mektubu göndermiştir.
"Ya seydi, veled mazbût velakin ahali puşt!"

Hasıl-ı kelam, seviyom burayı, na'apiim?
Beri yandan da, robotların insanlardan daha iyi çalıştığını ve giderek onların yerini aldığını unutmuyorum.
Saygılarımla.

Sağol Ertuğrul..

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Fındık Lahmacun Malzemesi.




Mesela, akşam köfte yedin. Git, ağzını normal bir diş fırçasıyla güzelce fırçala.. Sonra, şöyle aynaya iyice yanaş, ger ağzını, çıkart 33 dişini de ortaya, bir bak sağına soluna..



Nasıl? Tertemiz görünüyo, dimi?


Olmaz oluum, olmaaaz..

Al bakalım eline arayüz fırçasını, gir dişlerin ve etlerin arasına. İyice sok, çıkar, batır, çıkar. Uğraş yani. Sonra biraz suyla çalkala iyice ağzını ve tükür lavaboya.. Bak bakalım temiz zannettiğin ağzından, bir fındık lahmacunluk malzeme çıkıyor mu, çıkmıyor mu?
O malzeme ki, doğru kullanıldığında, bir duble daha içirir adama..
Bööğğhh.. Saygılar. Hijyenler.

Oh Be!!

Hep çekinirdim milletin pervasızca girip çıktığı sitelere olası durumlardan haberdar etmek adına, bir şeyleri uyandırmak adına ,yazı yazmaya .
E sen çok yaşa abilerin abisi... sen çok yaşa :)

Formül

Özellikle erkeklerde, büyümesi ve gelişimi hiç durmayan organların burun ve kulaklar olduğu söylenir. Sanki doğru gibi, yav. Bir kaç zamandır koridorda hızlı yürüdüğümde, gelen rüzgar sesini anlatamam.. Hani otomobilde bütün camlar kapalıdır. Ya da siz öyle zannedersiniz ama bir tanesi iki milim açık kalmıştır da, oradan fuııuuııuııuuuıı diye ince bir ses gelir ya.. İşte aynen vallahi.
Bu ses gittikçe artacakmı yani şimdi?
Ama gittikçe de daha az duyacağımıza göre..
Demek ki neymiş;
Ne kadar yaşlanmak, o kadar büyük kulak.
Ne kadar büyük kulak, o kadar ses.
Ne kadar büyük kulak, o kadar yaşlılık.
Ne kadar yaşlılık, o kadar sağırlık..
ee.. no'oldu şimdi?

Cuma, Ağustos 11, 2006

uyku kaçıran rüyalardan biri.

Emine Hanım: Babaannem. 1994, 8 Ağustos'ta göçmüştü. Gözlerini ben kapatmıştım.
Kurtcebe bey: Pant'ın babası. O'da hemen hemen o sıralarda gitmişti.
Rüya şöyle: Halihazırda ki evimiz. Ama babaannem bizde kalıyor. Herşeyi ortalarda.. Özel eşyaları, uzun donu, basma mintanı. Ancak kendisi yok. Merak oluyorum, nerede diye. Nereye gitmiş olabilir, bu yaşta bu kadın, benden habersiz? Babam geliyor aklıma. 1980'lerde bırakmış olduğu işini yapıyor rüyamda.. Fakat gel gör ki babamın iş telefonu aklımda yok. Eski bir rehber de buluyorum bir numara, adının karşısında. Ama düşler abukluklar durumu ya. Rehber eski olmasına karşın, numaralar yeni hali ile yazıyor.Yani yedi haneli. Ben saksıyı çalıştırarak o dönem de bu numara kaçtı, neyin başında ne vardı gibisinden tahminlerle numarayı buluyor ve çeviriyorum. Babam'a babaannemi soruyorum, "Beni oraya çağırdı, gelemedim. O bana geldi, burada buluştuk. Bu kadar merak etme, Emine'yi. Yanımda. İyi.." diyor. Telefondaki kişinin babam olduğuna eminim. Ama sesi Kurtcebe amcanın sesi. Bunu farkettiğim sırada irkiliyorum ve..
..uyanıyorum. Doğru balkona. Bir sigara. Bir tane daha. Accaip bir mehtap var.
Rahmetli dayım buna Ay Maytabı derdi, şakadan.
Mehtaba bakarak, on iki Eylül'de bypas olacak olan babamı düşünüyorum.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

Garsonun Gözleri

Yaz bekarıyım.. Dün gece bir seyler atıştırmaya gittim,Kırçiçeği'ne. Kalabalık. Sağ taraf sigarasız bölüm. Ben solcuyum. Tanıdığım bir garson var, sabah çorbalarından. Arı gibi koşuşturuyor. Kapıya yakın bir masaya oturdum. Siparişimi verirken bir aile girdi içeri. Adam "Çok acelemiz var. Mümkünse öne aldırıver bizimkileri." dedi, sadece garsonun ve benim duyabileceğim bir sesle. Garson bana hafif bir tebessüm attı, hani idare ediyoruz arada gibisine.
O sırada başka masadan bir bayan "Bakarmısınız?" diye seslendi. Garson o tarafa seyirtti. Kadın arka masamızda sigara içiyorlar diye söylendi yüksek sesle. Garson bu kez o masaya yöneldi ve "sigarasız bölüm" yazan koca levhanın yanında keyifle dumanlarını savuran bayana "Hanımefendi burası sigarasız bölüm. Lütfen sigaranızı söndürebilir misiniz?" diye sordu. Kadın "Ben görmedim yazıyı." diye söylendi. Garson tekrar "Lütfen" dedi. Kadın sertleşerek "Söndürmem." diye yanıtladı. "Yan masalardan şikayet var." diyen garsona çevre masalardan da bir kaç kısık destek gelince, şirret ve terbiyesiz bayan bu kez herkesin duyabileceği bir sesle "Bir daha buraya gelmiycem." dedi. Garson ise kısık bir sesle "Canınız sağolsun." deyiverdi. Şirret kadın ve ekibi masadan kalkarken ilk gelen adam garsona "Henüz bizim siparişleri vermedin herhalde ." diye laf attı masasından.. Ve başka bir masadan bir adam "Hesap.." diye söylenirken boşluğa bir imza attı, tipik hesap isteme hareketi ile.. Bu andan itibaren garsonun, benim siparişimi ve işi acele olan masanın siparişlerini mutfağa yazdırması toplam bir dakika bile değilken, hesap isteyen adam, "on beş dakkadır hesap bekliyoruz." diye söylenerek kasaya doğru yürümeye başladı. Bahşiş bırakmaktan yırtmak istemesinin küçük planlarını yapıyordu sanıyorum, loplarında. Garsonla gözgöze geldik yeniden. Gülümsüyordu halen.
On dakika kadar sonra işi acele olan masa yemeğini bitirmek üzereyken, adam garsona bir kaç çay ve kahve söyledi. Yemeğin bitmesinden sonra yirmi dakika kadar da bu keyif sürdü masada.. Ben hem olanları hem de garsonu izliyordum merakla. Bu arada patron masasının yanına çağırdığı garsona bir ince giydirme yaptı, müşteriler memnun değil ayağına. Kalkmak üzere hesabımı öderken tekrar gözgöze geldik O'nunla. Yüzünde tebessüm vardı ama, belki bana öyle gelmişti, dolu doluydu ellilerine doğru giden garsonun gözleri.

Salı, Ağustos 08, 2006

Guernica


"Bunu sen mi yaptın?" diye sordu Alman subayı.
"Hayır.Siz yaptınız." diye cevap verdim.
P.P.
(Sağol Sönmez)

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

Bitez Çocukları

Geçen gece Bodrum Bitez'de bir restaurant'ta mum ışığı altında Bitez'in o güzel gece manzarasına karşı yemek yiyiyoruz. Bizim masamızda 3 adet 5-5,5 yaşlarında kız çocuğu var.. Ancak bunlardan iki adedi alman anne ve türk babadan, diğeri ise alman baba ve yunan-alman anneden olma çocuklar..
Bizlerle kısık sesle şakalaşıp yemeklerini olağanüstü bir sakinlik içinde yerlerken, yan masalardan hemen hemen aynı yaşlarda başka 3 adet kız çocuğu inanılmayacak gürültülü sesler çıkararak yanımızdan defalarca geçtiler. Anneleri, babaları ve kendileri Türk'tü ama onlar masaların etrafında kızılderililer gibi koşturarak oynuyorlardı. Bizim masadaki kızları izlemeye başladım. Son derece sakin yemeklerini yemeye devam ederken göz ucuylada kabileyi izliyorlardı.. Bu arada acaba analarını babalarını görürmüyüm diye etrafıma baktığımda masalarda yemek yiyen gruplar olduğunu ancak bunlardan hiç kimsenin bu çocuklara bakmadığını ve hatta farkında bile olmadığını gördüm.. Ama çocuklar muhakkak bu masalardan birine aitti..

İkinci gözlemim ise geçenlerde gelen bir mail sonrasında düşündüğüm bir şeydi.. Bir arkadaşım Türkün üstün özellikleri ve yaptıkları başlıklı mailinde bizlerin muhakkak uzaktan kumanda veya benzeri hassas cihazları naylonla veya şeffaf filmle kapladığımızı yazmıştı.. Bunun sadece çocukların bu aletlere zarar vermesini önlemek için değil aynı zamanda büyüklerinde bu aletlerin üzerlerine su, içki vs. dökmesini önlemek için yapıldığını ve yaptığımızı düşünmüştüm. Ancak biraz önce bahsi geçen arkadaşlarımın evinde ne kumandalar ne bilgisayarlar ne de cep telefonlarına karşı böyle bir önlem alınmıyor.. O çocuklarda bizlerle masada konuşurlarken babasının veya annesinin cep telefonunu son derece dikkatli bir şekilde eline alıyor. Ama bu refleks şeklinde bir şey.. Hani masada konuşurken çakmakla,kibritle oynarsın,öyle bir şey.. Ve birazdan bırakıyor.. Yoksa öyle "Annneeeee,ben senin telefonunda yılan oynamak istiyooooooooomm.." gibisine bir teşebbüs filan yok..

Merak ettiğim şey şu;
Neden onlar öyle, bizler böyleyiz?
Neden bizim marketlerde çocukların istekleri yerine getirilmediğinde boğazı kesiliyormuşçasına ağlama krizleri oluyor?
Dün akşam Migros'tan çıkarken genç bir annenin çocuğuna söylediği tek bir cümleyi duydum..
"Eğer bir daha böyle davranırsan sana abur cubur almam.."
İnanamadım. Kaçarcasına uzaklaştım kadının yanından, sanki bir hastalık bulaşacakmış gibi bana da... Kadın, aldığının abur cubur olduğunu bile bile bunu alıyor ve çocuğunu da bir daha bunu almamakla tehdit ediyor..

Neden?
2004 yazı-Bodrum
Tıkla.

Perşembe, Ağustos 03, 2006

ah be güzel abim be..ah be..

Seymen'in eşi illet bir hastalıkla uğraşıyor. Tabi, Seymen'de O'nunla birlikte.. Geçen gün aradı. Dedi ki "Usta, yukarıdan bonus geldi bana.." "No'oldu be?" diye soruverdim.. "Annem.." dedi. "Bağırsaklarını sarmış.. Yarın sabah acil operasyon var.. (Uzun bir sessizlik..)
Tamam, gelin ama bari teker teker gelin yaw.." diye devam etti,kırgın bir sesle..
"Gel şu sattığımız Ferrari'yi geri alalım.." demek geldi içimden, diyemedim.

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

vecize..

ne babalar gördüm,yanlarında yiğit yok..
ne yiğitler gördüm,yanlarında baba yok..


Anonim

İyi? Kötü?

sansürsüz düşüncenin dayanılmaz şeyliği.. gibi.
kıpraşan beynimizin varoluş vaziyeti.. gibi.
çaresiz gönlümüzün serbest düşüşü.. gibi.
yaşlı doğan ruhumuzun giderek gençleşmesi..
genç doğan bedenimizin giderek yaşlanması..
ve beynimizin giderek paslanması.. gibi.

OJGELDİNİZ

ebisi birbirisinden seçkin dost ve kardeşlerimi beklediğim, er fikre, er düşünceye açık mekan.. ayırlı ossun diyelim..